ÜÇÜNCÜ BAB
CİHADLA İLGİLİ TEFERRUAT
Bu babta dört fasıl vardır
BİRİNCİ FASIL
EMÂN VE SULH
*
İKİNCİ FASIL
CİZYE VE CİZYE İLE İLGİLİ HÜKÜMLER
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
GANİMETLER VE FEY
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ŞÜHEDÂ
BİRİNCİ FASIL
EMAN VE SULH
ـ1ـ عن عثمان بن أبى حازم عن أبيه عن جده صخر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنَّ رسولَ اللّه # غَزَا ثَقِيفاً، فَلمَّا سَمِعَ بِذلِكَ صَخْرٌ رَكبَ في خَيْلٍ يُمِدُّ رسولُ اللّه # فَوَجَدَهُ وَقَدِ انْصَرَفَ وَلَمْ يَفْتَحْ فَجَعَلَ صَخْرٌ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ حِينَئِذٍ عَهْدَ اللّهِ وَذِمَّتَهُ أنْ َ يُفَارِقَ القَصْرَ حَتَّى يَنْزلُوا عَلى حُكْمِ رسُولِ اللّهِ # فَلَمْ يُفَارِقْهُمْ حَتَّى نَزَلُوا عَلى حُكْمِ رسولِ اللّهِ #، فََكَتَبَ إلَيْهِ صَخْرٌ: أمَّا بَعْدُ فإنَّ ثَقِيفاً قَدْ نَزَلُوا عَلى حُكْمِكَ يَا رَسُولَ اللّهِ، وَإنِّى مُقْبِلٌ بِهِمْ في خَيْلٍ. فَأمَرَ رسُولُ اللّهِ #بِالصََّةِ جَامِعَةٌ. فَدَعَا ‘حْمِسَ عَشْرَ دَعَواتٍ: اللَّهُمَّ بَارِكْ ‘حْمَسَ في خَيْلِهَا وَرَجْلِهَا، وَأتَاهُ الْقَوْمُ فَكَلَمهُ المُغِيرَةُ بنُ شُعْبَةَ. فقَالَ يَا رسولَ اللّهِ: إنَّ صَخْراً أخَذَ عَمَّتِى وَقَدْ دَخَلَتْ فِيمَا دَخَلَ فِيهِ الْمُسْلِمُونَ فَدَعَاهُ فقَالَ: يَا صَخْرُ إنَّ الْقَوْمَ إذَا أسْلَمُوا فٍَدْ أحْرَزُوا دِمَاءَهُمْ وَأمْوَالَهُمْ فَادْفَعْ إلى الْمُغيرَةِ عَمَّتَهُ فَدَفَعَهَا إلَيْهِ، وَسَألَ نَبىَّ اللّهِ #: مَاءً كانَ لِبَنِى سُلَيْمٍ قَدْ هَرَبُوا عَنِ ا“سَْمِ وَتَرَكُوا ذلِكَ المَاءَ فقَالَ: أنْزَلُ فِيهِ أنَا وَقَوْمِى فَأنْزَلَهُ. وَأسْلَمُوا، يَعْنِى بَنِى سُلِيمٍ. فَأتَوْا صَخراً وَسَألُوهُ أنْ يَدْفَعَ إلَيْهِمْ ذلِكَ المَاءَ فَأبى. فَأتَوْا النَّبىَّ # فقَالُوا: يَا رسُولَ اللّهِ قَدْ أسلَمْنَا فَأتَيْنَا صَخْراً لِيَدْفَعَ إلَيْنَا مَاءَنَا فَأبَى مَاءَنَا فَأبَى عَلَيْنَا فَدَعَاهُ: فَقَالَ يَا صَخْرُ إنَّ الْقَوْمَ إذَا أسْلَمُوا أحْرَزُوا دِمَاءَهُمْ وَأمْوَالَهُمْ فَادْفعْ إلَيْهِمْ مَاءَهُمْ. قَالَ: نعَمْ يَا رسُولَ اللّهِ؛
وَرَأيْتُ وَجْهَ رسولِ اللّهِ # يَتَغَيَّرُ عِنْدَ ذلِكَ حُمْرَةً حَيَاءً مِنْ أخْذِ الجَارِيَةِ، وَأخْذِهِ المَاءَ[. أخرجه أبو داود .
1. (1077)- Osman İbnu Ebî Hâzım, babası vasıtasıyla dedesi Sahr (radıyallahu anh)´dan rivayet ediyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Tâif´e karşı gazveye çıkmıştı. Sahr bunu işitir işitmez, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a imdad etmek üzere bir grup atlıyla hareket etti. Ancak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı fetih yapmadan geri dönmüş buldu. Sahr, o gün Allah´a yemin ederek: “Şu Kasr, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hükmüne boyun eğmedikçe kuşatmayı kaldırmayacağım” dedi ve oradan ayrılmadı. Nihâyet içeridekiler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hükmüne boyun eğdiler. Sahr, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a şöyle yazarak durumu bildirdi: “Emmâ ba´d: Ey Allah´ın Resûlü! Sakif senin hükmüne boyun eğmiştir. Ben, onları süvariler arasında getiriyorum.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) “Essalâtu Câmiatun” diye nida edilmesini emretti.[185] Kahraman (yani Sahr) için: “Rabbim, şu kahramana atlarını, adamlarını mübârek kıl!” diye on kere dua etti.
Derken halktan bir grup Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanına geldi. Muğîre İbnu Şu´be söz alıp: “Ey Allah´ın Resûlü! Sahr, halamı yakaladı. Halbuki halam Müslümanların girdiği şeye (imana) girmişti” dedi. Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) onları çağırıp:
“- Ey Sahr, bir kavm Müslüman oldu mu, artık kanlarını da mallarını da korumuş olurlar. Muğîre´ye halasını iade et!” dedi. O da kadını ona iâde etti.
Sahr, Benî Süleym´e ait olan bir suyu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den istedi. Benî Süleym, İslâm´dan kaçarak bu suyu terketmişti. Sahr: “Ey Allah´ın Resûlü, beni ve kavmimi oraya yerleştir!” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Pekâla!” dedi ve onu oraya yerleştirdi:
Sonra Süleymîler Müslüman oldular ve Sahr´a gelip suyu kendilerine iade etmesini söylediler. Sahr, buna imtina edince Süleymîler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a başvurdular:
“- Ey Allah´ın Resûlü, biz Müslüman olduk, suyumuzu iâde etmesi için Sahr´a geldik. O imtina edip vermedi” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Sahr´ı çağırttı. Gelince:
“- Ey Sahr, bir kavm Müslüman olunca mallarını ve kanlarını korurlar, bunlara sularını geri ver!” diye emretti. Sahr:
“- Başüstüne ey Allah´ın Resûlü!” dedi.
Râvi der ki: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yüzünün bu sırada suyu Sahr´dan geri almaktan duyduğu haya sebebiyle genç kızın yüzü gibi kızardığını gördüm.” [Ebu Dâvud, Harâc 36, (3067).][186]
AÇIKLAMA:
1- Hicrî sekizinci senenin Şevval ayında cereyan eden Taif´in fethiyle ilgili bir vak´a anlatılmaktadır. Sahr, Ebu Hazm Sahr İbnu´l-Ayle İbni Abdillah el-Becelî el-Ahmesî´dir. Kûfe´de yerleşmiştir, Begavî, “Sahr´ın bundan başka rivayeti yok” der.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Sahr´a suyu geri vermesini söylemesi, hukukî bir vecibe olarak değil, gönüllerini hoş etmek içindir. Zira fıkhen, esas şudur: Kâfir, malını bırakıp kaçınca ele geçirildi mi artık bu, fey olur. Bir kere, fey oldu mu ona Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) temellük eder. Burada da öyle olmuş, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) temellük eder. Burada da öyle olmuş, Resulullah (a.s) suyu Sahr´a bağışlamıştı, artık bu mülkün, Müslüman olmalarıyla onlara geçmesi mümkün değildi. Ancak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), suyu, Sahr´ın rızasıyla ondan alarak, eski sâhiplerine, onların İslâm´a kazanılması, dine bağlılıklarının artırılması için iâde etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın suyu iâde emrinin bu mahiyette olduğunun en iyi delili, emri verirken yüzünün kızarmasıdır. Bu emirle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), aslında fıkhî bir hukukun iadesini emretmemiş, bir atıfette bulunmasını söylemiştir. Sahr (radıyallahu anh) da bu emri hemen yerine getirmiştir.
Muğîre İbnu Şu´be´nin halasını iâde emri de bu mahiyette olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Huneyn Savaşı´nda ele geçirilen Huneynli kadınlar da âilelerine, karşılıksız iâde edilmeye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından teşvik edilmiş ve bunda muvaffak olmuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), çok sayıdaki askerin rızasını alarak, gönül hoşluğuyla bu meselenin halline hususî gayret göstermiştir. Keza Müreysî Gazvesi´nde ele geçirilen Benî Müstalik esirleri de bu yolla bağışlanarak gönülleri kazanılmıştır.[187]
ـ2ـ وعن يزيد بن عبداللّه قال: ]كُنَّا بِالْمِرْبَدِ بِالْبصْرَةِ فَإذَا رَجُلٌ أشْعَثُ الرَّأسِ بِيَدِهِ قِطْعَةُ أدَمٍ أحْمَرَ. فقُلْنَا كَأنَّكَ مِنْ أهْلِ الْبَادِيَةِ؟ فقَالَ أجَلْ. قُلْنَا: نَاوِلْنَا هذِهِ الْقِطْعَةَ ا‘دَمَ الَّتِى في يَدِكَ. فَنَاوَلْنَا فإذَا فيهَا: مِنْ محَمدٍ رسولِ اللّه # إلى بَنى زُهَيْرِ بنِ قَيْس: إنَّكُمْ إنْ شَهِدْتُمْ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ وَأنَّ مُحَمداً رسول اللّه وَأقَمْتُمُ الصََّةَ وآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ وَأدَّيْتُمُ الخُمُسَ مِنَ المَغْنَمِ وَسَهْمَ رسولِ اللّه # وَسَهْمَ الصَّفِىِّ أنْتُمْ آمِنُونَ بِأمَانِ اللّهِ تَعالى وَرَسُولِهِ. فَقُلْنَا: مَنْ كَتَبَ لَكَ هذَا؟ قَالَ: رسولُ اللّهِ #[. أخرجه أبو داود والنسائى .
2. (1078)- Zeyd İbnu Abdillah anlatıyor: “Biz Basra´da Mirbed denen yerde idik. Saçları dağınık, bir adam geldi, elinde kırmızı renkli bir deri parçası vardı. Kendisine: “- Köylüsün galiba.” dedik.
“- Evet!” dedi.
“- Elindeki şu deri parçasını bize ver (de ne var bir bakalım)!” dedik. Hemen alıp içindekini okuduk. Şu yazılı idi: “Allah´ın Resulü Muhammed´den Benî Züheyr İbnu Kays´a. Siz, şâyet Allah´tan baka ilah olmadığına ve Muhammed´in Allah´ın elçisi olduğuna şehâdet eder, namaz kılar, zekat verir, ganimetten beşte biri, Peygamberin hissesini ve Ôsafiyy payı´nı eda ederseniz, sizler Allah ve Resûlü´nün emânıyla emniyette olursunuz.”
Biz: “Bu mektubu size kim yazdı ” diye sorduk. “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)!” dedi. [Ebu Dâvud, Harac 21, (2999); Nesâî, Fey 1, (7, 134).][188]
AÇIKLAMA:
1- Ebu Dâvud bu hadisi “safiyy payı” üzerine açtığı bir babta kaydeder.
Safiyy payı nedir İbnu´l-Esîr, en-Nihâye´de, safiyy´i: “Ordu komutanının, taksimden önce ganimetten kendisi için ayırdığı şey” diye târif eder. Safiyye de denir, cem´i sefâyâ gelir. Hz. Aişe, Safiyye (radıyallahu anhâ) validemiz için: كَانَتْ صَفِيَّةُرَضِىَ اللّهُ عَنْهَامِنْ الصَّفِىِّ demiştir. Yani: “Safiyye, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın (ganimetten şahsına hususi olarak) seçtiği şey idi.” Çünkü Hayber Savaşı´nda elde edilen esirlerden biri idi. Zülfikâr adlı kılıcın da Bedir Savaşı´nda bu şekilde alındığı belirtilir.
Tîbî, ganimetten, taksimden önce böyle bir pay alma hakkının Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a ait olduğunu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’tan sonra arkadan gelen imamlardan hiçbirine böyle bir hak tanınmadığını belirtir. El-Hidâye’de, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın zırh, kılınç, câriye gibi bâzı ganimet mallarından safiyy payı aldığı belirtilmiştir. Aynî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın vefatından sonra bunun kalkması sebebiyle Dört Halife’den hiç birinin safiyy almadığını belirtir.
Ebu Dâvûd´da, aynı babta kaydedilen bir başka rivayette, Katâde, safiyy payı hakkında şu bilgiyi verir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gazve yaptığı zaman kendisinin sehm-i sâfi´si vardı. Onun dilediği şeyden alırdı. Safiyye (radıyallahu anhâ) validemiz bu sehm´dendi. Gazveye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizzat katılmazsa, bu pay ona ayrılırdı, ancak bu durumda seçme hakkı yoktu. (Ne ayrılmışsa onu kabul ederdi)” (Bak: 1125. hadis).
2- Mirbed: Basra´nın en meşhur, en güzel mahallesi olduğu belirtilir.
3- Ganimet ve Fey: Bu vesile ile, cihad bahsinde sıkça geçen bu iki tâbirin de açıklanmasında fayda var:
Alimler “gânimet” ve “fey”in tarifinde ihtilâf ederler, ikisi bir mi, ayrı mı
Atâ İbnu Sâib´e göre, ganimet: Müslümanların müşriklere galebe çalarak zor yoluyla onlardan elde ettikler malın ismidir. Ele geçirilen arazi ise, o “fey”dir.
Süfyânu´s-Sevrî´ye göre: “Ganimet: Küffârın malından savaşla zor yoluyla alınan maldır. Bu beş hisseye ayrılır. Dört hissesi savaşa katılanlara aittir:
Fey ise: Savaşmaksızın sulh yoluyla küffârdan alınan maldır. Bunda humus (beşte bir) yoktur. Fey, Allah´ın zikrettiği kimselere aittir (Haşr 6-7).
Bu hususta şu görüşler de ileri sürülmüştür:
* Ganimet, küffarın malından kahr ve galebe yoluyla zorla elde edilen maldır.
Fey de üzerine at ve deve sürülmeksizin elde edilen maldır: Öşür, cizye, sulh ve barış yoluyla elde edilen emvâl gibi.
* Fey de ganimet de aynı şeyi ifade eder, aynı şey için kullanılan iki farklı isimdir.
Ulemânın umûmiyetle benimsediği gerçek şu ki: “Fey” ve “ganimet” farklı şeylerdir. Fey: Küffârdan at ve deve kulanmadan alınan mallardır. Ganimet ise at ve süvari kullanarak, savaşarak kahr ve galebe yoluyla zorla alınan mallardır. Ganimete Cenâb-ı Hakk şu âyette yer vermiştir. “…Ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah´ın, Peygamber´in, yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır” (Enfal 41). Müfessirler çoğunlukla, “Allah´ın” tâbirinin, teberrüken başlangıç kelimesi olarak kullanıldığını, bunun ayrı bir pay olmadığını söylemiştir. Öyle ise Allah ve Resûlü´nün payı tek bir paydır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra, ganimetteki (veya feydeki) “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın payı” ne olacak Alimler bu hususta da farklı görüşler ileri sürmüştür. Ahmed İbnu Hanbel ve Şafiî hazretleri bunun, günümüzde amme hizmetlerine ve İslâm´ı kuvvetlendirecek işlerde harcanması gerektiğini söylemiştir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)´in bu hisseyi, at ve silâha harcadıkları rivayet edilmiştir. Katâde: “halifeye aittir” demiştir.
Ebu Hanîfe merhum: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ganimetteki hissesi, vefatından sonra, humsa iâde edilir ve hums beşe değil, dörde taksim edilir” demiştir. Bu dört kalem: “Yakınları, yetimler, miskinler, yolcular”dır. “Yakınları” tâbiri, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in akrabalarını kasteder. Bunlar hususunda da ihtilâf edilmiştir:
* Bütün Kureyşîlerdir.* Sadaka helal olmayanlardır,
* Benî Hâşim´dir.
* Benî Hâşim, Benî Abdilmuttalib´tir, bunların kardeşleri bile olsalar Benî Nevfel ve Benî Abdi Şems´e bir şey verilmez (Şafiî).
Keza, yakınlarının hissesi bugün sâbit mi değil mi bu da ihtilaflıdır. Çoğunluk sabit olduğuna kânidir: “Humsu´lhums´tan fakir ve zengin olanlarına kadına bir, erkeğe iki olarak verilir” demişlerdir. İmam Mâlik ve Şâfiî hazretleri bu görüştedir.
Ebu Hanife merhum, sâbit olmadığı kanaatindedir.
Hanefîler: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hissesi ile “yakınlarının (zevi´lkurbâ) hissesi humsa iâde edilir ve ganimetin beşte biri üç kısma ayrılır: “Yetimler, miskinler ve yolcular için” demişlerdir.
“Sabittir” diyenlerin delili, meselenin Kur´ân ve sünnette gelmiş, dört halife zamanında da aynen uygulanmış olmasıdır. Üstelik halifeler bu payı verirken zenginfakir ayrımı yapmamış, fakire daha çok verme cihetine gitmemiştir. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) “zevi´lkurbâ” hissesini dağıtırken, çok zengin olmasına rağmen Abbâs´a da vermişti.
Humstan bir pay yetimlere dir. Yetim, babası olmayan büluğa ermemiş Müslüman çocuktur, muhtaç iseler bunlara verilir.
Miskinler: Fakir ve ihtiyaç sâhibi Müslümanlardır.
Yolculara gelince bu uzaktan gelmiş yolcudur. Memleketinde malı olsa bile, yolculuk halinde ihtiyacı varsa, ona da humustan ödeme yapılır.
Ganimetin geri kalan dört hissesi savaşa katılanlara dağıtılır. Atlı üç hisse alır: Biri kendisi, ikisi atı için. Piyâde olan tek hisse alır. Bu Cumhur´un görüşüdür.
Savaşa kadın ve köle ve çocuklar da katılmış ise bunlar taksimden muayyen bir pay almazlar, takdire kalmış olarak komutanca bir bahşişte bulunulur. İstilâ edilen yerlerdeki akar da, menkul gibi taksim edilir.
Müslümanlardan biri bir müşrik öldürecek olursa selebi (müşriğin üzerindeki silah, elbise ve serveti) öldürene aittir, paylaşmaya dahil edilmez.
Komutan, şecaat ve farklı gayret gösteren askerleri hususî şekilde mükâfaatlandırabilir, bu câizdir. Söz konusu mükâfaat nereden verilmeli sorusu, alimleri farklı cevaplara sevketmiştir: Bazıları humsu´lhums´taki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hissesinden demiştir. İbnu´l-Müseyyeb ve Şâfiî hazretleri bu görüştedir. Bazıları: “Bu, ganimetten hums alındıktan sonra, gazilerin hissesi olarak geri kalan dört hisseden verilir” demiştir. İshak İbnu Râhuye ve Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedir.
Bir grup âlim de: “Mükâfaat, ganimetin tamamından, taksimden önce, tıpkı seleb´in öldürene verilmesi gibi, ayrılır, geri kalan taksim edilir” demiştir.
Fey´e gelince, buna, daha önce belirtildiği gibi, ehl-i küfürden savaşsız alınan mallar girer:
* Sulh anlaşması şartına uygun olarak alınanlar,
* Cizye olarak alınanlar,
* Ticaret için daru´l-İslâm´a girenlerden alınan gümrük vergileri,
* Dâr-ı İslâm´da ölüp varisi olmayanların malları, vs.
Fey malında tasarruf hakkı, sağlığında sâdece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e aittir. Hz. Ömer şöyle demiştir: “Cenâb-ı Hakk, fey´de tasarruf hakkını sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a tanımıştır, ondan sonra kimseye bu hak tanınmamıştır” ve şu âyeti okumuştur. (Meâlen): “Ey iman edenler, onların mallarından Allah´ın peygamberlerine verdiği şeyler için siz ne at ve ne de deve sürdünüz, fakat Allah peygamberlerine, dilediği kimselere karşı üstünlük verir. Allah herşeye kâdirdir” (Haşr 6).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) feyden bakımıyla mükellef olduğu ailesine yıllık nafakaları için harcar, geri kalanı da “Allah malı” olarak at ve silaha harcardı.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra, fey´in harcanacağı yerler hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür: Bir kısım: “Bu imamlara aittir” demiştir.
İmam Şâfiî´nin iki farklı görüşü vardır:
1- “İsimleri divanda yazılı olan savaşçılara aittir. Çünkü, düşmanı korkutmada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yerini bunlar almıştır.”
2- “Müslümanların amme hizmetlerine aittir, önce savaşçılara ihtiyaçlarını görecek şekilde ödenir, sonra ehemmiyet sırasına göre, amme işlerine harcanır” demiştir.
Fey´in beşe bölünmesi hususunda da ihtilaf edilmiştir. Şâfiî hazretleri: “Beşe ayrılır, beşte biri ganimetten humsu olanlara ayrılır ve bu hisse tekrar beşe ayrılır, dört hisse savaşçılara ve amme hizmetlerine ayrılır” der.
Ancak çoğunluğun görüşü, fey´in beşe taksim edilmeyeceği, tamamının tek bir kalem olarak harcanacağı, bunda bütün Müslümanların hakkı bulunduğu esasında toplanır.[189]
ـ3ـ وعن عامر بن شهر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَما خَرجَ رسولُ اللّهِ # قالتْ لِى هَمْدَانُ هَلْ أنْتَ آتٍ هذَا الرَّجُلَ وَمُرْتَادٌ لَنَا، فإنْ رَضِيَتَ لَنَا شَيْئاً رَضِيْنَاهُ، وَإنْ كَرِهَتْ
شَيئاً كَرِهْنَاهُ. قُلْتُ: نَعَمْ. فَجِئْتُ حَتَّى قَدِمْتُ رسولِ اللّهِ # فَرَضِيتُ أمْرَهُ وَأسْلَمَ قَوْمِى، وَكَتَبَ لِى رسولُ اللّهِ # هذَا الْكِتَابَ إلى عُمَيْرِ ذِى مِرَّانَ. قاَلَ: وَبَعَثَ رسولُ اللّه # مَالِكَ بن مِرَارَةَ الرَّهَاوِىَّ إلى الْيَمَنِ جَمِيعاً فَأسْلَمَ عَكٌّ ذُو خَيْوَانَ. قَالَ: فقِيلَ لِعَلٍٍّ انْطَلِقْ إلى رسولِ اللّه # وَخُذْ مِنْهُ ا‘مَانَ عَلى بَلَدِكَ وَمَالِكَ. فَقَدِمَ: فَكَتَبَ لَهُ النَّبىُّ: بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ لِعَكٍّ ذِى خَيْوَانَ إنْ كَانَ صَادِقاً في أرْضِهِ وَمَالِهِ وَرَقِيقِهِ فَلَهُ ا‘مَانُ، وَذِمَّةُ رسولِ اللّه #، وَكَتَبَ خَالِدُ بنُ سَعِيدِ ينِ الْعَاصِ[. أخرجه أبو داود .
3. (1079)- Âmir İbnu Şehr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (peygamber olarak ortaya) çıktığı zaman, Hamdân kabilesi bana: “Gidip şu adam hakkında araştırıp bize haber getirebilir misin Şâyet bizim adımıza memnun kalırsan biz de onu kabul ederiz, şayet beğenmediğin bir husus olursa biz de reddederiz” dediler. Ben de: “Pekâla!” dedim.
Yola çıkıp Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in yanına kadar geldim. (Gördüm, inceledim ve) memnun kaldım. Kavmim de Müslüman oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ümeyr Zî Merrân´a şu mektubu yazdı.”Râvi devamla der ki: [Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mâlik İbnu Mirâre er-Rehâvî´yi Yemen´in tamamına (elçi olarak) yolladı. Akk Zû Hayvân Müslüman oldu.”
Râvi devamla der ki: “Akk´a: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a git, köyün ve malın için kendisinden emân al” dendi. O da hemen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine şu eman mektubunu yazdı:
“Bismillahirrahmanirrahim, Allah´ın Resûlü Muhammed´den Akk Zû Hayvân´a: “Eğer arâzisinde, malında, kölesinde (İslâm´a) sadık kalırsa, kendisine emân vardır, Allah´ın ve Allah´ın Resûlü Muhammed´in garantisi vardır. Bu emânı Hâlid İbnu Saîd İbni´l-Âs yazdı.” [Ebu Dâvud, Harâc 27, (3027).][190]
AÇIKLAMA:
1- İslâm´ın civarda duyulması ile, hâsıl olan aksülamelden bir kısmına güzel bir örnekle karşıkarşıyayız: Tecessüs, araştırma ve kendiliğinden Müslüman olma.
Ancak hemen belirtelim ki, bu vak’anın Mekke fethinden sonra cereyan etmiş olma ihtimali kuvvetli gözüküyor. Niçin böyle söylediğimizi belirteceğiz.
2- Hemdân, Yemen´de bir kabile adıdır. Hadisi rivayet eden Âmir İbnu Şehr el-Hemdânî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Yemen´e gönderdiği âmillerden biridir. Ebu Dâvud´da özetlenerek kaydedilen rivayet Ebu Ya´la´da teferruatlı olarak kaydedilmiştir: “Hemdân, Hakl denen (müstahkem) bir dağa sığınarak, orduların ulaşmasından emin kalmış bir yerdi. Allah onu, İranlılar gelinceye kadar (yabancı istilasından ) korumuştu. Halk onlarla (İranlılar), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zuhuruna kadar savaşmaya devam etti. O zaman Hemdân halkı bana: “Ey Âmir İbnu Şehr, sen kendini bileliden beri meliklere nedimlik yaptın. Şu adama da gidip bizim için araştırma yapabilir misin, bizim adımıza ne kabul edersen biz ona uyar, yerine getiririz. Beğenmediğin bir şeyi de beğenmeyiz” dediler. Ben: “Pekâla” dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a kadar geldim, yanında oturdum. Derken bir grup geldi ve: “Ey Allah´ın Resûlü! Bize nasihatta bulun!” dediler. Onlara: “Allah´tan korkmanızı tavsiye ederim. Sakın Kureyş´in sözünü dinlemeyin, onların yaptıklarına çağırmayın” dedi. Bu nasihatle yetindim…”
3- Sadedinde olduğumuz rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Zî Merrân´a yazdığı bir mektuptan bahseder, fakat mektubu kaydetmez.
Zî Merrân, Umeyr el-Hemdânî´nin lakabıdır. Bu zat, Mücâlid İbnu Saîd el-Hemdânî´nin ceddidir, İbnu´l-Esîr, Zehebî gibi bir kısım müellifler onun sahabi olduğunu belirtirler. Yukarıda zikri geçen mektupla ilgili rivayetini Taberânî şöyle kaydeder:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mektubu bize geldi. Şöyle yazıyordu: “Bismillahirrahmanirrahim, Allah´ın Resûlü Muhammed´den Umeyr Zî-Merrân´a ve Hemdân halkından Müslümân olanlara, size selam olsun. Ben kendisinden başka ilah bulunmayan Allah´a olan hamdimi size beyan ediyorum. Emmâ ba´d: İslâm´a girdiğiniz haberi, Rum diyarından geldiğimiz anda, bize ulaştı. Size müjdeler olsun, zira Allah, hidayetiyle sizi doğru yola sevketmiş bulunuyor. Sizler, Allah´tan başka ilah olmadığına ve Muhammed´in Allah´ın elçisi olduğuna şehâdet ettiniz, namazı kıldınız, zekâtı edâ ettiniz mi, artık Allah ve Resûlü´nün, kanlarınız ve mallarınız üzerinde garantisi vardır. Keza üzerindeki halkı Müslüman olan bütün arazi dağıyla, sâhiliyle bu garantiye dâhildir, kimseye zulüm ve sıkıntı yapılmayacaktır.
Bilesiniz, sadaka ne Muhammed´e ne de ehl-i beytine helâl değildir. Mâlik İbnu Mirâre er-Rahâvî, kaybı (sırrı) korudu, emâneti (vazifeyi) edâ etti, mektubu (haberi) getirdi. Ona iyi davranmayı emrediyorum. Çünkü o, kavmi içinde itibarlı birisidir. Bu mektubu Ali İbnu Ebî Tâlib yazdı.”[191]
4- Rivâyette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, Akk el-Hemdânî´ ye de bir mektup yolladığı ifade edilmektedir. Zû Hayvân (veya Zî-Hayvan) Akk´ın lakabıdır.
Bezzâr´da gelen rivayette biraz daha açıklamaya rastlanmaktadır: “Akk Zû Hayvân Müslüman oldu. Kendisine: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gitsen, adamların ve malın için bir emân alsan” dendi. Akk´ın orada bir köyü ve kölesi vardı. Akk, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gitti ve: “Ey Allah´ın Resûlü, (senin gönderdiğin elçi) Mâlik İbnu Mirâre er-Rahâvî bize geldi, İslâm´a davet etti. Biz de Müslüman olduk. Orada benim arazim ve kölelerim var. Bana yazılı bir emân beratı ver” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona bir berat yazdı…”
5- Yazışma ile ilgili rivayetler, yazılı vesikaları sanki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) eliyle yazmış gibi bir üslupla ifade edilmektedir. Bu, yanlış anlamaya meydan vermemelidir. Kaydedilen örneklerde de görüldüğü üzere, bu mektupları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın katiplari yazmaktadır, kendisi değil. Hepsinde olmasa bile çoğunda mektubu yazan kâtibin ismini en sonda görebilmekteyiz: “Bu mektubu………. yazdı” diye.[192]
ـ4ـ وعن كعب بن مالك رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنّ كَعْبَ بنَ ا‘شْرَفِ كانَ يَهْجُو رسولَ اللّه # وَيُحَرِّضُ عَلَيْهِ
كُفّارَ قُرَيْش، فَكَانَ رسولُ اللّه # حِينَ قَدِمَ الْمَدِينَةَ وَكانَ أهْلُهَا أخْطاً مِنْهُمُ المُسْلِمُونَ وَمِنْهُمُ الْمُشْرِكُونَ يَعْبُدوُنَ ا‘وْثَانَ، وَمِنْهُمُ الْيَهُودُ وَكانُوا يُؤذُونَ رسولَ اللّهِ # وَأصْحَابَهُ فَأمَرَ اللّهُ تَعالى نَبِيَّهُ # بِالصَّبْرِ وَالْعَفْوِ، فَفِيهِمْ أنْزَلَ اللّهُ تعالى: وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنَ قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذِينَ أشْرَكُوا أذىً كَثيراً. فَأبى كَعْبُ بنُ ا‘شْرَفِ أنْ يَنْزِعَ عَنْ أذَى النَّبىِّ # فَأمَرَ رسولُ اللّه # سَعْدَ ابْنَ مُعَاذٍ أنْ يبْعَثَ إلَيْهِ مَنْ يَقْتُلُهُ فَقَتَلَهُ مُحَمَّدُ بنُ مَسْلَمَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ، فَلَمَّا قَتَلَهُ فَزِعَتِ الْيَهُودُ وَالْمُشْرِكُونَ فَغَدَوْا عَلى رسولِ اللّه # وَقَالُوا: طُرِقَ صَاحِبُنَا فَقُتِلَ. فَذَكَر لَهُمْ رسولُ اللّه # الَّذِى كانَ يَقُولُ. ثُمَّ دَعَاهُمْ إلى أنْ يَكْتُبَ بيْنَهُ وَبَيْنَهُمْ كِتَاباً يَنْتَهُونَ إلى مَا فِيهِ، فَكَتَبَ بَيْنَهُ وَبَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْمُسْلِمِينَ عَامَّةً صَحِيفَةً[. أخرجه أبو داود .
4. (1080)- Ka´b İbn Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ka´b İbnu´l-Eşref, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın aleyhine hicviyeler düzüyor ve bunlarla Kureyş kâfirlerini, ona karşı tahrik ediyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine´ye hicretle geldiği zaman, şehrin ahalisi kozmopolitti: Bir kısmı Müslüman, bir kısmı putlara tapan müşrik, bir kısmı da Yahudi idi. Yahudiler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ashabına rahatsızlık veriyorlardı. Cenab-ı Hakk, Resûlü´ne (aleyhissalâtu vesselâm) sabır ve af emrediyordu. Allah şu âyeti onlar hakkında inzâl buyurmuş idi. (meâlen): “Hiç şüphesiz, sizden önce kitap verilenlerden ve Allah´a eş koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah´a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinizde sebat edilecek işlerdendir” (Âl-i İmrân 186).
Ka´b İbnu´l-Eşref, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e eza vermekten bir türlü vazgeçmiyordu. Sonunda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Sa´d İbnu Mu´âz (radıyallahu anh)´a, onu öldürecek birini yollamasını emretti. Onu Muhammed İbnu Mesleme (radıyallahu anh) öldürdü. Ka´b öldürülünce, Yahudiler ve müşrikler çok korktular. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek: “Arkadaşımızı geceleyin kapısını çalarak öldürdüler” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara Ka´bu´l-Eşref´in geçmişte söylediklerini hatırlattı. Sonra da hepsini kendisiyle onlar arasında yapılacak ve (şerirlerin uyarak sıkıntıları) sona erdirecek bir antlaşma imzalamaya çağırdı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlarla kendisi ve bütün Müslümanlar arasında muteber olacak yazılı bir antlaşma yaptı.” [Ebu Dâvud, Harâc 22, (3000).][193]
AÇIKLAMA:
Yahudi şâir Ka´bu´l-Eşref´in öldürülmesi vak´ası 4243 numaralı hadiste genişçe açıklanacaktır.[194]
ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]صَالَحَ النَّبىُّ # أهْلَ نَجْرَانَ عَلى ألْفَىْ حُلَّةٍ النِّصْفُ في صَفَرٍ وَالنِّصْفُ في رَجَبٍ يُؤَدُّونَهَا إلى المُسْلِمِينَ وَعَارِيَةِ ثََثِينَ دِرْعاً وَثََثِينَ فَرَساً وَثََثينَ بَعِيراً وَثََثِينَ مِنْ كُلِّ صِنْفٍ مِنْ أصْنَافِ السَِّحِ يَغْزُونَ بِهَا وَالْمُسْلِمُونَ ضَامِنُونَ لَهَا حَتَّى يَرُدُّوَها عَلَيْهِمْ عَلى أنْ َ تُهْدَمُ لَهُمْ بِيعَةً وََ يُخْرَجُ لَهُمْ قُسُّ وََ يُفْتَنُونَ عَنْ دِينِهمْ مَا لَمْ يُحْدِثُوا حَدثاً أوْ يَأكُلُوا الرِّبَا[. أخرجه أبو داود .
5. (1081)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Necrânlılarla iki bin takım elbise üzerine sulh yaptı. Yarısını Safer ayında, yarısını da Recep ayında Müslümanlara teslim edeceklerdi. Ayrıca gazvede kullanmak üzere âriyeten otuz zırh, otuz at, otuz deve ve her çeşit silahtan otuzar aded vereceklerdi. Müslümanlar, bunları, Yemen´de ihanetli bir harb olduğu takdirde Necranlılardan alıp kullanacaklar, sonra iâde edeceklerdi. Buna mukâbil Müslümanlar da Hıristiyan mâbedlerini yıkmayacaklar, dinî-ilmî reislerine dokunmayacaklar, bir hâdise çıkarmayıp yahut da fâiz yemedikleri müddetçe dinlerinde rahatsız etmeyeceklerdi.” [Ebu Dâvud, Harâc 30, (3041).][195]
AÇIKLAMA:
Bu hadis Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Necran Hıristiyanları ile yaptığı antlaşma şartlarını bildiriyor.
1- Necrân, Yemen´in, Mekke cihetine düşen bir karyesininin adıdır. Halkı aslen Arap olmasına rağmen Hıristiyanlaşmış idi. Mekke fethinden sonra Müslümanlarla bir antlaşma yapmak mecburiyeti hisseden Necrân Hıristiyanları da Medine´ye bir heyet gönderirler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara İslâm olmayı teklif eder. Hz. İsâ´nın şahsiyeti üzerinde münâkaşalar olur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara iyi davranır. Hatta bir pazar günü ibadet etmek isterler. İbnu Hişâm´ın kaydına göre Resûlullah onlara Mescid-i Nebevî´yi gösterir. Orada, kendi dinlerine göre, doğuya yönelerek ibâdet (âyin) icra ederler.
Bütün iyi davranışlara, İslâm ve bilhassa Hz. İsâ´nın gerçek şahsiyeti üzerine yapılan mâkul açıklamalara rağmen, bunlar kendi inançlarında delilsiz direnmeye devam ederler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), onları gittikleri yolun bâtıllığında ikna etmek üzere, -âyet-i kerimenin emriyle- mübâhele denen lânetleşmeye dâvet eder. Ayet şöyle (meâlen): “Sana gelen ilimden sonra artık her kim seninle münâkaşaya kalkarsa şöyle de: “Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah´ın lânetinin yalancılara olmasını dileyelim.” (Âl-i İmrân 61.)
Bu vâzıh teklif karşısında, istişâre için izin alan heyet, aralarında : Görüyorsunuz, Muhammed hak peygamberdir… Biliyorsunuz, bir peygamberle lânetleşmeye cüret eden hiçbir kavim yoktur ki, büyükleri sağ kalmış, küçükleri de büyümüş olsun. Bu durumda mübâhaleyi kabul, sonumuzun gelmesi demektir” diye müzâkerede bulunurlar. Mübâhale teklifini kabul etmemeye, Müslümanları memnun edecek bir antlaşma yapmaya karar verirler.
Şu halde, sadedinde olduğumuz rivayet, bu antlaşmanın ihtiva ettiği şartları açıklamaktadır.
2- Atlaşmadan anlaşılan bir husus şudur: Necrân halkı, elbise imâlatında temâyüz etmiş kimselerdir. Bu sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlardan takım elbise istemiştir.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),Yemen cihetinde, yapılan antlaşmalara ihânet hareketleri beklemekte, onlara karşı kullanılacak techizatın bir miktarının Necran halkı tarafından hazır bulundurulmasını sağlayarak ihtiyat tedbiri almış olmaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) âriyeten alınıp, kullanıldıktan sonra geri verilecek olan bu malzemeyi veya bedelini, âriyeten değil, aynen de bir defaya mahsus olarak taleb edebilir ve alabilirdi. İstediği zaman hazır olarak bulup kullandıktan, ihtiyaç bittikten sonra iâde edilmesi daha avantajlı bir durum arzetmiş olmalıdır.
4- Şevkânî, sulh antlaşmasına dâhil edilen bu âriyet malın da bir nevi cizye sayılacağını, ancak cizye sıfatıyla alınmadığını söyler.
5- Hattâbî der ki: “Bu rivayet imâmın sulha mukabil, alınacak maddî ivazî (aynî veya nakdî emvâli) miktarca, karşı tarafın tâkatına göre onların da rızasıyla artırıp eksiltme yetkisine sahip olduğunu göstermektedir. Kezâ, bu rivâyet, âriyetin de şart olarak sulh antlaşmasına konabileceğine delildir.”
6- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), vefat anında, Yahudi ve Hıristiyanların Cezîretü´l-Arap´tan sürülmesini, Arap yarımadasında İslâm´dan başka bir dinin barınamayacağını vasiyet etmiştir. Bu vasiyete uyan Hz. Ömer (radıyallahu anh), Necrânlıların emvâlini satın alarak, kendilerini Irak´ta, Kûfe´ye iki günlük mesâfede Nehrü-Ebân köyüne sürer. Necrânlılar, Hz. Ali halife olunca, gelip: “Ey Ali, senin dilinle şefaat diliyoruz, senin elinle yazılan bir sulh yapmıştık. Ömer bizi yurdumuzdan sürdü. Lütfet, yurdumuzu bize iâde et!” derler. Hz. Ali (radıyallahu anh): “Olur mu öyle şey! Hz. Ömer bu işin yetkilisiydi, onun icraatından hiçbir şeyi değiştirmem!” der. Mu´cemu´l-Büldân´da belirtildiği üzere, Necrânlılar, bu yeni yerleşim bölgesine de Necrân adını verirler.[196]
ـ6ـ وعن زيادة بن حُدَيْرٍ قال: ]قال علىٌّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: لَئِنْ بَقِيتُ لِنَصَارَى بَنِى تَغْلِبٍ ‘قْتُلَنَّ المقَاتِلَةَ وَ‘سْبِيَنَّ الذرِّيَّةَ فإنِّى كَتَبْتُ الْكِتَابَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ رسولِ اللّهِ # عَلى أنْ َ يُنَصِّرُوا أوَْدَهُمْ[. أخرجه رزين .
6. (1082)- Ziyâd İbnu Hudeyr anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallahu anh) buyurdu ki: “Eğer sağ kalırsam, Benî Tağlib Hıristiyanlarının eli kılınç tutanlarını öldürüp, çocuklarını esir edeceğim. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onlarla yaptığı antlaşmayı elimle bizzat yazdım: “Çocuklarını Hıristiyanlaştırmayacakları” şartı vardı. ” [Ebu Dâvud, Harac (30, 40)[197].]
AÇIKLAMA:
1- Benî Tağlib, Rebîa aşiretine bağlı bir Arap kabilesidir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında İslâm Devleti ile olan münasebetleri hususunda târih kitapları ihtilâflı bilgiler sunar. Her hâl u kârda 9. hicrî senede bir kısmı Müslüman olmuştur. Müslüman olmayanlar da çocuklarını Hıristiyanlaştırmama şartı ile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´le antlaşma yaparlar.
Yukarıdaki rivayetten onların bu antlaşmaya uygun hareket etmedikleri anlaşılıyor. Zira Hz. Ali, “Onlar verdikleri sözde durmadıkları için, ömrüm olursa ilk fırsatta üzerlerine gidip cezalarını vereceğim…” mânasında niyetini izhâr etmiştir. Zîra, ulemâ: “Şarta uymayanlar, antlaşmanın getirdiği garantiyi kaybederler” der.
Rivâyetler Tağlebîlerin (Tağlibî de denir) Hz. Ömer zamanında muzaaf sadaka ödeme şartı ile antlaşma yaptıklarını kaydeder. Beyhakî´nin bir rivayeti, bunu verdikleri vergiye “cizye” dedirtmemek için yaptıklarını açıklar: “Hz. Ömer Benî Tağlib Hıristiyanları ile, sadakanın katlanması şartı üzere antlaşma yaparken dediler ki: “Biz Arabız, biz acemlerin ödediğini ödememeliyiz. Bizden, birbirinizden aldığınız şekilde vergi alın!” Bu sözleriyle “sadaka” alın demek isterler. Hz. Ömer (radıyallahu anh):
“- Hayır, bu olamaz, çünkü sadaka Müslümanlara farz olan bir vergidir (ibâdettir)” der. Onlar:
“Sadaka ismi altında al da istediğin kadar miktarını artır, yeter ki cizye adıyla alma!” derler.
Hz. Ömer, teklifi kabul etti. Her iki taraf da “sadaka”larının katlanması hususunda mutâbakata vardılar.”
Rivâyetlerde tasrih edilmemiş olsa da Hz. Ömer zamanında, Tağlibîlerle olan antlaşmanın yeniden gündeme gelmesinde, onların Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´le olan antlaşmalarındaki “çocuklarını Hıristiyanlaştırmama” şartına uymamış olmalarının rolü düşünülebilir. Zîra, yapılan antlaşmada bu madde yenilenmektedir. İbnu Ebî Şeybe´nin rivayetinde belirtildiği üzere bu antlaşma üç esas maddeye şâmildir:
* “Zekat”ı iki katı ödeyecekler.
* Çocuklarını Hıristiyanlaştırmayacaklar.
* Kendileri de başka bir dine zorlanmayacaklar.
İşte, sadedinde olduğumuz rivâyet, çocuklarını Hıristiyan yetiştiren Tağlibîlerin, antlaşma şartını bozdukları için, Hz. Ali (radıyallahu anh)´ nin cezalandırma azmini ifade etmektedir.[198]
ـ7ـ وعن العرباض بن سارية السلمى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]نَزَلْنَا مَعَ رسولِ اللّه # قَلْعَةَ خَيْبَرَ وَمَعهُ مَنْ مَعَهُ مِنَ المُسْلِمِينَ وَكَانَ صَاحِبُ خَيْبَرَ رَجًُ مَارِداً مُتَكبِّراً فَأقْبَلَ إلى النَّبىِّ # فقَالَ يَا مُحَمّدُ: ألَكُمْ أنْ تَذْبَحُوا حُمُرَنَا وتَأكُلُوا ثَمَرَنا وَتَضْرِبُوا نِسَاءَنَا؟. فَغَضِبَ رسولُ اللّه # وَقَالَ: يَا ابْنَ عَوْفِ ارْكَبْ فَرَسَكَ ثُمَّ نَادِ: إنَّ الْجَنَّةَ َ تَحِلُّ إَّ لِمُؤْمِنٍ، وَأنِ اجْتَمَعُوا لِلصََّةِ، فَاجْتَمَعُوا ثُمَّ صَلَّى بِهِمْ ثُمَّ قَامَ فقَالَ: أيَحْسَبُ أحدُكُمْ مُتَّكِئاً عَلى أرِيكَتِهِ قَدْ يَظُنُّ أنَّ اللّهَ تَعالى لَمْ يُحَرِّمْ شَيْئاً إَّ مَا في الْقُرآنِ؟ أَ وَإنِّى وَاللّهِ لَقَدْ وَعَظْتُ وَأمَرْتُ وَنَهَيْتُ عَنِ أشْيَاءَ إنَّها لَمِثْلُ الْقُرآنِ أوْ أكْثَرُ، وَإنَّ اللّهَ تَعالى لَمْ يُحِلَّ لَكُمْ أنْ تَدْخُلُوا بُيُوتَ أهْلِ الْكِتَابِ إَّ بِإذْنٍ، وََ ضَرْبِ نِسَائِهِمْ وََ أكْلِ ثِمَارِهِمْ إذَا أعْطُوا الَّذِى عَلَيْهِمْ[. أخرجه أبو داود .
7. (1083)- İrbâz İbnu Sâriye es-Sülemî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la Hayber Kalesi´ne indik. Beraberinde başka birçok Müslüman da vardı. Hayber´in sâhibi (lideri) cebbâr, mütekebbir birisi idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek:
“- Ey Muhammed! Sizin eşeklerimizi kesmeye, meyvelerimizi yemeye, kadınlarımızı dövmeye hakkınız mı var ” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözlere öfkelenerek emretti:
“Ey İbnu Avf, merkebine bin ve şöyle nida et: “Haberiniz olsun, cennet sâdece mü´minlere helâldir, namaz kılmak üzere toplanın!”
Râvi, devamla, der ki: “Cemaat toplandı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara namaz kıldırdı. Sonra da kalkıp şunları söyledi:
“- Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup, Allah´ın sâdece şu Kur´ ân´da yazdıklarını mı haram ettiğini sanıyor Haberiniz olsun, vallahi ben (Allah´ın yasaklarını) duyurdum, (Kur´ân´da olmayan hayırlar) emrettim, birçok şeylerden sizleri yasakladım; bunlar, Kur´ân´ın bir misli kadar ve belki de daha çoktur. Allah Teâla hazretleri, Ehl-i Kitab´ın evlerine izinsiz girmenizi helal kılmamıştır. Kadınları dövmenizi, borçlarını (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helal kılmamıştır.” [Ebu Dâvud, Harâc 33, (3050).][199]
AÇIKLAMA:
1- Rivâyetten anlaşıldığı üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı bu konuşmayı yapmaya sevkeden âmil, Hayberli liderin sert târizidir. Bu târizden, Hayber´e gelen Müslümanların, Hayber Yahudilerine ait bahçelerden meyve kopardıkları, eti henüz haram edilmemiş bulunan eşeklerinden kesmiş oldukları, bu davranışlara mâni olmak isteyen kadınları dövdükleri anlaşılmaktadır.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Sâhib-u Hayber´in şikâyeti üzerine, şikâyet edene değil, askerlere kızıp, nasihat etmek üzere topluyor, namaz kıldırıp, arkadan yaptığı konuşmada şu hususlara dikkat çekiyor.
1) İslâm´ın vazettiği haram ve helâl listesi, Kur´ân´da gelenlerden ibâret değildir. Kendisi de Kur´ân-ı Kerim´de açıklananların sayısına denk, hatta daha fazla miktarda haram ve helâl beyan etmiştir, böyle bir yetkiye sahiptir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Kur´ân-ı Kerim´i “tebliğ” ve “tebyin” (= açıklama) vazifesinden başka bir de “teşrî” yani ahkâm koyma vazifesi olduğunu, bizzat Kur´ân-ı Kerim, mükerrer âyetleriyle haber vermektedir.
2) “(Rahat) koltuğuna kurulup…” tâbiriyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “câhilâne..” demek istediği belirtilmiştir. Yani ilim için hocaya gitme, seyâhat etme gibi meşakkatlere katlanmadan, ilim öğrenme çilesi çekmeden, konforla döşenmiş, binbir lüks ile tezyin edilmiş evinde oturduğu yerde, kolaydan kendine göre hüküm yürütüp ahkâm kesecekler ve zannedecekler ki, din, Kur´ân´dan ibarettir. Haram ve helâli öğrenmekte, dini anlamakta Kur´ân yeterlidir. Aliyyu´l-Kârî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın burada, dinî meseleler karşısında titizlik göstermeyen, müreffeh, mütekebbir ve cebbâr kimselerin hallerini tasvir ettiğine dikkat çeker.
Hemen belirtelim ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu vasıfta insanların zuhur edeceğini ümmete haber vermeye ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir. Onlar hakkında mükerrer uyarıların hadiste vârid olması, bunların münferid şahıslar değil, kıyamete kadar sıkça görülebilecek, ciddî tahribatlar bile yapabilecek bir “zümre” olacağına delil olmaktadır.
3) Ehl-i zimme (gayr-i müslim vatandaşlar), İslâm memleketinde mal, can, ırz yönleriyle emniyet altındadır. İzni olmadan evine girilemez, malına, canına dokunulamaz. Cizye denen vergisini verdiği müddetçe bu temel haklardan istifade eder, kanunun, devletin korunması ve himayesi altındadır.[200]
ـ8ـ وعن رجل من جهينة. ]أن رسولَ اللّه # قال: لَعَلَّكُمْ تُقَاتِلُونَ قوْماً فَتَظْهَرُونَ عَلَيهِمْ فَيَتَّقُونَكُمْ بِأمْوَالِهِمْ دُونَ أنْفُسِهِمْ وَذَرَارِيِّهِمْ فَيُصَالِحونَكُمْ عَلى صُلْحٍ فََ تُصِيبُوا مِنْهُمْ فَوْقَ ذلِكَ فَإنَّهُ َ يَصْلُحُ لَكُمْ[. أخرجه أبو داود .
8. (1084)- Cüheyneli bir adam anlatmıştır: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
“- Sizler muhtemelen bir kavimle savaşıp onlara galebe çalacaksınız. Onlar mallarıyla kendilerini ve çocuklarını size karşı koruyacaklar.”
Said (İbnu Mansûr) rivayetinde der ki: “Sizinle belli şartlarla sulh yaparlar.” (Bu cümleden sonra Müsedded ve Saîd İbnu Mansur şu ifadede) ittifak ederler:”…Artık onlardan (sulh sırasında belirlenenden) başka bir şey alamazsınız, Zîra bu size yakışmaz.” [Ebu Dâvud, Harâc 33, (3051).][201]
AÇIKLAMA:
1- Senet yönünden munkatı sayılan bir rivayetle karşı karşıyayız. Zîra senette meçhul bir râvi var: Cüheyne´den biri. Bu çeşit kimselere meçhul denir. Bu durum senette bir nevi inkıtâ hâsıl eder.
2- Hadiste, galebe çalınan düşmanla sulh yapılabileceği, onlardan sağlanan bir kısım maddî avantajlarla, onların canlarının ve çocuklarının kendilerine bağışlanabileceği ifade edilmektedir. Daha mühimmi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sulh antlaşması sırasında tesbit edilen şartlar dışında, bilâhere başka bir talepde bulunulmamasını irşâd ediyor. Kur´ân-ı Kerîm ahidlere sadâkati emrettiği (Maide 1; İsra 34) için, antlaşma şartlarında tesbit edilenlerden başka şeyler taleb etmek ahde vefasızlık olur. Gerek Kur´ân ve gerekse hadisler düşmandan taleb edilecek avantajlara sınır koymaz. Öyle ise antlaşma sırasında ne kopartılabilirse kopartılır, düşmana kabul ettirilen herşey sulh şartı yapılabilir, ama, bunlar dışında, sonradan başka bir talebde bulunulmaz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “(Sonradan talebde bulunmak) size yakışmaz” buyurmuştur.
3- Ebu Dâvud, bu rivayeti Müsedded ve Said İbnu Mansur´un bazı farklılıklarla rivayet ettiğine dikkat çekiyor ve son cümlede her ikisinin de ittifak ettiğini belirtiyor.[202]
ـ9ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أن رسول اللّه # قال: الصُّلْحُ جَائِزٌ بَيْنَ المُسْلِمِينَ إَّ صُلْحاً حَرَّمَ حًََ أوْ حَلّلَ حَرَاماً. قَالَ: وَالمُسْلِمُونَ عَلى شُرُوطهِمْ إّ شَرْطاً حَرَّمَ حًََ أوْ أحَلَّ حَرَاماً[. أخرجه أبو داود والترمذى .
9. (1085)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:”Müslümanlar arasında, haramı helâl, helâli de haram etmedikçe sulh câizdir.” Yine buyurdular ki: “Müslümanlar haramı helâl, helâli de haram etmedikçe kabul etmiş bulundukları şartlara uyarlar.” [Ebu Dâvud, Akdiye 12, (3394); Tirmizî, Ahkâm 17, (1352).][203]
AÇIKLAMA:
Mü´minlerin ister kendi aralarında ve isterse küffarla aralarında yapacakları antlaşmalarda uyulması gereken bir çerçeve çizmektedir:
* Haramı helâl, helâli haram kılacak hiçbir antlaşma meşru değildir. Böyle bir antlaşma yapılamaz.
* Böyle bir antlaşma şu veya bu şekilde yapılmış, icbar edilmiş veya devralınmış ise, buna uyulmaz.
* Haramı helâl, helâli haram etme şartına şâmil olmayan antlaşmaya uymak farzdır, uymamak, ihlâl etmek, nakzetmek haramdır.[204]
ـ10ـ وعن ابن المسيب قال: ]قال رسولُ اللّه # ليهود خيبر: أُقِرُّكُمْ مَا أقَرَّكُمُ اللّهُ تَعالى عَلى أنَّ التَّمْرَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ، وَكَانَ # يَبْعَثُ عَبْدَاللّهِ ابنَ رَوَاحَةَ فَيَخْرُصُ بَيْنَهُ وَبَيْنَهُمْ. ثُمَّ يَقُولُ: إنْ شِئْتُمْ فَلَكُمْ، وَإنْ شِئْتُمْ فَلِى فَكَانُوا يَأخُذُونَهُ[. أخرجه مالك .
10. (1086)- İbnu´l-Müseyyeb anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber Yahudilerine şunu söyledi:
“Mahsulât, sizinle bizim aramızda olmak şartıyla sizi Allah´ın bıraktığı müddetçe yerinizde bırakıyorum.”
Resûlllah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber´e (tahminci olarak) Abdullah İbnu Revâha (radıyallahu anh)´yı gönderdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la Yahudiler arasında, mahsûlün miktarını tahmin ve takdir işini o yapmış, neticede, onlara: “İsterseniz siz alın, isterseniz bana kalsın” demişti. Yahudiler mahsûlün kendilerine kalmasını tercih ettiler.” [Muvatta, Müsâkat 1, (2, 703).][205]
AÇIKLAMA:
1- Hayber, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinin büyük şehirlerinden biriydi. Medine´ye Şam cihetinde 8 berîd mesafede kalelerle çevrili bir şehir. Müslümanlar burayı, Hudeybiye Sulhü´nden sonra yedinci hicrî senede, on küsur günlük kuşatma sonunda fethetmişlerdir.
Sahîheyn´den gelen bir rivayete göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber´i fethettiği zaman Yahudileri oradan sürmek istedi. Ancak, çalışma tamâmen kendilerinden olmak üzere mahsûlün yarısını vermek şartıyla yerlerinde kalma teklifinde bulundular. Bunun üzerine: “Allah´ın kalmanızı dilediği müddetçe ben de sizi yerinizde bırakıyorum” dedi.
2- Bazıları, burada meçhul müddete tâlik eden müsâkât akdinin cevâzına delil görmek istemiştir. Ancak, Zürkânî´nin açıkladığı üzere, böyle bir şey sözkonusu değildir. Çünkü, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), küffârı Cezîretü´l-Arap´tan çıkarmaya kararlı idi, tıpkı Kudüs´e müteveccihen namaz kıldığı halde Ka´be´ye yönelmeyi arzulaması ve bu hususta vahiy beklemesi gibi. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ciddi kararlarda hep vahiy beklerdi. Şu halde bu meselede de kararını Yahudilere bildirmiş, haklarında -ölüm ânına kadar bildirilecek- vahyin gelmesini beklemiştir. Nitekim, ölüm sırasında vahy-i İlâhî gelmiş ve buna dayanarak: َيَبْقَيَنَّ دِينَانِ بِأَرْضِ الْعَرَبِ
“Arap memleketinde iki din kalmayacaktır” demiştir. Bilâhare Hz. Ömer bu hadisi işitince[206] gerçekten sahih mi, değil mi araştırıp, sıhhatine kâni olunca, gayr-i müslimleri Arabistan Yarımadası´ndan sürmüştür.
“Bu rivâyette, müddetçe meçhul olan vâdeye tâlik edilecek müsâkât anlaşmasının cevâzına delil var” diyenlere: “Bu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a has bir tatbikattır, başkalarına delil olamaz” diye de cevap verilmiştir, çünkü bu çeşit antlaşmalarda müddet tâyini şarttır.
Hadisle ilgili başka mütâlaalar da ileri sürülmüştür, hepsini kaydetmeyeceğiz.
Müsâkat, sulamak mânasına gelen saky´dan alınmadır. Fıkıh ıstılahı olarak: Bağ ve bahçeyi, -meyve, hububat ve sebze nevinden her çeşit- mahsûlatının bir kısmı mukabilinde birine vererek bırakmaktır.
3-Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), çıkacak mahsûlü tahmin etmek üzere, bu işten anlayan hususî memurlar gönderirdi. İlk defa, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şâirlerinden ve ilk Müslümanlardan olan Abdullah İbnu Revâha (radıyallahu anh)´yı göndermiştir. Abdullah, Mûta Gazvesi´nde şehid düşen komutanlardan biridir.
Hz. Câbir (radıyallahu anh)´den gelen bir rivayette, Abdullah İbnu Revâha, mahsulatı 40 bin vask (17) olarak tahmin etmiştir. Abdullah onlara: “İster bunun bedelini ödeyerek mahsûlü siz alın, isterseniz biz size ödeyelim, mahsûl bizde kalsın” diyerek tercihi onlara bırakmış, Yahudiler 20 bin vask ödeyerek mahsûlün kendilerinde kalmasını tercih etmişlerdir.
Hemen belirtelim ki, bu hadis tatbikatta farklı yorumlara sebep olmuştur. Müsâkât denen ortaklık nevinde, önceden yapılan tahmine göre amel câiz değildir, taksim tartılarak yapılır. Bu sebeple Abdullah İbnu Ravâha´nın ameli farklı tevillere konu olmuştur. Ebu´l-Velid el-Bâcî: “Bu muhtemelen, zekât hakkının tesbiti içindir. Çünkü zekâtın harcanacağı yerler (masraf), savaşılarak elde edilen arazilerin gelirlerinin harcanacağı yerlerden farklıdır. İmam bu sonuncunun gelirini fakirzengin ayırımı yapmadan hak sahibine verir” der.
Umumiyetle, bu tahminin, zekât miktarını tesbite yöneldiği kabul edilmiştir. Çünkü, mahsul toplanıncaya kadar Yahudilerin elinde kalacak, taze iken yenen miktarlar, zekât hissesini eksiltecektir. Üstelik zekâta hak kazanan kimseler, müsâkatta ortak taraf değildir ki, haklarının önceden tahminle tesbiti câiz olmamış olsun. Nitekim Hz.Aişe de: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), önceden tahmin edilmesini, meyvenin yenmesinden ve taksiminden önce zekâtın hesaplanması için emretti” demiştir.
4- Bu rivayetten Cumhur, müsâkatın câiz olduğu hükmünü çıkarmıştır. Ahmed İbnu Hanbel, Şâfiî, Mâlik hazretleri, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed bu noktada ittifak ederler.
Ancak Ebu Hanife bunu beş sebebe binâen câiz görmez.[207] Ona göre:
1- “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) muhâbereyi yasaklamıştır. Muhâbere hayber kelimesinden gelir, Hayberlilerin müsâkat ameli manasına gelir, cevâza delalet eden hadis mensuhtur.”
Ebu Hânife´ye cevap verilmiş ve: “Araplar, İslâm´dan önce de muhâbereyi biliyordu. Bu, arazinin, ondan alınacak mahsul mukabilinde kiralanması idi. Muhâbere kelimesi hayber´den gelmez, gizli şeyleri bilmek mânasına gelen hıbre´den gelir” denmiştir.
Ayrıca, “harb kelimesinin hars yani ekin, ziraat mânasına geldiği, muhâbere´nin buradan gelmiş olabileceği de söylenmiştir. Müsâkât tatbikatının Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), sonra da Hz. Ebu Bekir -Yahudilerin Teyma´ya sürülmesine kadar da- Hz. Ömer devrinde tatbik edildiği, dolayısıyla neshten bahsetmenin mümkün olmayacağı söylenmiştir.
2) Ebu Hanife´nin bir diğer yorumu şöyle: “Hayber Yahudileri, Müslümanların köleleri durumunda idi. Yabancı ile câiz olmayan bir kısım muâmele köle ile câizdir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Yahudilere takdir ettiği yarı, onların nafakalarıdır. Çünkü kölenin nafakası efendisinin üzerinedir.” Bu mütâlaya da şöyle cevap verilmiştir: “Yahudiler köle mesabesinde olsaydı, onları cizyeye mahkûm etmez, onları Suriye´ye, şuraya buraya sürmezdi. Zîra bu sürme işi Müslümanların malını ziyan etme demektir. Ayrıca, İbnu Revâha onlara: “Dilerseniz siz Müslümanların hissesini ödeyin (mahsul sizin olsun), dilerseniz biz sizin hissenizi ödeyelim mahsul bize kalsın” demiştir. Efendinin köle adına tazmini mevzubahis olamaz, zîra malın tamamı efendinindir. Öyleyse ortadaki vak´a, Yahudilerin bu hisseye hakiki sahip olduklarını gösterir.
3) Ebu Hanife´ye göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bey´u´lğarar´ı[208] yasaklamış olması da müsâkâtın caiz olmadığına bir delildir, zîra, burada verilen ücrette ğarar mevcuttur, çünkü, mahsulün selâmete erip ermiyeceği meçhuldür. Bu mülâhazaya da: “Cevâz hadisi hasdır, ğarardan nehy âmmdır, hass olan âmm olana takdim (ve tercih) edilir” diye cevap verilmiştir.
4) Ebu Hanife şöyle der: “Bir haber, kâideler muhâlif olursa, kâidelere gönderilir, cevâz hadisi üç kâideye muhaliftir: “Bey´u´lğârar” “meçhul´e ücret takdiri”, “meyvenin olgunlaşmazdan önce satılması” bunların üçü de bi´l-icma haramdır.”
Bu mülâhazaya da şöyle cevap verilmiştir: “Bir haberle amel edilmemişse, o haber kaidelere havâle edilir, amel edilmişse, mânasının kastedildiğine hükmeder ve bununla amel gerektiğine inanırız. Şârî bir hüküm koyduğu zaman, bunu da diğer hükümler gibi koymak zorunda değildir. Bilakis, o, benzeri olan hüküm de, benzeri olmayan hüküm de koyma yetkisine sâhiptir. Öyle ise bu husus, zarûreten, mezkûr hükmün, bu temel kâidelere istisna teşkil ettiğine delil olur. Zîra, herkes, ağaçlarına ve ziraatine bizzat bakmaya muktedir değildir.”
5) Ebu Hanîfe´nin son bir mütâlaası da şöyle: “Müsâkât, mevâşînin (sağmal hayvanlar) ürünlerinden bir miktarını vererek mevâşînin tenmiye edilmesi yasağına kıyâsen de câiz değildir.”
Bu mülâhazaya: “Mevâşî sahibi, hayvanlarına bakmaktan aciz olduğu takdirde bunların satılması zor değildir, halbuki, ekin ve meyve küçükken durumu farklıdır, bunlar satılamaz” diye cevap verilmiştir.[209]
ـ11ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ أهْلَ خَيْبَرَ قَالُوا: يَا مُحَمَّدُ دَعْنَا نَكُونَ في هذِِهِ ا‘رْضِ نُصْلِحُهَا وَنَقُومُ عَلَيْهَا فَأعْطَاهُمْ عَلى أنَّ لَهُمْ الشّطْرَ مِنّ كُلِّ زَرْعٍ وَشَئٍ مَا بَدَا لِرَسولِ اللّه #، فَكَانَ عَبْدُاللّهِ بْنُ رَوَاحَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَأتِيهِمْ كُلَّ عَام فَيَخْرِصُهَا عَلَيْهِمْ ثُمَّ يُضَمِّنُهُمُ الشّطْرَ فَشَكَوْا إلى رسولِ اللّهِ # شِدَّةَ خرْصِهِ وَأرَادُوا أنْ يَرْشُوهُ. فقَالَ عَبْدُاللّهِ: تُطْعِمُونِى السُّحْتَ؛ وَاللّهِ لَقَدْ جِئْتَكُمْ مِنْ أحِبِّ النَّاسِ إلىَّّ، وَ‘نْتُمْ أبْغَضُ إلىَّ مِنْ عِدتِكُمْ مِنَ الْقِرَدَةِ وَالخَنَازِيرَ، وََ يَحْمِلُنِى بُغْضِى إيَّاكُمْ عَلى أنْ َ أعْدِلَ فِيكُمْ. فَقَالُوا بِهذَا قَامَتِ السَّمواتُ وَا‘رْضُ، وَكانَ رسولُ اللّه # يُعْطِى كُلَّ امْرَأةٍ مِنْ نِسَائهِ ثَمَانِينَ وَسْقاً مِنْ تَمْرٍ كُلِّ عَامٍ وَعِشْرِينَ وَسْقاً مِنْ شَعِيرٍ، فلمَّا كانَ زَمَنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ غَشُّوا المُسْلِمينَ فألْقَوُا ابْنَ عُمَرَ مِنْ فَوْقِ بَيْتٍ فَفَدَعُوا يَدَيْهِ. فقَالَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: مَنْ كانَ لَهُ سَهْمٌ بِخَيْبَرَ فَلْيَحْضُرْ حَتَّى نُقَسِّمَهَا بَيْنَهُمْ. فقَالَ رَئِيسُهُمْ: َ تُخْرِجْنَا! دَعْنَا نَكُونُ فِيهَا كمَا أقَرَّنَا رسولُ اللّهِ #وَأبُوا بَكْرٍ، فقَالَ
لَهُ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: أتُرَاهُ سَقَطَ عَلى قَوْلِ رسولِ اللّه # كَيْفَ بِكَ إذ َا رَقَصَتْ بِكَ رَاحِلَتُكَ نَحْوَ الشَّامِ يَوْماً ثُمَّ يَوْماً ثُمَّا يَوْماً، وَقَسَّمَهَا عُمَرُ بَيْنَ مَنْ كانَ شَهِدَ خَيْبَرَ مِنْ أهْلِ الحُدَيْبِيَةِ[. أخرجه البخارى وأبو داود .
11. (1087)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hayber halkı dediler ki: “Ey Muhammed, bizi bırak, burada kalalım, araziyi ıslâh edip işleyelim.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da her ekinin ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın uygun göreceği her bir şeyin mahsulünün yarısı onların olmak şartıyla araziyi onlara bıraktı.
Abdullah İbnu Revâha (radıyallahu anh), her yıl oraya gelir, miktarı tahmin eder ve yarısının karşılığını onlardan alırdı. Yahudiler, Abdullah´ı tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e şikâyet ettiler. Hatta bir ara (lehlerine gevşek davranması için) rüşvet vermek istediler. Abdullah onlara:
“Bana haram mı yedirmek istiyorsunuz. Vallahi ben en ziyâde sevdiğim insanın yanından geldim. Sizin topunuz bana maymunlar ve hınzırlardan daha menfurdur. Buna rağmen, benim size olan buğzum, size karşı âdil olmama mâni değildir.”
Yahudiler, Abdullah (radıyallahu anh)´ı takdir edip:
“İşte bu adalet ve doğrulukla semâvat ve arz nizam içinde ayakta durur” dediler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), her bir hanımına her yıl seksen vask hurma, yirmi vask arpa veriyordu. Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında, Yahudiler Müslümanlara hile yaptılar İbnu Ömer (radıyallahu anh)´i bir evin damında uyurken geceleyin aşağı attılar, el ve (ayak) bileklerini çıkardılar. Hz. Ömer İbnu´l-Hattâb: “Hayber´de hissesi olan hazırlansın, aralarında taksim edelim” dedi. (Taksim edileceği zaman) reisleri:
“Bizi buradan çıkarma. Bizi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ebu Bekir´in yaptıkları gibi yerlerimizde bırak” dedi.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona: “(Kararımızda) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sözüne ters düştüğümüzü mü zannediyorsun [210] Bineğin seni Suriye´ye doğru bir gün, sonra bir gün, sonra bir gün daha koşturmasına ne dersin ” diye cevap verdi.
Hz. Ömer (radıyallahu anh), Hayber´i, Hudeybiye ashâbından Hayber Seferi´ne iştirak etmiş olanlar arasında taksim etti. [Buhârî, Megazî, 38; Ebu Dâvud, Cihâd 24, (3006).][211]
AÇIKLAMA:
1-Hayber´in fethi ile ilgili rivayetler, Buhârî´nin Kitâbu´l-Megâzî bölümünde 38-41. bablarda yer alır. Ancak yukarıdaki rivâyet, kısmî olarak Kitâbu´ş-Şurut´un 14. babında kaydedilmiştir. Rivayet Teysir´de kaydedildiği şekliyle Ebu Dâvud´da mevcut değildir. Hadis´in Câmiu´l-Usûl´deki aslı daha uzun. Teysir, rivayet´in baş kısmını almamış. Hayber´in fethi, Yahudilere bırakılması, ordan sürülmeleri gibi farklı meselelere bazı açıklık daha getireceği için, rivayetin atlanmış olan baş kısmını da kaydediyoruz:”
(Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber ehline gelip onlarla savaştı. Sonunda kalelelerine çekildiler. [Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kaleleri dıştan bir müddet kuşattı, neticede] arazi, ekin ve hurma üzerinde onlara galebe çaldı. Bineklerin taşıyabileceği eşyaları götürerek orayı terketme şartıyla sulh yaptılar. Sarı (altın), beyaz (gümüş), halka -ki bununla silah kastediliyordu- nev´inden bütün varlıklarını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a vermek de antlaşmaya dahildi. Ayrıca, ne varsa beyan edip, hiçbir şeyi gizlememeyi de onlara şart kılmıştı. Öyle ki bu şartlara uymazlarsa ortada ne antlaşma muteber olacak, ne de antlaşmanın sağladığı garanti olacaktı. Ancak yine de mesk´i gizlediler. Mesk, Huyey İbnu Ahtab´ın mal ve zineti bulunan bir deri idi, Benî Nâdir, Medine´den sürgün edildiği zaman beraberinde getirmişti[212] Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Huyey´in amcasına ki, ismi Sa´ye idi:
“Benî Nadir´den getirilen Huyey´in meski ne oldu ” diye sordu.
“Nafaka harcamaları ve savaş masrafları onu eritti” deyince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Aradan fazla zaman geçmedi. Mesk´teki servet bu kadar zaman içinde bitip tükenmeyecek kadar çoktu” dedi. Huyey, daha önce öldürülmüştü. [Meskin yerini ancak Sa´ye bilebilirdi. Onu konuşturmak üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] Zübeyr´e teslim etti. Zübeyr (radıyallahu anh) canını yakarak sıkıştırdı. Bunun üzerine:
“Huyey´in şurada bir yıkıntının etrafını dolaştığını görmüştüm” dedi. Beraberce gidip oraları dolaştılar. Meski gerçekten bir yıkıntının içerisinde buldular. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebu´l-Hukayk´ın iki oğlunu öldürttü. Bunlardan biri Safiyye Bintu Huyey İbnu Ahtab´ın kocası idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadın ve çocuklarını esir aldı. Antlaşmaya riayet etmedikleri için mallarını da taksim etti. (Geri kalan Yahudileri de) Hayber´den sürmek istedi. Ancak, Hayber halkı dediler ki…” Rivâyetin gerisini yukarıda kaydettik.
2- Hemen belirtelim ki, Hayber Yahudilerle meskun bir yerdi. Medine´den sürülen Benî Nâdir Yahudileri de buraya yerleşmişlerdi. Burası, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) için tehlikeli bir odak teşkil ediyordu. Zâhiren ağır -ve bir kısım ashabın değerlendirmesine göre- utanç verici, zül getirici mahiyette olan Hudeybiye Sulhü´nü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın imzalamakta isticâl edişinin bir sebebini Mekkelilerin bîtaraflığını sağlayarak, burnunun dibindeki bu tehlikeli yuvayı dağıtma düşüncesi teşkil ediyordu. Buradaki Yahudiler, hem sayıca fazla ve hem de zengindi. Üstelik Müslümanlara karşı kinle dolu idiler. Bunlar, bir ara bütün güçleriyle civardaki müşrik kabileleri içine alan bir ittifak kurup Medine´ye -Hendek Savaşı´nda olduğu şekilde- saldırmak istemişlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu faaliyeti istihbâr edince, harekâtın organizatörü durumunda olan Hayberli Yahudilerin şefi Sellâm İbnu Ebî´l-Hukayk´ı, Abdullah İbnu Atîk (radıyallahu anh)´i dört kişilik bir ekiple göndererek öldürtmüştü. Sellâm´ın yerine geçen Usayr İbnu Zâram aynı faaliyeti devam ettirince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ikinci bir ekibi, Abdullah İbnu Revâha başkanlığında göndererek onu da öldürtmüştü. Burası Müslümanlar için ciddî bir tehlike kaynağı idi.
Şu halde bu tehlikeli odak temizlenmeli idi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye Sulhü´nü imzalayınca Medine´de bir aydan az bir zaman ikametten sonra doğru Hayber´e gitti. Niyeti Yahudileri buradan sürmekti. Medine´deki ikametinin de savaş hazırlıklarını ikmâl olduğu anlaşılmaktadır.
Savaş kazanılınca, Yahudilerin, “araziyi ekip kaldırmada mâhir kimseler olduklarını belirterek ağaç ve ekinlerden elde edilecek mahsulatın yarısını Müslümanlara vermek kaydıyla orada kalmayı” taleb etmeleri üzerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), daha önceki rivayette belirtildiği üzere “Allah´ın dilediği zamana kadar” yerlerinde kalmalarına izin verdi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları sürmede niye acele etmedi diye bir suâle şu cevap verilebilir:
1) Hayber arazisi, Medine´nin gıda ambarı durumunda idi. Hurma ziraati, hububat ziraati gelişmişti, Yahudilerin sürülmesi, o günün şartlarında buradaki zirâî istihsâlin durmasına sebep olabilirdi.
2) Burada san´atkârlar da vardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bunları san´at hayatının gelişmesinde kullanmak istemişti. Esirler arasında tesbit edilen otuz kadar demirci ustası hakkında şu emri vermişti: اُتْرُكُوهُمْ بَيْنَ الْمُسْلِمِينَ يَنْتَفِعُونَ بِصَنَاعَتِهِمْ وَيَتَّقُونَ بِهَا عَلَى جِهَادِ عَدُوه
“Onları Müslümanlar arasında serbest bırakın, san´atlarından istifâde etsinler, elde edecekleri bilgi ve mahâretlerle düşmanlarıyla yapacakları cihadda istifâde etsinler”. Dediği gibi yapılır.
3) Bunların bütün servetleri ve silahları ellerinden alınmış, lider durumundaki büyükleri öldürülmüş, artık zararsız hâle getirilmişlerdi. Arazi işleyecek mâhir işçiler durumuna indirilmişlerdi.
4) Sindirilmiş, işçi statüsüne sokulmuş vaziyette Hayber´de kalmalarının muhtemel zararı çok az olmakla birlikte, henüz İslâmlaşmamış dış hududa sürülmeleri çok tehlikeli olabilirdi: Bunlar gittikleri yerde yeniden derlenip toparlanmaktan başka,düşman unsurları tekrar organize edip, Müslümanlara karşı tahrik edebilirlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hayber´de, Müslümanların murâkabesi altında kalmalarını uygun bularak tekliflerini kayıtlı olarak kabul etti.
Hz. Ömer (radıyallahu anh), şartlar uygun hâle gelince, bir gece oğlu Abdullah (radıyallahu anh)´ı uyurken damdan atmalarını bahâne ederek, Teyma ve Erîha´ya sürecektir. Erîha, Suriye´nin Ürdün kesiminde, Beytü´l-Makdis´e bir günlük atlı mesafede yerlerdir.
3- Hayber Yahudilerinden ele geçen servet:
Vâkidî´nin Meğâzî´de verdiği bilgiye göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hayberlilerin şefi Kinâne İbnu Ebi´l-Hukayk ile, kalelerde mevcut savaşçıların aile ve çocuklarının bağışlanması mukabilinde,
* Hayber´i ve arazisini çocuklarıyla terketmek,
* Mal, arazi, altın, gümüş, silah, binek ve üzerlerinde giydikleri dışında bütün kumaş ve giyecekleri Müslümanlara bırakma şartıyla anlaşırlar.
Şu mallar teslim alınır: 100 zırh, 400 kılınç 1000 mızrak, 500 yay.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Kinâne İbnu Ebi´l-Hukayk´tan, Ebu´l-Hukayk hânedânının atadan evlâda intikal eden hazine ve zinetlerini -ki bunlar yukarıda adı geçen mesk´in içinde saklanırdı- sorar. Kinâne, yukarıda belirtildiği üzere harcanıp bitirildiğini söylerse de sıkıştırılarak ortaya çıkarılır. Yine rivayette belirtildiği üzere, yalanı ortaya çıkınca antlaşmanın sağladığı her çeşit garantiden mahrum kalır. Zübeyr İbnu´l-Avvâm, mesk dışında gizlediklerini de ortaya çıkarması için Kinâne´ye eziyette bulunur. Bütün servet ortaya çıkarılır.
Kinâne, kardeşiyle birlikte öldürülür; mallarına el konur, kadın ve çocukları esir edilir.
Mesk getirilip açılınca içinde altından yapılmış bilezikler, muştalar, halhallar, küpeler, yüzükler, eldivenler, kıymetli taşlardan ve zümrütten yapılmış gerdanlıklar vs. vs.ler görülür.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buradan bir cevher gerdanlık alıp kızlarından birine veya Hz. Aişe´ye hediye eder. O da bunu alır almaz aynı gün muhtaç ve dullar arasında dağıtır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) o gece uyuyamaz. Sabah olunca Hz.Aişe´ye (veya kızına) koşup gerdanlığı geri ister: “Onu bana geri ver, benim değil, onda senin de hakkın yok!” der. Olup biten anlatılınca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Allah´a hamd eder.[213]
ـ12ـ وعن أبى بكرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يقول: مَنْ قَتَلَ مُعَاهَداً مُتَعَهِّداً في غَيْرِ كُنْهِهِ حَرَّمَ اللّهُ
تَعالى عَليه الجَنَّةَ[. أخرجه أبو داود والنسائى.قوله: »في غير كنهه« أى في غير وقته أو حاله الذى يجوز فيه قتله .
12. (1088), Ebu Bekir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim: “Kim (kendisine emân verilerek) antlaşma yapılan bir kimseyi vakti dışında öldürürse, Allah ona cenneti haram eder.” [Ebu Dâvud, Cihâd 165, (2760); Nesâî, Kasâme 14, (8, 24).][214]
AÇIKLAMA:
Dinimiz, kâfirin kanını mutlak şekilde helâl addetmez. Belli ve muayyen şartlar altında kâfirin kanı helâldir. Bu da savaş halidir. Antlaşma yapılan, eman verilen bir kimsenin kanı haramdır. İslâm memleketi dâhilinde yaşayan zımmîler de kendilerine eman verilmişler zümresine dâhildir; kanları haramdır.
Hadiste, “antlaşma yapılan kimseyi künhü dışında öldüren…” denir. Bir şeyin künhü, onun hakikati demektir. “Burada künhü´nden murad vakti ve hedefidir” de denmiştir. Yani “öldürülmesi helâl olan vakitten…” veya “emân verilen nihâî hedeften önce öldüren” demektir.[215]
ـ13ـ وعن صفوان بن سليم عن عدة من أبناء الصحابة عن آبائهم رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم. ]أنَّ رسولَ اللّه # قالَ: مَنْ ظَلَمَ مُعَاهِداً أوِ انْتَقَصَهُ أو كَلَّفَهُ فَوْقَ طَاقَتِهِ أوْ أخَذَ مِنْهُ شَيْئاً بِغَيْرِ طِيبِ نَفْسِهِ فَأنَا حَجِيجُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه أبو داود .
13. (1089)- Safvân İbnu Süleym, birçok sahabi evlatlarının, babalarından yapmış oldukları rivayetlere dayanarak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle buyurmuş olduğunu naklediyor:
“Kim antlaşma yapılan bir kimseye zulmeder veya hakkını tenkis eder veya tâkatının fevkinde emreder veya onun rızası dışında bir şeyini alırsa, kıyamet günü aleyhine ben delil olacağım.” [Ebu Dâvud, Harâc 33, (3052).][216]
AÇIKLAMA:
Hakkı tenkîs etmek hak ettiği şeyi eksik vermek mânasına geldiği gibi, -Tîbî´nin söylediğine göre, inancından dolayı ayıplamak mânasına da gelir. Tâkatının fevkinde emretmek, ödeyemeyeceği miktarda cizye, vergi gibi mükellefiyetlere tâbi tutmak mânasına gelir. Aleyhine delil olmak, aleyhine delil getirmek suretiyle düşmanı olmak, Allah´a şikâyet etmek mânasına gelir.
Bütün bu ifâdeler, İslâm memleketinde yaşayan gayr-i müslimlere âdil davranma gereğine dikkat çeker.[217]
ـ14ـ وعن أم هانئ رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]أجَرْتُ رَجُلَيْنِ مِنْ أحْمَائِى فقَالَ #: قدْ أجَرْنَا مَنْ أجَرْتِ[. أخرجه الستة إَّ النسائى .
14. (1090)- Ümmü Hânî (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ben kocamın akrabalarından iki kişiye civâr (himâye) vermiştim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) “Senin civar verdiğine biz de civâr verdik” buyurdu.” [Buharî, Cizye 9, Salât 4, Edeb 94; Müslim, Hayz 70, (336), Müsâfirîn 80; Muvatta, Sefer 27, (1, 152); Tirmizî, İsti´zân 24, (2735); Ebu Dâvud, Salat 30, (1290); Cihad 167, (2763).][218]
AÇIKLAMA:
1- Arabça´da civâr vermek, emân vermektir. Yani bir Müslümanın bir kâfire “Senin hayat hakkını ben garantiliyorum, sana kimse dokunamaz” mânasında garanti vermesidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), amcasının kızı Ümmü Hânî´nin Mekke´nin fethedildiği gün iki müşrike verdiği emânı muteber addetmiş: “Sen kime emân verdi isen bu akdi biz de tanıyoruz, o, bizden de emân almış gibi, emniyet altına girmiştir” mânasında beyanda bulunmuştur.
Bu rivayetten hareket eden ulemânın hepsi: “Kadınların vereceği emânın muteber olduğu hükmünü vermekte icmâ etmişlerdir. Keza fakihler çoğunluk itibâriyle, kölenin vereceği emânın da muteber olduğunu söylemekte ittifak ederler. Ancak Ebu Hanife merhum ve ashâbı; savaşan köle ile, savaşmayan köle arasında bir ayırım yaparak, savaşan kölenin emânını muteber addederken, “öbürünün emânı muteber değildir” demişlerdir.
Çocukların emânına gelince, bunların emânı kabul edilmez. Çünkü onların akidleri makbul değildir.
2- Kaynakların bir kısmında, Ümmü Hânî´nin Mekke fethedildiği gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a uğradığı, Hz.Fatıma´nın tuttuğu bir perdenin gerisinde gusleder bulduğu ifade edilir, fakat Ümmü Hânî´nin civâr verme meselesine temas edilmez. Şunu da kaydedelim ki, “Emân verme işi, imama has bir iştir” diyerek bu babta gelenleri te´vil eden de olmuştur. Ancak esas olan önceki görüştür.[219]
ـ15ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]مَا خَتَر قَوْمٌ بِالْعَهْدِ إَّ سَلَّطَ اللّهُ تَعالى عَلَيْهِمْ الْعَدُوَّ[. أخرجه مالك بغا.»الختر« الغدر .
15. (1091)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “Ahdine kim vefasızlık edip bozarsa, Allah mutlaka ona bir düşman musallat eder.” [Muvatta, Cihâd 12, (2, 449), 26 (2, 460). İmâm Mâlik bunu belâğ (senetsiz) olarak rivâyet etmiştir.][220]
İKİNCİ FASIL
CİZYE VE CİZYE İLE İLGİLİ HÜKÜMLER
CİZYE: Ehl-i zimmeden yani İslâm beldesinde yaşayan gayr-ı müslimlerden alınan vergidir. Buna zekât denmez. Çünkü zekât, vergiden ziyâde mü´minlere terettüp eden bir ibâdettir. Zekât veren mü´min Rabbine karşı olan mâlî bir ibadetini yerine getirmiş olmaktadır.
Cizye´nin kelime olarak bölmek, taksim etmek mânasına gelen جَزَاص den geldiği kabul edilir. Mâmafih karşılık mânasına gelen جَزَاء ´dan geldiği de söylenmiş, “İslâm beldesinde emniyet içinde yaşamalarının karşılığıdır” denmiştir.
Alimler derler ki: “Cizyenin vaz´edilmesinin hikmeti şudur: Cizye vermekle İslâm memleketinde yaşama hakkı kazanırlar, Müslümanlarla düşüp kalkma fırsatı bulurlar. Bu durum onların, İslâm´ın güzelliğini öğrenmelerine imkân tanır. Öte taraftan cizye vermiş olmanın hissettirdiği bir zillet vardır. Bu zilletten kurtulma endişesiyle, İslâm´ın güzelliğini öğrenmiş olma keyfiyetinin birleşmesi onları Müslüman olmaya sevkeder. Öyle ise, cizye müessesesi gayr-i müslimleri İslâm´a kazanmada müessir bir vâsıtadır. Bu sebeple teşrî edilmiştir.” (1092 numaralı hadiste Tağlibîlerle ilgili açıklama bu meseleyi aydınlatıcı mahiyettedir.)
Cizye ilk defa sekizinci senede va´zedilmiştir. Dokuzuncu senede diyen de olmuştur.[221]
ـ1ـ عن معاذ بن جبل رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رَسولَ اللّهِ # لَمَّا وَجَّهَهُ إلى اليَمَنِ أمَرَهُ أنْ يَأخذَ مِنْ كُلِّ حَالِمٍ دِيناراً أوْ عَدْلَهُ مِنَ المَعَافِرِى: ثيابٌ تَكون باليمين[. أخرجهُ أبو داود .
1. (1092)- Muâz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendisini Yemen´e gönderdiği zaman, ihtilâm olan herkesten (vergi olarak) bir dinar veya -Yemen´de imal edilen bir kumaş olan meâfirî´den, bir dinara tekabül eden miktarda almasını emretti.” [Ebu Dâvud, Harâc 30, (3038, 3039); Tirmizî, Zekât 5, (623); Nesâî, Zekât 8, (25-26).][222]
AÇIKLAMA:
1- Meâfir, Hemdan´da yaşayan bir kabile adıdır. Burada imal edilen bir kumaşa -oraya nisbetle Meafiriyye denmiştir. Meâfiri tâbiriyle ne kastedildiği râvilerden biri tarafından, “Yemen´de imâl edilen bir kumaş” diye açıklama eklenmiştir. Hadis ilminde bu çeşit açıklayıcı ilâvelere derc denir. Bu çeşit hadislere de müdrec hadis denir. Müdrec hadisler, aslında zayıf addedilir. Ancak buradaki derc sıhhati bozacak mahiyette değildir.
2- Hattâbî der ki: “Hadiste geçen كُلُّ حَالِمِ (her ihtilâm) tâbiri cizyenin sadece bülûğa eren erkeklerden alınacağına delildir. Çünkü حالم erkekler için kullanılır. Ayrıca çocuk ve deliler de cizyeden muaf tutulmuş olmaktadır. Keza bu rivayet cizyenin Arap, acem bütün gayr-ı müslimlere şamil olduğunu göstermektedir. Ayrıca hadis, zengin, vasat herkesten dinar alınacağına delildir. Zîra Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Muâz´ı Yemen´e gönderirken onlarla savaşmasını, vergi ödedikleri takdirde onlardan elini çekmesini emretti. Dinarın verilmesini kanlarının korunmasına vesile kıldı. Kim dinar verirse kanını korumuş olur. Şâfiî hazretleri bu mülâhaza ile hareket ederek, cizyenin hür erkeklerden bülûğa erenlere terettüp ettiğine hükmetmiştir.
Ashâbu´r-Re´y ve Ahmed İbnu Hanbel: “Zengin olanlara 48, 24, 12 dirhem tarhedilir” demiştir. Ahmed İbnu Hanbel: “Bu miktarlar maddı gücüne göre tarhedilir” demiştir. Kendisine: “Günümüzde bunu artırıp eksiltmek mümkün mü ” diye sorulunca:
“Evet tâkatlarına ve imamın uygun göreceği miktara göre ayarlanabilir” demiştir.
İbnu Ebî Şeybe ve İbnu Sa´d´ın rivâyetlerine göre, Hz.Ömer cizyeyi erkeklere tahakkuk ettirmiş, zenginlerden 48 dirhem, orta halliden 24 dirhem, fakirden 12 dirhem almıştır.
Bir dirhemin, o günün iktisâdî hayatındaki yeri hususunda bir fikir verebilmek için, bazı eşyaların fiyatını, bâzı ücretleri tarihî rivayetlerden naklen kaydetmekte fayda var: Bir gömlek 2-3 dirhem, bir şalvar (serâvil) 3-4 dirhem, bir takım Necrânî elbise (hulle) 40 dirhem, bir belediye memurunun günlük ücreti 2 dirhem, bir koyunun fiyatı 0,5-1 dinar (1 dinar 12 dirheme denktir), Habeşistan´a giden Mekkeli muhacirlerin gemi ücreti 6 dirhem (yarım dinar). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 200 dirhem parası veya buna denk malı olanı zengin addetmiştir, zekât verilmez.[223]
ـ2ـ وعن جعفر بن محمد عن أبيهِ ]أنَّ عُمَرَ بْنَ الخَطَّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ذَكَرَ المَجُوسَ فقَالَ: مَا أدْرِى مَا أصْنَعُ في أمْرِهِمْ؟ فقَالَ عَبْدُالرَّحْمنِ بْنُ عَوْفٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أشْهَدُ لَسَمِعْتُهُ مِنْ رسولِ اللّه # يَقُولُ: سُنُّوا بِهِمْ سُنَّةَ أهْلِ الْكِتَابِ[ .
2. (1093)- Ca´fer İbnu Muhammed babasından naklediyor: “Ömer İbnu´l-Hattab (radıyallahu anh) Mecûsileri mevzubahis ederek: “Onlar hakında nasıl hareket etmem gerektiğini bilmiyorum” dedi. Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh):”Sana şehâdet ederim ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle şöyle dediğini işittim: “Onlara, Ehl-i Kitab´a davrandığınız gibi davranın”. [Muvatta; Zekât 42 (1, 278).][224]
AÇIKLAMA:
1- Her meselede, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan bir örnek arayan Hz. Ömer, İran fethedilmeye başlayınca, onlardan nasıl vergi alacağı hususu problem olarak karşısına çıkar. Şahsen, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan bu mevzuda bir tatbikat veya tavsiye hatırlamadığı için nasıl hareket edeceği hususunda arkadaşlarıyla istişare eder. Abdurrahman İbnu Avf, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Mecusilerden Ehl-i Kitap tarzında vergi alınması hususundaki tavsiyesini hatırlatır. Böyle durumlarda ikinci bir şâhid isteyen Hz. Ömer, Abdurrahman (radıyallahu anh)´dan şâhid istemeksizin, bu hadisle amel eder.
2- Aslında hadis metni “Mecûsilere Ehl-i Kitap gibi davranın” derken, “vergi hususunda” diye bir kayıt mevcut değildir. Ancak başka kayıtlar “onların kızlarıyla evlenilmeyeceğini, kestiklerinin yenilmeyeceğini” tasrih eder. Bu rivayet için “husus murad edilen âmm” denmiştir. İbnu´l-Müseyyeb dışında kalan ulemâ bu konuda müttefiktir. Sâdece onun, Mecûsilerin kestiğini yemede beis görmediği rivayet edilir.
3- Abdurrahman İbnu Avf´ın rivâyetini destekleyen bir rivâyet Muvatta´da İbnu Şihâb´tan yapılır: Buna göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Bahreyn Mecusilerinden cizye almıştır. Resûllah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Hicr Mecusilerinden de cizye aldığı rivayetlerde gelmiştir. Hz. Osman da Berberîlerden cizye almıştır.
Şöyle bir soru hatıra gelebilir: Vergi meselesinde de اَلْكُفْرُ مِلَّةٌ وَاحِدَةٌ kaidesince gayr-ı İslâm, bir bütün görülüp hepsinden cizye almak, prensip mi kılınmıştır
Bu hususta ihtilâf edilmiştir. Arap müşrikleriyle puta ve ateşe tapanlar hakkında imamlar anlaşamamıştır. İmam Mâlik, Evzâî ve Saîd İbnu Abdilaziz: “Bunlardan da cizye alınır” derken, diğer üç imam ve başkaları: “Cizye, Kur´ân´ın tasrihiyle Ehl-i Kitap´tan, sünnetin tasrihiyle de Mecusilerden alınır, başkalarından alınmaz” demişlerdir.
Şu âyetin zâhirini esas alan âlimler Mecusileri Ehl-i Kitap saymazlar. (meâlen): “…Bizden önce iki tâifeye kitap indirildi, bizim onların okuduklarından haberimiz yok” demekten… sakının ki merhamet olunasınız” (En´âm 156). Cumhûr bu iki tâifeyi Yahudi ve Hıristiyanlarla te´vil ederek Mecusilerin Ehl-i Kitap sayılmayacağına hükmetmiştir. Mamafih, sadedinde olduğumuz hadis de Mecusileri Ehl-i Kitap addetmemekte “(vergi konusunda) Ehl-i Kitab´a davrandığınız gibi davranın” demektedir. Burada ayırım esastır.
Mecusileri Ehl-i Kitap sayanlar Abdurrezzak´ta hasen ve Abd İbnu Humeyd´de sahih bir senedle rivâyet edilen şu hadisi esas alırlar, âyeti de te´vîl ederler: “Müslümanlar İranlıları hezimete uğratınca Hz. Ömer (radıyallahu anh): “Toplanın, Mecusiler Ehl-i Kitap değildir ki onlara cizye koyalım, puta tapanlar da değiller ki haklarında puta tapanların ahkâmını uygulayalım” dedi. Hz. Ali “onların Ehl-i Kitap olduğunu” söyleyerek şunu anlattı: “Mecusiler, okudukları bir kitaba, tedris ettikleri bir ilme sâhip idiler. Bir gün melikleri şarap içti. Sarhoşken kız kardeşine cinsî temasta bulundu. Sabah olunca, tamahkârları çağırıp ihsanlarda bulundu ve dedi ki: “Hz.Âdem oğullarını kızlarıyla nikahlıyordu.” Tamahkârlar derhal itaat ettiler. Muhâlefet edenleri idam etti. Kitaplarında olanlar da, kalplerinde olanlar da (zamanla) kayboldu, yanlarında bu mevzuda hiçbir şey kalmadı.” Rivâyetin Abd İbnu Humeyd´deki vechinin sonunda فَوَضَعَ ا‘ُخْدُودَ لِمَنْ خَالَفهُ “Muhalefet edenleri ateş dolu hendeklere attı” ziyâdesi vardır.
Zürkânî, sadedinde olduğumuz rivayetten başka hükümler de çıkarıldığını belirtir. Söz gelimi:
1- Haber-i vâhid´le amel edilir.
2- Büyük sahâbeler bâzı hadisleri ve bir kısım ahkâmı -başkaları bildikleri halde- bilemeyebilirler, bu durum onlara bir noksanlık getirmez.
3- Hadisin mefhumuna temessük esastır. Nitekim Hz. Ömer, Ehl-i Kitap denince kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanları anlıyordu, çünkü bu tâbirin mefhumu bu idi. Abdurrahman İbn Avf (radıyallahu anh) Mecusilerin onlara ilhak edileceğine dair rivâyette bulununcaya kadar Hz. Ömer, tâbirin bu zâhirî mefhumuna bağlı kalmıştır.[225]
ـ3ـ وعن ابن شهاب قال: ]بَلَغنِى أنَّ رسُولَ اللّهِ # أخَذَ الجِزْيَةَ مِنْ مَجُوسِ الْبَحْرَيْنِ، وَأنَّ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أخَذَهَا مِنْ مَجُوسِ فَارِسَ، وَأنَّ عُثْمَانَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أخَذَهَا مِنَ الْبَرْبَرِ[. أخرجهما مالك .
3. (1094)- İbnu Şihâb der ki: “Bana ulaştı ki, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bahreyn Mecusîlerinden cizye almıştır, keza Hz. Ömer (radıyallahu anh) İrân Mecûsilerinden, Hz. Osman (radıyallahu anh) da Berberîlerden cizye almıştır.” [Muvatta, Zekât 41, (1, 278).][226]
ـ4ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ رسولَ اللّه # أخَذَهَا مِنْ أُكَيْدِرِ دُومَةَ يعنِى الجِزْيَةَ[ .
4. (1095)- Hz. Enes (radıyallahu anh)´in anlattığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Dûmetli Ükeydir´den de cizye aldı.[227]
AÇIKLAMA:
Dûmet, Şam (Suriye) bölgesinde, Tebük´e yakın bir yer veya bir kale adıdır. Ükeydir, Dûmet´in kralının adıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oranın fethine, Hâlid İbnu Velîd´i göndermiştir. Ükeydir İbnu Abdilmelik Hıristiyan idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öldürülmemesini emretmişti, yakalanıp sağ olarak Medine´ye getirilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kanını bağışlar, cizye mukabili sulh yapılır.
Hattâbî, Ükeydir´in Arap asıllı olduğunu belirttikten sonra: “Gayr-ı müslim Araplardan da cizye alınacağı” görüşüne bu rivayette delil olduğunu belirtir. Daha önce de belirttiğimiz üzere, İmâm Ebu Yusuf Araplardan cizye alınmayacağı, zekât alınacağı görüşündedir. Mamafih Mâlik, Evzâî, Şâfiî hazerâtı bu meselede Arap, acem bütün gayr-ı müslimlerin eşit olduğu, hepsinden cizye alınması gerektiğini belirtmişlerdir.[228]
ـ5ـ وعن حرب بن عبيد اللّه عن جده ألى أمه واسمه عمير الثقفى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ رسولَ اللّه # قال: إنَّمَا الخَراجُ عَلى اليَهُودِ وَالنَّصَارَى، وَلَيْسَ عَلى المُسْلِمِينَ خَرَاجٌ[. وَفى رواية: عُشُورٌ. أخرجهما أبو داود .
5. (1096)- Harb İbnu Ubeydillâh, baba tarafından dedesi Umeyr es-Sakafî (radıyallahu anh)´den nakleder: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Harâc Yahudi ve Hıristiyanlardan alınan vergidir. Müslümanlara harac yoktur.” Bir rivayette “uşûr yoktur” buyurmuştur.” [Ebû Dâvud, Harâc 33, (3046-3049).[229]
AÇIKLAMA:
Harâc, Kâmus´da açıklandığı üzere, asıl itibariyle arâziden hasıl olan gelir ile, kölenin çalışmasından hâsıl olan gelire denmiştir. (= galle-i arzdan ve galle-i amel-i abdden hâriç ve hâsıl olan nesnenin ismidir.) Ancak sonradan sultana tarladan her sene verilen vergiye dendiği gibi, ehl-i zimmetten adam başına alınan cizyeye de harâc denmiştir.
Uşûr´a gelince, bu öşr´ün cem´idir. Öşr, onda bir demektir. Onda bir nisbetinde alınan vergiye öşür denmiştir.
Burada uşûr´la, ticaret ve alışverişlerden alınan vergiler kastedilmiştir, nisbeti onda biri geçse de düşse de Müslümanların vergilerine sadakat denirken, Yahudi ve Hıristiyanların vergilerinden bir kısmına uşûr denmiştir. Şafiî´ye göre, sulh sırasında ehl-i zimmeden akit gereğince alınan meblağa öşür denir. Sulh akdine böyle bir şart konmamışsa ehl-i zimmeden cizyeden başka bir şey alınmaz, ne arâzilerden ne de mahsullerinden öşür alınmaz.
Ebu Hanife´ye göre, “Müslümanlar dâr-ı harbe ticaret için girerken küffâr öşür alırsa, biz de ehl-i harbten dar-ı İslâm´a bu maksatla girdikleri zaman öşür alırız.”
Arâzı vergisine gelince:Tatarhâniye´de açıklandığı üzere arâzı üç kısımdır:
1- Arz-ı memleket,
2- Arz-ı öşriyye,
3- Arz-ı harâciye,
1. Arz-ı memleket, padişahın milkidir, arz-ı öşriyye Müslümanların milkidir, arz-ı harâciye ehl-i zimmenin milkidir. Bu sonuncu kısımda satış, hibe, vakıf, vârisin vasiyeti gibi her çeşit tasarruf câizdir. Arz-ı memlekette bu tasarruflar câiz değildir. Arâzi-i öşriyye, arâzi-i Arap´tır. Keza ahâlisi savaşmadan kendiliğinden Müslüman olan arâzi ile, savaşılarak fetholunduktan sonra gâziler arasında taksim edilmiş olan arâzi de öşriyye kısmına girer. Arâzi-i harâciye kısmına Basra´dan sonra gelen Irak arâzisi girer. Keza Mekke hâriç fethedildikten sonra ahâlisi yerinde bırakılan veya ahâlisiyle imamın sulh antlaşması yaptığı arâziler de girer. Arz-ı harâciyeden alınan vergiye harâc denir. Arz-ı harâciye Müslümana satılmış olsa da harâc vergisi düşmez, bu mutlaka ödenir.
Harâc iki çeşittir:
1- Harâc-i mükâseme: Bu, arâzinin tahammül durumuna göre yarı, beşte bir, altıda bir gibi alınan vergidir.
2- Harâc-ı vazîfe: Bu, ehl-i zimmenin, arâzi-i harâciyeden menfaatlandırılmalarına imkân tanınmış olmasına, onların arâzide emniyet içinde yaşamalarının te´minine mukabil alınan vergidir. Nitekim Hz. Ömer (radıyallahu anh) sulanabilen bir dönüm tarladan buğday ve arpa cinsinden bir sa´ ve bir dirhem vergi atmıştır.
Hârac tâbiri “arâzi”ye ve “ehl-i zimmet başı”na konulmuş olan vergi için kullanılmıştır. Ancak sonradan harâc daha ziyâde arâzi vergisine, cizye ise ehl-i zimmet başına atılan vergiye denmiştir.”
Şâfiî´ye göre de harâc iki kısımdır:
1- Cizye,
2- Arâzinin kirası ve ücreti. Bir yer sulh yoluyla fethedilir ve arâzi ahâlisine bırakılırsa, arâzi için tesbit edilen harâc, baş için alınan cizye ahkâmına tâbi olur. Bunlardan İslâm´a giren olursa, üzerindeki harâc düşer, tıpkı boynundaki cizyenin de düşmesi gibi, buna mukabil arâziden elde edilen mahsûlden öşür alınır. Fetih, şâyet “arâzi Müslümanların olacak, ahâlisi de, her sene arâziyi ekip kaldırmaya bedel olarak bir şey ödeyecek” şartıyla gerçekleştirilmiş ise, bu arâzi Müslümanlarındır, alınan vergi de arzın ücreti (kirası)dır. Bu durumda, tarla sahibi Müslüman olsa veya küfründe devam etse farketmez. Sulh sırasında tesbit edilen statü aynen kalır. Bu arâzide satış da câiz değildir. Çünkü, satış mülkde olur, halbuki sâhibi onun gerçek mâliki değildir, mâlik, bütün Müslümanlar adına, İslâm Devleti´dir.
Özetlemek gerekirse arâzi-i harâciye şu çeşitlere ayrılmış olmaktadır:
1- Savaşla alınıp, gâzilere taksim edilen arâzi ki, imam, bunun bedelini gâzilere para olarak verip arâziyi Müslümanlara vakfeder ve koyduğu harâç vergisiyle, devlete devamlı bir gelir kaynağı yapar, Hz. Ömer, Irak arâzisini böyle yapmıştır.
2- İmam, bir beldeyi sulh yoluyla fetheder, arâzi Müslümanların olur, ancak, eski ahâlisi, harâc ödemek kaydıyla yerlerinde kalırlar. Arazi fey´dir, harac ücrettir, Müslüman olsalar da harâc düşmez.
3- Sulh yoluyla fethedilir, ancak sulh, şu şartla yapılmıştır: Arâzinin mülkiyeti ahâliye aittir, harac vererek onda ikâmet edeceklerdir. İşte bu harâc cizyedir. Bunlar Müslüman olunca cizye üzerlerinden düşer. Sadedinde olduğumuz hadis, ulemaya göre bu nev ile açıklanmıştır, ancak sadece bu nev´e has değildir.[230]
ـ6ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ عُمرَ كانَ يَأخُذُ مِنَ النَّبَطِ مِنَ الحِنْطَةِ وَالزَّيْتِ نِصْفَ الْعُشْرِ يُريدُ بذلِكَ أنْ يُكْثِرَ الحَمْلَ إلى المَدِينَةِ وَيَأخُذَ مِنَ القِطْنِيَّةِ الْعُشْرِ[. أخرجه مالك .
6. (1097), İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “(Babam) Ömer (radıyallahu anh) Nebat ahalisinden buğday ve zeytinyağından öşrün yarısı (yirmide bir nisbetinde) vergi alırdı. Bu davranışıyla kasdı Medine´ye bunlardan çokca gelmesini sağlamaktı. Kıntiyye (denen buğday ve arpa dışında kalan, nohut, mercimek, bakla nevinden tahıl) dan da öşür alıyordu.” [Muvatta, Zekât 46, (1, 281).][231]
AÇIKLAMA:
Zürkânî Muvatta´nın bir nüshasında “zeyt” yerine “zebîb” (kuru üzüm) geldiğini belirttikten sonra bunu düzelttiğini belirtir.
Metinde geçen Kıntiyye´nin “kuntiyye” diye telaffuzu da câizdir. İki mânaya gelir:
1- Buğday ve arpa dışında kalan hububat, tahıl da deriz: Mercimek, nohut, bakla gibi.
2- Pamuklu giyecekler. Burada hububat kastedildiği açıktır.
Nebat, Irak´da Kûfe ile Basra arasındaki Betâih´te yaşayan bir kabilenin adıdır. Hz. İbrahim (aleyhisselam)´in burada doğduğu söylenmiştir. Bu sebeple bir hadiste: “Biz Nebâtî olan Kureyşîleriz” ifadesine rastlanır.[232]
ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قالَ رسولُ اللّه # َ تَصْلُحُ قِبْلَتَانِ في أرْضٍ وَاحِدَةٍ وَلَيْسَ عَلى مُسْلمٍ جِزْيَةٌ[.قال سفيان رحمه اللّه تعالى: معناه إذا أسلم الذمى بعد ما وجبت عليه الجزية بطلت عنه. أخرجه أبو داود والترمذى .
7.(1098)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir yerde iki kıblenin varlığı uygun olmaz. Müslüman kimseye cizye yoktur.”
Süfyan merhum der ki: “Bunun mânası şudur: “Bir zımmî, kendisine cizye vermesi gerektikten sonra (vergisini henüz ödemeden) Müslüman olursa, artık bu vergi ondan düşer.” [Ebu Dâvud, Harâc 34, (3053); Tirmizî, Zekât 11, (633).][233]
AÇIKLAMA:
1- Türbüştî, “Bir yerde iki kıblenin varlığı uygun olmaz” hadisini şöyle açıklamıştır: “Bir yerde iki din aynı eşit şartlarda zâhir olamaz. Şöyle ki: Müslüman kimsenin, kâfirler arasında ikâmet etmesi caiz olmaz, zîra ikâmet edecek olsa, kendisini Müslümanlar arasındaki zımmîlerin yerine koymuş olacaktır, ona, nefsini küçüklük ve zillete atması uygun düşmez, zîra izzet, Allah´a, Resûlü´ne ve mü´minlere aittir. Dini, İslâm dinine muhalif olan kimsenin, İslâm memleketinde ikâmeti ise cizye vermekle mümkün olabilir. Ayrıca, ona dinini dilediği gibi yüksek sesle izhâr, ilân ve neşretmesine müsâade edilmez. (Dinî tezâhürlerde ikinci plânda olmak zorundadırlar).”
2- Hadisin ikinci kısmı: “Müslüman kimse cizye ödemez” hükmünü koymaktadır. Bu iki kısım arasında şöyle bir irtibat kurulmuştur: “Zımmî, cizye ödemek şartıyla ikâmetine müsaade edilen kimsedir. Şu hade zımmînin üzerinde cizye mükellefiyeti vardır, müslim üzerinde cizye yoktur. Bu durum iki kıbleden birini yükseltirken diğerini alçaltır, dolayısıyla hiçbir surette bunlar eşit durumda olmazlar.”
Bu hadisle ilgili olarak Hattâbî der ki: “Bu iki suretle te´vil edilebilir:
1- Cizye´nin mânası harâc demektir. Şayet bir Yahudi Müslüman olsa ve elinde sulh yapılmış olan arâzi bulunsa, adamın boynundan cizye, arâzisinden de harâc vergisi düşer, Süfyan-ı Sevrî ve İmam Şâfiî, böyle hükmetmişlerdir. Süfyan-ı Sevrî ayrıca der ki: “Bu arâzi, savaşla alınan bir yer ise, adam sonradan Müslüman olunca, kendisinden cizye düşer, arâzisinde harâc bâki kalır.”
2- İkinci tevile göre: Zımmî Müslüman olunca senenin bir kısmı geçmiş olsa, zımmîden, geçmiş bulunan aylara tekabül eden vergi hissesi istenmez, tıpkı Müslümandan da, sağmal hayvanlarını sattığı takdirde, üzerinden bir yıl geçmiş ise, geçen aylar için sadaka istenmediği gibi… Çünkü bu, mala sahip olduktan sonra bir yıl tamam olunca vâcib olan bir hakdır.
Sene tamamlandıktan sonra Müslüman olursa vergilerini ödemeli midir meselesinde ihtilâf edilmiştir. Ebu Ubeyd, geçen yıl için cizye istenmeyeceği görüşündedir. Bu hususta Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallahu anh)´ın tatbikatından delil getirmiştir. Ebu Hanîfe merhuma göre, bu ne vârislerinden, ne de terikesinden alınmaz, çünkü bu onun üzerine kesin bir borç değildir, bunlardan biri, üzerinde cizye borcu bulunduğu takdirde Müslüman olsa, bu kendisinden düşer ve eski borcu ondan alınmaz.
Şâfiî´ye göre, bu borç ondan istenir. O, cizye borcunu, ancak ödemekle sâkıt olan sâbit bir borç telâkki eder.
İmâm Malik ve Ahmed ve İbnu Hanbel de bu meselede Ebu Hanîfe gibi hükmetmişlerdir. Sahih olan da budur.[234]
ـ8ـ وعن معاذ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]مَنْ عَقَدَ الجِزْيَةَ في عُنُقِهِ فَقَدْ بَرِئَ مِمَّا جَاءَ بِهِ مُحَمَّدٌ #[. أخرجه أبو داود.والمراد بالجزية هنا الخراج: أى من قرر الخراج على نفسه كما تقرر الجزية على الكتابى .
8. (1099)- Hz. Muâz (radıyallahu anh) demiştir ki: “Kim kendi boynuna cizye akdi yaparsa, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın gittiği yoldan (sünnetten) berî olmuş olur.”
Burada “cizye”den murad harâctır: Yani: (Satınalma yoluyla) kendini harâca mahkûm eden, tıpkı kitâbîyi cizyeye mahkûm etmek gibi bir davranışta bulunmuştur. [Ebu Dâvud, Harâc, 38, (3082).][235]
AÇIKLAMA:
Burada denmek istenen şey şudur: “Kim harâc vergisine tâbi bir arâziyi kâfirden satın alırsa, bu kimseye arâzinin harâcını vermek vâcib olur. Harâc ise “cizye” sınıfına giren bir vergi çeşididir. Bilindiği üzere cizye zımmîlerden alınan verginin adıdır, Müslümanlardan cizye alınmaz. Netice olarak bu satınalma sebebiyle, kişi kendi eliyle, zımmîlerin ödediği çeşitten bir vergi (harâc) ödemeye kendisini mahkum etmiş olmaktadır. Şurası muhakkak ki, cizyeyi mecbur kılma işi, burada, sünnet yoluyla olmamıştır. Sünnetten berî olmak bu mânada kullanılmış olmalıdır. Çünkü, harâc arâzisinin vergisi, arâzi Müslümana geçmekle düşmez.
Bu hadiste, zımmîlerin zîraatten uzaklaşmalarını kolaylaştırmamak gereği dahi gözükmektedir. Müteakip hadis de bu manayı te´yid eder.[236]
ـ9ـ وعن أبى الدرداء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ أخَذَ أرْضاً بِجِزْيَتِهَا فقَدِ اسْتَقَالَ هِجْرَتَهُ، وَمَنْ نَزَعَ صَغَارَ كَافِرٍ مِنْ عُنُقِهِ فَجَعَلَهُ في عُنُقِ نَفْسِهِ فَقَدْ وَلَّى ا“سَْمَ ظَهْرَهُ[.قال سِنان بن قيس: فسمع منى خالد بن معدان هذا الحديث فقال: أشَبيبٌ حدثك؟ قلت نعم؛ قال: فإذا قدمت فاسأله يكتب إلىَّ به. قال: فكتبهُ له. فلما قدمت سألنى ابن معدان
القِرْطَاسَ فأعطيتُهُ فلما قرأه ترك ما في يده من ا‘رض. أخرجه أبو داود.ومعنى »استقال هجرته« أى رجع عنها وطلب ا“قالة منها .
9. (1100) Ebu´d Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki: “Kim bir arâziyi haracı ile birlikte (satın) alırsa hicretinden rücû etmiş demektir. Kim de bir kâfirin boynundan zilleti kaldırıp onu kendi boynuna koyarsa İslâm´a sırtını dönmüş olur.”
Sinân İbnu Kays der ki: Hâlid İbnu Ma´dân bu hadisi benden işitince bana: “Bunu sana Şebîb mi rivayet etti ” dedi. “Evet” dedim. “Öyleyse dedi, gidince, söyle bu hadisi bana yazıp göndersin.”
Sinân İbnu Kays devamla dedi ki: “(Şebib´e) söyledim, onun için hadisi yazıverdi. Tekrar geldiğim zaman Hâlid İbnu Ma´dân kâğıdı sordu. Ben de verdim. Okuyup bu hadisi işitince sahip olduğu arâzinin hepsini terketti.” [Ebu Dâvud, Harâc 38, (3082).][237]
AÇIKLAMA:
1- Bu bahse giren önceki hadislerde ve hususan 1096. hadiste açıkladığımız üzere, arz-ı harâciye´yi bir Müslüman da satın almış olsa onun harâc vergisi düşmez, ödenmesi gerekir. Harâcın cizye sınıfına girdiği gözönüne alınınca, hadisin söylemek istediği mâna daha iyi anlaşılır. Zîra harâc arâzisini satın almak, kendi kendini cizyeye bağlamak olmaktadır.
Rey ehli (Hanefîler), Müslüman kâfirden satın aldığı harâciye arâzinin harac vergisini ödeyeceğine hükmetmekle birlikte, tarladan kaldırılan hububat için öşür vermeyeceğine hükmetmiştir. Onlara göre bir tarlaya hem harâc hem öşür düşmez. Ancak geri kalan âlimler: “Tarladan kalkan mahsul beş vaska ulaşırsa öşür vacibtir” hükmünde ittifak ederler. (Bir vaskın miktarını 1086, hadiste açıkladık.)
2- Hadiste geçen “hicretinden rücû etmek” tâbiriyle harâc arâzisi satın almanın, hicretten vazgeçme fiiline oldukça yakın bir davranış olduğu belirtilmektedir. Çünkü Müslüman, zımmîden böyle bir arâzi satınalmak veya kiralamakla, o arâzinin cizyesini ödeme işinde kendini o zımmînin yerine koymuş olmakta, terketmiş olduktan sonra da tekrar o arâziye dönme durumuna düşmektedir. Bu da, hicretinden rücû etme mânasına gelir, çünkü hicret, esas itibariyle küfür arâzisini terketmektir.
3- Şurası muhakkak ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada açık bir şekilde, arâziyi harâciyeyi satın almamayı tavsiye etmektedir. Allahu â´lem, bu yasaklamada, Müslümanların çiftçiliğe çok fazla tâlib olmamaları irşâdı var. Bir başka ifade ile, gayr-ı müslimlerin arâzilerini satın alarak onların ticâret, zanaat, sanayi gibi daha kârlı, daha verimli sahâlara kaymalarına zemin hazırlanmaması istendiği, bu sebeple böylesi bir davranışın, hadisin devamında “zilleti kâfirin boynundan kaldırıp, kendi boynuna geçirmek” olarak tavsif edildiği söylenebilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ticârete teşvik edici, تِسْعَةُ اَعْشِرَاءِ الرِّزْقِ التِّجَارَةِ “Rızkın onda dokuzu ticârettir” gibi hadisleri gözönüne alındıkta mesele daha iyi anlaşılır ve hadisten çıkardığımız mesajdaki isabet ihtimal artar. Günümüzde maddî yönden kalkınan her memlekette zengin sınıfların daha ziyade ticaret ve sanayiye ehemmiyet verdiğini gözönüne alırsak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın nasıl günümüzde bile taptaze kalan ezelî ve ebedî bir gerçeğe parmak bastığını daha iyi anlama fırsatı buluruz.
4- Ancak şunu da belirtelim ki, Ashab´tan bâzıları harâc arâzisinden satın almıştır. Beyhakî´nin el-Ma´rife´de belirttiğine göre, İbnu Mes´ûd, Habbâb İbnu´l-Eret, Hüseyin İbnu Ali, Şüreyh gibi büyüklerin harâc arâzileri mevcuttu. Utbe İbnu Ferkad es-Sülemî, Hz. Ömer´e “Arzu´s-Sevâd´dan (Harâc arâzisi) arâzi satın aldım” deyince, Hz. Ömer (radıyallahu anh): “Öyleyse sen orada, tıpkı sahibi gibisin” der.
Yine Beyhâkî´nin kaydına göre, Behzü´l-Melik ahâlisinden bir kadın Müslüman olur. Hz. Ömer, ilgililere: “Arâzisini tercih eder ve arâziye terettüp eden eski vergisini öderse, arâzisi ile onun arasına girmeyin, aksi takdirde arâzi ile Müslümanlar arasına girmeyin” diye yazar.
Keza Hz. Ali de Müslüman olan İranlı bir çiftçiye: “Arâzinde oturursan, senden alınan baş vergisini kaldırırız, ancak arâziden alınan vergiyi almaya devam ederiz, ondan ayrılırsan arâzine biz sâhip çıkarız” der.[238]
ÜÇÜNCÜ FASIL
GANİMETLER VE FEY
GANİMET:
Kâfirlerle harb edilerek alınan mallardır. Bunlar beşe taksim edilir. Bir hissesi Allah ve Resûlü´nün hakkı olarak ayrılır. Geri kalan dört hisse savaşa katılan gaziler arasında pay edilir. Süvâriler 3 hisse, piyâdeler 1 hisse alırlar.[239]
FEY:
Küffârın çekilip gitmesi veya Müslümanlarla savaşmadan sulh yapmaları sonucu elde edilen maldır. Gümrük vergisi, ticâret vergisi, vârissiz olarak ölen zımmînin devlete kalan malı vs. hep fey sayılır. Bu iki kelimenin müterâdif olarak kullanıldığı da olmuştur.[240]
ـ1ـ عن مجمع بن حارثة ا‘نصارى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]شَهِدْنَا الحُدَيْبِيَةَ مَعَ رسول اللّه # فَلمَّا انْصَرَفْنَا عَنْهَا إذَا النَّاسُ يَهُزُّونَ ا“بلَ. فَقُلْنَا مَا لِلنَّاسِ؟ فقَالُوا: أوحِىَ إلى رسولِ اللّه # فَنَفَرْنَا مَعَ النَّاسِ نُوجفُ ا“بلَ فَوَجَدْنَا رسول اللّه # بِكُرَاعِ الغَمِيمِ وَاقِفاً عَلى رَاحِلَتِهِ. فَلمَّا اجْتَمَعَ النَّاسُ قَرَأ عَلَيْنَا: إنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُبِيناً. قالَ رَجُلٌ أفَتْحٌ هُوَ؟ قَالَ: نعم؛ وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ إنَّهُ لَفَتحٌ حَتَّى بَلَغَ: وَعَدَكُمُ اللّهُ مَغَانِمَ كَثِيرَةً تَأخُذُونَهَا فَعَجَّلَ لَكُمْ هذِهِ: يعنِى خَيْبَرَ، فلمَّا انْصَرَفْنَا غَزَوْنَا خَيْبَرَ فَقُسِّمَتْ عَلى أهْلِ الحُدَيْبِيَّةِ، وَكَانُوا ألْفاً وَخَمْسَمائةٍ مِنْهُمْ ثََثُمِائةِ فَارسٍ فَقُسِّمَتْ عَلى ثمَانِيَةَ عَشَرَ سَهْماً فأعْطِىَ الْفَارسُ سَهْمَيْنِ وَالرَّاجِلُ سَهْماً[. أخرجه أبو داود .
1. (1101)- Mücemmi´ İbnu Câriye el-Ensârî (radıyallahu anh)[241] anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte Hudeybiye sulhünde hazır bulunduk. (Sulh yapılıp) oradan döndüğümüz zaman, halk, develerini hızlandırarak (bir yere birikmeye) başladılar. Biz hayretle: “Bu insanlara ne oluyor, (niçin hayvanlarını hızlandırıp bir yere üşüşüyorlar )” diye sorduk.
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a vahiy gelmiş” dediler. Biz de, halkla birlikte harekete geçip develeri hızlandırdık. İlerleyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı Kura´u´l-Gamîm denen (Mekke ile Medine arasında Usfân´ın önünde bulanan) yerde bulduk. Devesinin üzerinde duruyordu. Halk toplanınca bize إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا sûresini tilâvet buyurdular.
Askerlerden biri: “Yani bu sulh bir fetih midir ” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Evet!” deyip ilaveten: “Muhammed´in nefsini kudret elinde tutan Zât´a yemin ederim bu bir fetihtir” buyurdu. Sûre-i celileyi okumaya devam eden Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Allah size, ele geçireceğiniz bol bol ganimetler vaadetmiştir. İman edenler için bir delil olması ve sizi doğru yola ulaştırması için bunları size hemen vermiş ve insanların size uzanan ellerini önlemiştir” meâlindeki âyete kadar (Fetih 20) okudu.
(Âyet-i kerimede işâret edilen âcil ganimetle) Hayber kastediliyordu. Buradan ayrılınca Hayber´e gazveye çıktık. (Elde edilen ganimet) Hudeybiye´ye katılanlara taksim edildi. Bunlar bin beş yüz kişi idi. Bunlardan üç yüzü süvâri idi. Ganimet on sekiz hisseye ayrıldı. Süvâri olana iki, yaya olana bir hisse verildi.” [Ebu Dâvud, Cihâd 155, (2736), Harâc 24, (3015).][242]
AÇIKLAMA:
Hudeybiye Gazvesi´yle ilgili geniş bilgi 4266-4269 numaralı hadislerde gelecek. Ancak mevzuun anlaşılması için bazı kısa bilgiler vereceğiz.
1- Hudeybiye Gazvesi hicretin altıncı yılında Zilkade ayında yapılmıştır. Esâsen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) savaş için değil, umre için Mekke´ye müteveccihen yola çıkmıştı. Zülhuleyfe mevkiine gelince ihram giydiler. Gamîm nâm mevkiye kadar geldiler. Müşrikler burada karşılarına çıkıp daha ileri geçmelerine mâni oldular. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la müşrikler arasında elçiler teâti edildi. Kritik anlar geçirildi. Bu ara Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) antlaşma ümidini keserek bir ağaç altında “ölmeden dönmemek üzere” bütün mü´minlerden bey´at aldı. Arkadan gelen vahiy bu bey´attan Allah´ın razı olduğunu belirttiği için buna Bey´atu´r-Rıdvan denmiştir. Bu bey´at haberi müşriklere korku salmış ve sulh antlaşmasına râzı etmiştir.
2- Yapılan antlaşmaya göre o yıl değil, müteâkip sene umre yapılacaktı, on yıl birbirleriyle savaşmayacaklar, Mekkeliler serbestçe Suriye´ye ticaret için gidebilecekler, Müslümanlara sığınan Mekkeli mühtediler, Mekke´ye iade edilecekler, Müslümanlardan Mekke´ye iltica edenler iâde edilmeyecekti.
Umre için yola çıkan mü´minler, umre yapmadan dönmeye razı olamıyorlardı. Hele mültecilerin Mekkelilere iadesi pek ağırlarına gitmişti. Bu antlaşmadan hiç memnun değillerdi. Savaşmak bir çoğuna göre, daha iyi idi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e başta Hz. Ömer, pek çok sahâbe itiraz etmiş, memnuniyetsizliklerini üzüntülerini sözleriyle, davranışlarıyla ifâde etmekten çekinmemişlerdi.
Bu hâlet-i ruhiye içinde dönüş yapılırken Fetih sûresinin, bu antlaşmayı “feth-i mübîn” ilân etmesi iyice şaşırtıcı olmuştu. Rivayette bir askerin, sûreyi tilavet etmekte olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın kıraatini keserek: “Bu sulh bir fetih midir ” demesi bu şaşkınlığın ifadesidir.
3- Sonradan bizzât Hz. Ebur Bekir ve Hz. Ömer´in de itiraf edecekleri üzere Hudeybiye antlaşması gerçekten bir feth-i mübin idi. Arkadan gelecek, Hayber, Mekke, Huneyn vs. fetihlerinin anahtarı, kapısı durumunda idi. Bu sulh sayesinde, yılardır kopmuş olan beşerî münâsebetler Mekkeli müşriklerle Müslümanlar arasında başlamış, İslâm´ın ne olup ne olmadığı sulh şartları içinde anlatılma ve fiilen gösterilme imkânına kavuşturulmuştu. Müslümanlığını gizliyerek artık ortaya çıkabiliyorlardı. Artık karşılıklı bir emniyet ve güven hissi gelmişti. Korkusuzca mü´minler müşriklerle karışabiliyor, münâkaşa edebiliyorlardı. Ebu Süfyan gibi lider durumundaki azılı İslâm düşmanları bile Medine´ye kadar serbestçe gelebiliyorlardı. Hâlid İbnu Velîd bu sulh esnasında Müslüman olmuştu. Hz. Ebu Bekir´den başka herkesin hoş karşılamamakta ittifak ettiği bu sulh her çeşit menfi zevâhirine rağmen, gerçekten bir feth-i mübin idi.
4- Ganimetinden söz edilen Hayber´in zabtı, Hudeybiye dönüşü, Medine´de 20 gün kadar kalındıktan sonra hareket edilerek gerçekleştirilen bir fetihtir. Rivayetler bir kısmının savaşılarak, bir kısmının sulh yoluyla fethedildiğini belirtirler.
5- Ganimet taksiminde süvariler, atları veya develeri için de ayrı bir hisse alıyorlardı. Metinde Hayber ganimetinin on sekiz hisseye ayrıldığı ifade edilir. Mânası şudur: Bu rivayete göre, savaşa katılanlar 1500 kişidir. Bunlardan 300 tanesi atlı ve çift hisseli, 1200 tanesi yaya ve tek hisseli. Râvi, her 100 eşit payı bir hisse olarak tavsif etmektedir. Böyle olunca 12 yaya, 6 da süvari hissesi var demektir, toplam 18 yapar.
6- Şunu hemen belirtelim ki, Hudeybiye Gazvesi´ni nakleden farklı muhtevalı başka rivayetler de var. Sıhhat yönüyle bu rivayet onların bazılarından zayıf olduğu için buradaki rakamlara itibar edilmemiştir. Daha mevsuk rivayetlere göre Hayber´de ele geçirilen ganimet 36 hisseye, yani 3600 paya ayrılmıştır. Bunun yarısı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlara ayrılmıştı. Bu miktar 1800 pay tutuyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın payı diğer mü´minlerden birinin payı kadardı.
1800 paylık diğer yarı, Müslümanların umumî ihtiyaçları için ayrılmıştı.
Hudeybiye Gazvesi´ne katılanlar 1400 kişi idi. Bunlar arasında 200 süvari vardı. Her bir at için iki hisse ayrılınca atlara 400 hisse ayrılmıştı. Bu şahısların payına ilave edilince 1800 yapıyordu. Böylece ganimetin yarısı 1800 hisseye taksim edilmişti. Netice itibâriyle piyadeler bir hisse alırken, süvariler üç hisse almıştı.
Hudeybiye´de bulunduğu halde Hayber´e katılmayan sadece Câbir İbnu Abdillah (radıyallahu anh) vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ona da normal hisse ayırdı.
Ebu Muâviye´nin rivayetine dayanan bu bilgiler ulemâca sahih kabul edilmiştir. Ebu Dâvud, yukarıdaki Mücemmî hadisindeki yanılgıya dikkat çekerek atlı sayısının Mücemmi´in dediği gibi, 300 değil, 200 olduğunu belirtir. Keza atlı 2 değil, 3 hisse almıştır. Biri şahsı için, ikisi atı için.[243]
ـ2ـ وعن سهل بن أبى حَثْمة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَسَّمَ رسول اللّه # خَيْبَرَ نِصْفيْنِ: نِصْفاً لِنَوَائِبِهِ وَحَاجَاتِهِ، وَنِصْفاً بَيْنَ المُسْلِمِينَ. فقَسَّمَهَا بَيْنَهُمْ عَلى ثمَانِيَةَ عَشَر سَهْماً[. أخرجه أبو داود .
2. (1102)- Sehl İbnu Ebî Hasme (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber´i iki kısma ayırdı: Biri vukûa gelecek hâdiseler ve kendi ihtiyacı içindi, öbür kısmı da Müslümanlar arasında taksim etti. Bu kısmı on sekiz hisseye ayırdı.” [Ebu Dâvud, Harâc 24, (3010).][244]
AÇIKLAMA:
1- Hattabî, bu hadisten şu hükmü çıkarır: “Ganimet olarak arâzi ele geçirilecek olsa, bu da diğer mallar gibi taksime tâbi tutulmaktadır, arada herhangi bir fark gözetilmemektedir.”
2- Hayber meselesi, savaşla (unveten) fethedilen arâzilerle ilgili İslâmî ahkâma örnek teşkil etmiştir. Böyle yerler ganimettir.
Ancak, yukarıdaki ifade ile âyet-i kerimenin hükmü arasında ihtilaf gözükmektedir. Şöyle ki: وَاعْلَمُوا اَنَّمَا غنمتمْ من شَئٍ فَان للّه خمسه وللرسول ولذى القربى واليتامى والمساكين وابن السبيل âyet-i kerimesi (Enfal 41) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e humsu´l hums, yani “beşte birin beşte biri”ni verirken, yukarıdaki rivayetin zâhirî yarısının Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e ayrıldığını söylemektedir. Bu nasıl olur
Bu soruyu cevaplamak için Hayber´in fethiyle ilgili olarak vârid olan rivayetlerin tamamını görmek gerekir. O zaman müşkil kalkar. Şöyle ki:
Hayber denince tek bir şehir hatırlanmamalıdır. Buna bağlı köyler, çiftlikler, kaleler vs. vardı. Hatta onların isimleri bile farklı di: Vatîha, Ketîbe, Şakk (veya Şıkk) Netât, Sülâlim vs.
Bunların hepsi aynı şartlarla fethedilmiş değillerdi. Bir kısmı savaşla fethedilmiş ve ganimet kılınmıştı. Bir kısmı da savaş yapılmadan, -âyet-i kerimenin ifadesiyle üzerlerine at salınmadan (Haşr 6)- fethedilmişlerdi. Savaşılarak ele geçirilenler humsu (beşte biri) ayrıldıktan sonra mütebâkisi gâziler arasında taksim edilir idiyse de; sulh yoluyla alınanları, Cenab-ı Hakk´ın irşad buyurduğu şekilde kendi ihtiyaçları, zuhûr eden hâcetler ve Müslümanların umumî maslahatları için harcardı.
Öyle ise, savaşılarak ve sulhla fethedilen parçaların tamamı birden değerlendirilmiş ve görülmüştür ki, bunlar, yarı yarıya denkleşmektedir. Yâni Hayber´e dahil olan kale, köy ve çiftliklerin yarısı savaşla fethedilmiş, diğer yarısı da sulh yoluyla zabtedilmiştir. Şu halde bu iki farklı taksim yarı yarıya olunca sadedinde olduğumuz rivayette görüldüğü üzere, bazı rivayetler nihâî duruma göre nakletmiştir, bazı rivayetler de savaşılarak fethedilen yerlerin taksim durumuna göre meseleyi tasvir etmişlerdir. Anlatıldığı üzere, ortada bir tenakuz mevzubahis değildir. Bu husus, Ebu Dâvud´un aynı babtaki diğer hadislerinde sarih olarak belirtilir.
Beyhâkî tarafından yapılıp, Aliyyu´l-Kârî gibi bazılarınca da benimsenen bu açıklamayı kabul etmeyen İbnu´l-Cevzî bir başka yorum sunar: Ona göre: Hayber´in tamamı savaşla fethedilmiştir. Ancak, komutan savaşla fethettiği yerlerde şu üç tasarruftan birinde muhayyerdir.
1- Gazilere taksim eder,
2- Taksim etmez, vakfeder,
3- Bir kısmını taksim, bir kısmını vakfeder.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu üç çeşit tatbikata da yer vermiştir:
1- Kureyza ve Nadir Yahudilerinin mallarını taksim etmiştir.
2- Mekke´yi taksim etmemiştir.
3- Hayber´in yarısını taksim etmiş, yarısını etmemiştir.
Şunu son olarak kaydedelim ki, rivayetler, meseleyi İbnu´l-Cevzî´nin beyan ettiği tarzda kesip atmaya imkân verecek açıklıkta değildir. Hayber´in fethi kadar Mekke´nin fethi de ulemâyı tereddüde sevketmiştir. Sulh yoluyla mı fethedildi, savaşılarak mı fethedildi Edille´nin ihtilâf ettiği hususlarda kesin hükümden kaçınmak ihtiyata muvafıktır ve ulemanın sünneti de budur.[245]
ـ3ـ وعن شهاب قال: ]خَمَّسَ رسول اللّه # خَيْبَرَ ثُمَّ قَسَمَ سَائِرُهَا عَلى مَنْ شَهَدَها، وَمَنْ غَابَ عَنْهَا مِنْ أهْلِ الحُدَيْبِيَةِ[. أخرجه أبو داود .
3. (1103)- İbnu Şihâb der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber´i beşe taksim edip beşte birini aldıktan sonra geri kalanı, Hudeybiye Seferi´ne katılanlardan Hayber´e iştirak eden ve etmeyenler arasında taksim etti.” [Ebu Dâvud, Harâc 24, (3019).][246]
AÇIKLAMA:
Âlimler, Hudeybiye Sulhü üzerine nâzil olan Fetih sûresinin 20. âyetinda vâdedilen “bol ganimet”in Hayber olduğunu söylerler. Müslümanlar, Hudeybiye Sulhü´nü yaparak Zilhicce ayında döndükten sonra Medine´de 20 gece -veya buna yakın bir müddet- geçirirler. Sonra Muharrem ayında, fethetmek üzere Hayber´e hareket ederler.
Gerekli açıklamalar önceki rivayette geçmiştir.[247]
ـ4ـ وعن ابن الزبير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]ضَرَبَ رسول اللّه # عَامَ خَيْبَرَ لِلزُّبَيْرِ أرْبَعََةَ أسْهُمٍ: سَهْمٌ لِلزُّبَيْرِ، وَسَهْمٌ لِذِى الْقُرْبى لِصَفِيَّةَ بِنْتِ عَبْدِ المُطَّلِبِ أمِّ الزُّبَيْرِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما، وَسَهْمَانِ لِلفَرَسِ[. أخرجه النسائى .
4. (1104)- İbnu´z Zübeyr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber (fethedildiği) sene, (babam) Zübeyr´e dört hisse ayırdı. Bir hisse Zübeyr için, bir hisse zilkurbâ [ya giren Abdulmuttalib´in kızı ve Zübeyr´in annesi olan Safiyye (radıyallahu anhümâ)] için, iki hisse de atı için.” [Nesâî, Hayl 17, (6, 228).][248]
AÇIKLAMA:
Hadis, ganimette atlıya verilecek hissenin miktarını tesbitte hüccet kılınmıştır. Atlı, atı sebebiyle iki hisse almaktadır. Bir de şahsî hisse olmak üzere toplam üç hisse yapmaktadır. Zübeyr (radıyallahu anh)´in annesi Safiyye (radıyallahu anhâ) hatun için ayrılan hisse, zilkurbâ kaleminden ayrılmaktadır. Zîra Safiyye hatun, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın halasıdır. Âyet-i kerime ganimetten ayrılacak hisseleri sayarken zilkurbâ adıyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in yakınlarını da zikretmiştir (Haşr 7). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e ve yakınlarına sadaka ve zekât gelirleri haram kılınmış, fey ve ganimetten elde edilen gelirlerden pay ayrılmıştır.[249]
ـ5ـ وعن حَشْرَجَ بن زياد عن جدته أمّ أبيه رَضِىَ اللّهُ عَنْها ]أنَّهَا خَرَجَتْ معَ رسول اللّه # في عَزَاةِ خَيْبرَ سَادِسَةَ سِتِّ نِسْوَةٍ. قالتْ: فَبَلَغَ ذلِكَ رسول اللّه # فَبَعَثَ إلَيْنَا فَجِئْنَا فَرَأيْنَا فيهِ الْغَضَبَ فقَالَ: مَعَ مَنْ خَرَجْتُنَّ؟ وَبِإذْنِ مَنْ خَرَجْتُنَّ. فَقُلْنَا: خَرَجْنَا نَغْزِلُ الشَّعْرَ وَنُعِينُ بِهِ في سَبِيلِ اللّهِ،
وَنُنَاوِلُ السِّهَامَ، وَمَعَنَا دَوَاءٌ لِلْجَرْحَى؟ وَنَسقِى السَّوِيقَ. قَالَ: أقِمْنَ إذاً: فَلَمَّا فَتَحَ اللّهُ تَعالى خَيْبَر أسْهَمَ لَنَا كَمَا أسْهَمَ لِلرِّجَالِ. قال: فَقُلْتُ يَا جَدَّةُ مَا كانَ ذلِكَ؟ قالتْ تَمْراً[. أخرجه أبو داود .
5. (1105)- Haşrec İbnu Ziyâd´ın babaannesinden (radıyallahu anhâ) anlattığına göre, babaannesi (Ümmü Ziyâd el-Eşceiyye) Resûllulah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte altı kadından biri olarak Hayber Gazvesine katılır. Kadın der ki: “Bizim de iştirak ettiğimiz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a ulaşınca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bizi yanına çağırttı. Gittik. Yüzünde öfke okunuyordu. Bize: “Kiminle çıktınız, kimin izniyle çıktınız ” diye çıkıştı. Biz:
“Yün eğirip onunla Allah yolunda yardımcı oluruz. Okları (toplar gazilere) veririz, diye çıktık. Ayrıca yanımızda yaralıları tedavi için ilaç var, yemek de yaparız” dedik. Bunun üzerine: “Öyleyse kalın!” buyurdu.
Cenâb-ı Hakk Hayber´in fethini müyesser kılınca, bize de ganimetten, tıpkı erkeklere olduğu gibi pay ayırdı.”
Haşrec der ki:
“Ey babaanneciğim, bu verilen ne idi ” diye sordum.
“Hurma idi” diye cevap verdi.” [Ebu Dâvud, Cihâd 152, (2729).][250]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, sefere katılan kadınların da erkeklerle eşit olarak hisse aldıklarını ifade etmektedir. Ancak bu rivayet isnâd yönüyle zayıf olduğu için, amele esas olmamıştır. Ulemâ büyük çoğunluğuyla savaşa iştirak eden köle, kadın ve çocukların muhariplerle eşit seviyede ganimete iştirak edemeyeceklerine hükmetmiştir. Bunlara bahşiş nev´inden, miktarı komutanın takdirine bırakılan bir şeyler verilir. Mamafih, “Verilen ne idi ” sorusuna aldığı “Hurma!” cevabından hareket eden bâzı âlimler şu te´vili yaparlar: “Kadın burada, “Bize de erkeklere verilen şeyden verildi” demek istemiştir, miktarı kastedmemiştir. Cevapta, “Erkeklerle eşit miktarda pay aldık” mânası mevcut değildir.” Ancak, hadisin zâhiri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hurmanın bir kısmını kadın ve erkek arasında eşit olarak pay ettiğini ifade etmektedir. Hattâbî, Evzâî´nin savaşa katılan kadınların da hisse sâhibi olduklarına hükmettiğini belirttikten sonra bu hadisi delil kılmış olabileceğine dikkat çeker.[251]
ـ6ـ وعن عمير مولى آبى اللحم قال: ]شَهِدْتُ خَيْبَرَ مَعَ سَادَانِى فَكَلَّمُوا فىَّ رسول اللّهِ # فَقُلِّدْتُ سَيفاً فأخبِرَ أنَّنِى مَمْلُوكٌ فَأمَرَ لِى بِشَئٍ مِنْ خُرْثِىِّ المَتَاعِ وَعَرضْتُ عَلَيْهِ رُقْيَة كُنْتُ أرْقى بِهَا المَجَانِينَ فَأمَرَنِى بِحبْسِ بَعْضِهَا وَطَرْحِ بَعْضِهَا[. أخرجه أبو داود والترمذى.»خرثى المتاع« أثاث البيت .
6. (1106)- Umeyr Mevlâ Âbî´l-Lahm (radıyallahu anh) anlatıyor: “Efendilerimle birlikte Hayber Gazvesi´ne katıldım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a benden bahsettiler ve benim köle olduğumu söylediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da bana kılıç kuşatmalarını emretti. Bana kılıç kuşatıldı. (Ancak yaşça küçük olmam ve boyumun kısalığı sebebiyle) kılıcı yerde sürüyordum. Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana ev eşyası verilmesini emretti. Delileri tedavi için okuduğum bir rukyeyi (afsunlama duası) (kontrol ettirmek için) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a arzettim. Bir kısmını atıp, diğer bir kısmını muhâfaza etmemi emretti.” [Tirmizî, Siyer 9, (1557); Ebu Dâvud, Cihad, (2730). İbnu Mâce, Cihâd 37, (2855).][252]
AÇIKLAMA:
1- Teysir´deki metinde bazı eksiklikler var. Tercümede Tirmizî´nin metnini esas aldık.
2- Bu rivayette iki ayrı mesele var:
1) Kölenin savaşa katılması ve yaşça küçük bile olsa, savaşmayı öğrenmesi için kılıç verilmesi, savaşa katıldığı için pay ayrılmayıp, değerce düşük bir ev eşyası ile mükâfaatlandırılması. Hadis, bu kısmı ile, bilhassa kölenin savaşa katılması hâlinde ganimetten pay alamayacağını ifade eder.
2) Rivayetin ikinci kısmı farklı bir meseleye temas etmektedir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) afsunlamak suretiyle, hastaların tedavisine müsaade etmekte ve fakat, cahiliye devrinden intikal eden duaları kontrolden geçirmektedir. İslâm akidesine uymayan lâfızları, cümleleri, put, cin, şeytan isimlerini, mânasız kelimeleri çıkarmaktadır. Bu rivayette, söylediğimiz husus vâzıh değilse de başka rivâyetler meseleyi açıklığa kavuşturur. Burada Umeyr´in afsunlama ile tedavide bulunduğu duasını kontrol ettirmek üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e okuduğu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu câhiliye duasından bazı kısımları İslâm akîdesine uygun bulmayıp çıkarmasını söylediği, diğer bir kısmında, mahzur görmeyerek orayı okumasına izin verdiği anlaşılmaktadır.
4022 numaralı hadiste daha geniş bilgi sunacağız.[253]
ـ7ـ وعن الزهرى قال: ]أسْهَمَ رسولُ اللّه # لِقَوْمٍ مِنَ الْيَهُودِ قَاتَلُوا مَعَهُ[ أخرجه الترمذى .
7. (1107)- Zührî anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendisiyle birlikte savaşmış olan Yahudilerden bir gruba, ganimetten pay ayırdı.” [Tirmizî, Siyer 10, (1558).][254]
AÇIKLAMA:
Tirmizî, bu rivayeti “Müslümanlarla birlikte savaşan zımmîler hakkında gelen hüküm: Ganimete iştirak ettiler mi ” başlığını taşıyan bir babta kaydeder. Bu babta, esas itibariyle mü´minlerin gayr-ı müslimlerden, savaş sırasında yardım istemeyeceği, onların yardımlarına müstağni olduklarını ifade eden rivayetler kaydedilir. Savaşta düşmana karşı zımmîlerden yardım istememek esas olmakla birlikte, savaşa katılan bulunması halinde, çoğunlukla âlimler, zımmîlere ganimetten pay verilmeyeceği hükmünü benimsemiştir. Bâzıları ise onlara da pay verilmesi gerektiğine hükmetmiştir.
Şu hâlde sadedinde olduğumuz, Zührî´nin mürsel rivayeti bu görüşü aksettirmektedir. Ancak râcih görüş önceki görüştür, yâni ehl-i zımmîye, Müslümanlarla birlikte düşmana karşı savaşsa bile ganimetten pay ayrılmaz. Hadisciler, Zührî´nin mürsellerine fazla itibar etmezler ve zayıf olduğunu söylerler. Bilfarz sıhhatine hükmedilmesi hâlinde bundan maksadın ganimetten ayrılan sehim olmayıp, hediye ve bahşiş nev´inden verilen radh´a hamledilmiştir. Radh “azıcık ihsan” demektir.
Netice olarak kadın, çocuk köle, ve zımmîye ganimetten pay ayrılmaz. Ayrıldığına dair gelen rivayetler radh´a hamledilir.[255]
ـ8ـ وعن أبى موسى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَدِمْتُ عَلى رسولِ اللّه # في نَفَرٍ مِنَ ا‘شْعَرِيِّينَ بَعْدَ أنِ افْتَتَحَ خَيْبَرَ فَقَسَمَ لَنَا وَلَمْ يَقْسِمْ ‘حَدٍ لَمْ يَشْهَدِ الْفَتْحَ غَيْرَنا إَّ أصْحَابَ سَفِينَتِنَا جَعْفَر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَأصْحَابَهُ[. أخرجه أبو داود والترمذى .
8. (1108)- Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Hayber´in fethinden sona bir grup Eş´arî ile Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanına geldik. Ganimetten bize de pay vardı. Halbuki (Habeşistan´dan dönmüş olan) gemi arkadaşlarımız Ca´fer (radıyallahu anh) ve arkadaşları hâriç, Hayber Gazvesi´ne fiilen iştirak etmeyen kimseye pay ayırmamıştır.” [Ebu Dâvud, Cihad 151, (2725); Tirmizî, Siyer 10, (1559).][256]
AÇIKLAMA:
Hayber´in fethinden sonra, ganimet taksimi sırasında Habeşistan´dan geri dönmekte olan muhâcirlerden, hâdisenin râvisi Ebu Musâ´ nın da bulunduğu bir grup Hayber´de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a rastlarlar. Ebu Dâvud´un rivâyetinde “ganimet taksimine tevafuk ettik” der. Rivayetteki farklılığa göre Ebu Musa: “Ganimet taksimine bizi de dahil etti” veya “Ganimetten bize de verdi” demiştir.
Hattâbî, bunlara verilen payın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tasarrufunda olan humustan olması gerektiğini söyler. Ancak, diğer askerlerin rızası ile, ganimet taksimine, aynen savaşa katılanlar gibi iştirak ettirilmiş olabileceklerini söyleyenler de olmuştur. Musa İbnu Ukbe, Megazi´sinde bu hususta kesin kanaat sahibidir. Mamafih ganimetin toplanmasından sonra ve taksiminden önce gelmiş olmaları sebebiyle, ganimetin tamamından bunlara pay ayrılmış olabileceğini söyleyenler de olmuştur. Şâfiî´nin bu meseledeki iki görüşünden biri budur.[257]
ـ9ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ رسولَ اللّه # قامَ: يعنِى يَوْمَ بدرٍ فقَالَ: إنَّ عُثْمَانَ انْطَلقَ في حَاجَةِ اللّهِ
وَحَاجَةِ رسُولِهِ #، وَإنِّى أبَايِعُ لَهُ، فَضَرَبَ لَهُ رسولُ اللّهِ # بِسَهْمٍ وَلَمْ يَضْرِبْ ‘حَدٍ غَابَ عَنْهُ غَيْرَهُ[. أخرجه أبو داود .
9. (1109)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün -yani Bedir Savaşı günü- kalkıp şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki Osman Allah´ın ve Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm)´ nün rızasına uygun bir hizmet sebebiyle gelmiştir. Ben onun adına bey´at akdediyorum.” Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ganimetten hisse ayırdı. Savaşa katılmayan onun dışında kimseye hisse vermedi.” [Ebu Dâvud, Cihad 151, (2726).][258]
AÇIKLAMA:
1- Rivayette geçen “yâni Bedir Savaşı günü” ibaresi râvilerden biri tarafından ilâve edilen açıklayıcı bir derctir. Ancak hadiste bir işkâl mevzubahis. Çünkü, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Hz. Osman (radıyallahu anh) adına bey´at akdi sâdece Hudeybiye´de cereyan etmiştir. Mekkelilere elçi olarak giden Hz. Osman´ı müşrikler tevkif etmişti ve hatta Müslümanlar arasında öldürüldüğüne dair şâyia bile çıkmıştı. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sefere katılan bütün Müslümanlardan biat almıştı. Sıra Hz. Osman´a gelince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sağ elini göstererek, “Bu, Osman´ın elidir” der ve diğer eline koyarak onun adına biat akdeder.
Bedir´de böyle bir biat olmamıştır. Ancak Hz. Osman´ın Bedir´deki durumu farklıdır. Şöyle ki: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın muhterem kerimeleri Rukiyye (radıyallahu anhâ) hasta idiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Rukiyye´nin refiki olan Hz. Osman´ı Medine´de bırakarak Rukiyye ile ilgilenmesini taleb eder. Osman´a: إِنَّ لَكَ اَجْرُ رَجُلٍ مِمَّنْ شَهِدَ بَدْرًا وَسَهْمُهُ
“Sana, Bedir´e katılanların sevabı ve ganimet payı aynen verilecektir” buyurur.
Şu halde yukarıdaki rivayette bir karışıklık gözükmektedir.
2- Bedir Savaşı´na katılmadığı halde ganimetten pay ayrılan yegâne şahıs Hz.Osman´dır. Bu da onun bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından kızı Rukiyye´nin tedavisiyle meşgul olmak üzere Medine´de kalmakla tavzif edilmesine mebnidir.
3- Bu hadisten hareketle, imamın verdiği bir vazife sebebiyle savaşa katılamayana ganimetten pay ayrılabileceğine hükmedilmiştir. İmama ait olmayan bir iş sebebiyle savaşa katılamayan kimseye ganimetten pay ayrılmayacağı hükmünde Şâfiî, Mâlik, Evzâî, Sevrî, Leys ittifak ederler.
Ebu Hanife ve ashâbı, bu meselede şöyle derler: “Ganimet dar-ı İslam´a celbedilmezden önce orduya katılana ganimetten pay ayrılır.”[259]
ـ10ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّه #: أيُّمَا قَرْيَةٍ أتَيْتُمُوهَا أوْ أقَمْتُمْ فِيهَا فَسَهْمُكُمْ فِيهَا، وَأيُّمَا قَرْيَةٍ عَصَتِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فإنَّ خُمُسَهَا للّهِ وَرَسُولِهِ وَهِىَ لَكُمْ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
10. (1110)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hangi bir köye varır da orada ikâmet ederseniz, hisseniz oradadır. Hangi bir belde de Allah ve Resûlü´ne isyan ederse o beldenin beşte biri Allah ve Resûlü´ne aittir ve o (geri) kalan) da sizindir.” [Müslim, Cihâd 47, (1756); Ebu Dâvud, Harâc 29, (3036).][260]
AÇIKLAMA:
Burada iki ayrı cümle var ve her ikisinde karye kelimesi geçmektedir. Birinci karye´yi köy, ikinciyi belde olarak tercümeyi uygun bulduk.
Kadı İyaz, Müslim şerhinde, birinci cümledeki karye -ki köy diye tercüme ettik- ile savaş yapılmadan sulh yoluyla fethedilen yerlerin yani fey´in, ikinci karye ile savaşla alınmış olan yerin, yani ganimetin kastedilmiş olabileceğini belirtir. Hadiste geçen “O da sizindir” ibâresi beşte biri alındıktan sonra “geri kalan” demektir.
Fey´in ganimet gibi beşe taksim edilmeyeceği görüşünde olanlar bu hadisle ihticac ederler.
İbnu´l-Münzir: “Fey´in de beşe bölüneceğini, Şâfiî´den önce söylemiş bir fakih bilmiyoruz” der.
Hattâbî der ki: “Bu hadiste, savaşla alınan arâzinin hükmü, diğer ganimet mallarının hükmüne tâbi olacağına dâir delil mevcuttur. Yani arâzi de beşe bölünür, beşte biri ehl-i hums denen Kur´ân´da belirtilen (Enfal 11) harcama kalemlerine ayrılır. Beşte dördü de -ele geçirilen diğer para ve emvâl gibi- savaşa katılan gaziler arasında pay edilir.[261]
ـ11ـ وعن رافع بن خديج رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسولُ اللّه # يَجْعَلُ في قَسْمِ الْغَنَائمِ عَشْراً مِنَ الشَّاءِ بِبَعِيرٍ[. أخرجه النسائى .
11. (1111)- Râfi´ İbnu Hadîc (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ganimet taksiminde on keçiyi bir deveye bedel tutardı.” [Nesâî, Dahâyâ 15, (7, 221).][262]
AÇIKLAMA:
Nesâî, bu hadisi şu başlığı taşıyan babta kaydeder: “Deve kaç kurbanın yerine geçer ” Hadis bir devenin on keçiye bedel olduğunu ifade etmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ganimet taksiminde bir deveye karşı keçiyi eşit tutmuştur. İshak İbnu Râhuye bu hadisle amel etmiştir. Ancak diğer âlimler bunun mensuh olduğunu söylerler. Zîra umumiyetle benimsenen esahh rivayetler devenin de sığırda olduğu üzere yedi kurban sayılacağını ifade etmektedir.
Aliyyü´l-Kârî, hadisin neshine değil, sahih hadisle teâruzuna hükmetmenin daha uygun olduğunu belirtir.[263]
ـ12ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ رسولُ اللّه # يُنفِّلُ بَعْضَ مَنْ يَبْعَثُ مِنَ السَّرَايَا ‘نفُسِِهِمْ خَاصَّةً سِوَى قِسْمَةِ عَامَّةِ الجَيْشِ[.زاد في رواية: وَالخُمُسُ في ذلكَ كُلِّهِ وَاجِبٌ. أخرجه الثثة وأبو داود .
12. (1112)- Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gazveye gönderdiği kimselerden bâzılarına, umumî ganimet taksiminden düşecek hisseden ayrı olarak, şahıslarına ait olmak üzere (bir nevi armağan olmak üzere) fazladan ganimet verirdi.” [Buhârî, Hums 15, Meğâzî 57; Müslim, Cihâd 35, (1749); Muvatta, Cihâd 15, (2, 450); Ebu Dâvud, Cihâd 35, (2741-2746).][264]
AÇIKLAMA:
Bilindiği üzere ganimet belli bir prensibe gören taksim edilmektedir. Beşte biri (hums) Allah ve Resûlü´ne, geri kalan dördü de gazilere (süvâriye üç, piyadeye bir hisse şeklinde) müsavî olarak taksim edilir. Bu rivâyet savaşta şu veya bu şekilde başarı gösteren veya müessir hizmet verenleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hususî şekilde mükâfaatlandırdığını göstermektedir. Bu hal, şüphesiz kaabiliyet sahiplerini, şecaat sâhiplerini, gayret sahiplerini teşvike, memnun kılmaya müteveccih bir davranıştır. Verilen bu hususî armağan, yerine göre maddî yönden fazla bir değer taşımasa bile kadirşinaslığın bir delili, hususî surette gösterilmiş olan ziyade başarının takdir edildiğine maddî bir delil olur. Günümüzde bu, nişan, madalya, şilt gibi değişik isimler altındaki tercihlerle müesseseleştirilmiştir. Kaldı ki, değer yönüyle tatmin edici armağanlar da verilmektedir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bu neviden bağışta bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bu mevzu ile ilgili olarak farklı yorumlar ileri sürülmüştür:
* Amr İbnu Şuâyb: “Böyle bir armağanı vermek sâdece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e aittir” demiştir.
* İmam Mâlik, komutanın teşvik için önceden böyle bir şart koşmasını mekruh addeder, “Bu, cihâdı Allah rızası için değil, dünyalık için yapmak olur” der.
* Ulemanın kâhir ekseriyeti bunun cevazında, meşru olduğunda ittifak eder.
Ancak, taksim dışı verilecek bu armağan (nefl) nereden verilmiştir İşte bu sorunun cevabında ihtilâf edilmiştir. Ganimetin -taksim edilmezden önceki- aslından mı, humus´tan mı, humsu´lhums´dan mı veya humus dışı kaynaktan mı
* Şâfîler ilk üç kaynağı söylerler. Onlara göre makbul görüş de humsu´lhums´tan olmasıdır. Yani ganimet taksim edilip, hums´u alınca, hums´un harcanacağı beş harcama kaleminden birincisinden olmalıdır. Ayet-i kerime hums´a sırayla şu harcama kalemlerini gösterir:
1- Allah ve Resûlü,
2- Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in yakınları,
3- Yetimler,
4- Düşkünler,
5- Yolcular (Enfal 41). Humsu´lhumstan murad, umumiyetle birinci kalemdir.
* Evzâî, Ahmed İbnu Hanbel, Ebu Sevr ve daha başkaları, bu armağanın (nefl) ganimetin aslından olduğunu söylemiştir.
* İmam Malik ve bir grup âlim: “Nefl verilecekse mutlaka humus´ tan olmalıdır”demiştir.
* Hattâbî: Bu konuda gelen ahbarın ekseriyeti nefl´in ganimetin aslından olması gerektiğine delâlet eder” der. Fakat kendisi humsa meyleder.
* İbnu Abdilberr: “İmam, şu veya bu sebeple askerlerden bâzılarını mükâfaatlandırmak isterse, bunu, humstan yapar. Ancak, ordunun bir parçası hususî bir başarı gösterir, ganimet elde eder de komutan bunları mükâfaatlandırmak isterse, bu takdirde üçte biri geçmemek kaydıyla, onların elde ettiklerinden kendilerine mükâfaat verebilir” der.[265]
ـ13ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]نَفَّلَنِى رسُولُ اللّه # يَوْمَ بَدْرٍ سَيْفَ أبِى جَهْلٍ دُونَ الَّذِى كانَ قَتَلَهُ[. أخرجه أبو داود .
13. (1113)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bedir günü, Ebu Cehl´in kılıncını bana armağan etti. Ebu Cehl´i, İbnu Mes´ud öldürmüş idi.” [Ebu Dâvud, Cihâd 150, (2722).][266]
AÇIKLAMA:
Bedir Savaşı sırasında yaralı düşmüş olan Ebu Cehl´in kafasını ibnu Mes´ud koparmış idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sebeple Ebu Cehl´in kılıncını seleb kabul ederek ganimet gibi taksime dahil etmemiştir. Zîra “seleb öldürenindir” kaidesini koymuştur. Yani, savaş sırasında, bir gâzi belli bir şahsı öldürür ve bunu isbatlarsa, öldürülen kâfirin seleb´i (üzerinde çıkan işe yarar malzeme, para, silah vs.) öldürenin olur, bu diğer ganimetin mallarına katılarak umumî taksime tabi tutulmaz (1117. hadiste gelecek). İşte Ebu Cehl´i İbnu Mes´ud öldürdüğü için onun kılıcı ganimet değil “seleb” kabul edilmiştir.
Ulemâ bu rivayete dayanarak, “yaralıyı öldüren de, onu öldürmüş sayılarak “seleb”e hak kazanır” hükmünü koymuştur. Esasen Ebu Cehl´i yaralayıp yıkan Muâz İbnu Amr İbnu Cemûh ve Muâz İbnu Afrâ´dır. İbnu Mes´ud kafasını koparmıştır.
“Ebu Cehl´i İbnu Mes´ud öldürmüş idi” cümlesi, râvilerden bir ilâve kabul edilir. Ancak, İbnu Mes´ud´un, -ilmu´lbeyanda iltifat denen- başka bir üsluba dökülmüş şahsî sözü de olabilir.[267]
ـ14ـ وعن أبى الجُوَيْرِيةِ الجرمى قال: ]أصَبْتُ بأرْضِ الرُّومِ جَرَّةً حَمْرَاءَ فِيهماَ دَنَانِيرُ في إمْرَةِ مُعَاوِيَةَ، وَعَلَيْنَا رَجُلٌ مِنَ الصَّحَابَةِ مِنْ بَنِى سُلَيْمٍ فَقَسَمَهَا بَينِى وَبَيْنَ المُسْلِمِينَ وَأعْطَانِى مَثْلَ مَا أعْطى رَجًُ مِنْهُمْ. ثُمَّ قَالَ: لَوَْ أنِّى سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يقُولُ: َ نَفْلَ إَّ بَعْدَ الخُمُسِ ‘عْطيتُكَ، ثُمَّ أخَذَ يَعْرِضُ عَلىَّ مِنْ نَصِيبِهِ فأبَيْتُ[. أخرجه أبو داود .
14. (1114)- Ebu´l-Cüveyriyye el-Cermî (rahimehullah) anlatıyor: “Rum diyarında içinde dinar bulunan kırmızı bir küp ele geçirdim. Bu sırada emîr, Hz. Muâviye (radıyallahu anh) idi. Başımızda da komutan olarak, Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashabından, Ma´n İbnu Yezid (radıyallahu anh) adında Benî Süleym´den biri vardı. Küpü ona getirdim. O altınları Müslümanlara taksim etti. Bana da, öbürlerine verdiği kadar bir pay verdi. Sonra da, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Nefl (armağan) ancak hums´tan sonra olur” dediğini işitmemiş olsaydım sana (daha fazla) verirdim” dedi. Sonra bana, kendi hissesinden bağışta bulundu.” [Ebu Dâvud, Cihâd 160, (2753, 2754).][268]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, nefl´in yani armağanın ganimetten verileceğini ifade etmektedir. Hadiste ele geçirilen küp, savaşılarak (anveten) alınmış değildir, yani ganimet değildir. Âlimler bunun fey olduğunu tasrih ederler. Fey´de ise humus yoktur, nefl de yoktur. Nefl´in de kıtâlde olacağı belirtilmiştir. Komutan, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Nefl ancak humustan sonra olur” sözüne binâen nefl (armağan) vermekten sarf-ı nazar etmiştir. Şu halde komutan, bu hadis sebebiyle Ebu´l-Cüveyriye´ye bulduğu dinarlardan armağan vermemiştir. Çünkü, komutan, bu hadisten, nefl´in ganimetten humus alındıktan sonra, -gaziler arasında taksim edilecek olan- geri kalan beşte dörtten verileceğini istidlâl etmiştir. Nitekim bu istidlâle, Ebu Dâvud´da tahric edilmiş olan Habib İbnu Mesleme el-Fıhrî hadisi de destek olmaktadır: كَانَ رسُولُ اللّهِ # يُنَفِّل الثُّلُثَ بََعْدَ الخُمْسِ
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ganimetten humus alındıktan sonra, geri kalanın üçte birini (liyâkat kesbedenlere) armağan olarak (nefl) verirdi.” Bu rivayete göre, ganimetin beşte dördünün üçte bir miktarına kadarı nefl olarak ayrılabilecektir. Evzâî ve Mekhûl (rahimehumullah) nefl´in bu üçte bir nisbetini geçmemesi gerektiğini söylemiş ise de Şâfiî hazretleri: “Buna kesin bir had konamaz, imamın içtihad ve takdirine kalmıştır” demiştir.
Nefl ile alâkalı rivayetlerin farklılığı ve buna binâen ulemânın ihtilâflı görüşleri ileri sürmüş olduğunu göstermek için, Yine Habib İbnu Mesleme el-Fıhrî´den Ebu Davud´da kaydedilen bir rivayete daha dikkat çekelim: شَهِدْتُ النَّبِىَّ # نَفَلَ الرُّبُعَ فِي الْبَدْأةِ وَالثُّلُثَ فِى الرَّجْعَةِ
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bidayette dörtte bir, (ikinci) dönüşte de üçte biri nefl ettiğine şâhid oldum.”
Bazıları bu rivayette geçen bed´e (başlangıç) kelimesini “savaşa giderken”, rec´a kelimesini de “savaş dönüşü” diye anlamış ise de, Hattâbî “bed´e”yi “düşmanla birinci karşılaşma” olarak anlar, “rec´a”yı da, “düşmana ikinci sefer saldırma” diye anlar. Böyle olunca, kendi ifadesiyle, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ilk karşılaşmada -daha dinç, daha zinde olmaktan başka- düşmana saldırma hususunda daha çok arzu ve şevkle dolu olan askere bu ilk saldırının ganimetinden dörtte bir nisbetinde armağanda (nefl) bulunmakta, birinci saldırıdan sonra yorulmuş ve daha ziyade vatanına dönme arzusuna düşmüş askerleri, birinci saldırının dersiyle teyakkuz ve tedbire geçen düşmana daha zor ve daha tehlikeli olan ikinci sefer saldırma hususunda daha müşevvik olmak maksadıyla ganimetten daha fazla -yani üçte bir- nisbetinde armağanda bulunmuştur.[269]
ـ15ـ وعن سعد بن أبى وقاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أعْطى رسولُ اللّهِ # رَهْطاً وَأنَا جَالِسٌ فَتََرَكَ مِنْهُمْ رَجًُ هُوَ أعْجَبَهُمْ إلىَّ. فقُلْتُ مَالَكَ عَنْ فُنٍ؟ وَاللّهِ إنِّى ‘رَاهُ مُؤمِناً. فقَالَ رسولُ اللّه #: أوَ مُسْلِماً. ذَكَرَ ذلِكَ سَعْدٌ ثَثاً فَأجَابَهُ بِمِثْلِ ذلِكَ. ثُمَّ قالَ: إنِّى ‘عْطِى الرَّجُلَ. وَغَيْرُهُ أحَبُّ إلىَّ مِنْهُ خَشْيَةَ أنْ يُكَبَّ في النَّارِ عَلى وَجْهِهِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذى.
15. (1115)- Sa´d İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ben yanında otururken, bir grub insana ihsanda bulundu. Ancak onlardan benim daha çok hoşlandığım birine hiçbir şey vermedi. Ben: “Falanca ile aranızda ne var (ona niye vermedin) Allah´a kasem olsun, ben onu mü´min görüyorum!” dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Müslüman (görüyorum de!)” buyurdu. Sa´d (dayanamayıp) bu kanaatini üç kere söyledi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da her seferinde aynı şekilde karşılıkta bulundu. Sonuncu sefer şunu ekledi: “Ben, nazarımda daha sevgili olana hiçbir şey vermezken, yüzü üstü ateşe düşeceğinden korktuğum insanı kurtarmak için ona ihsanda bulunurum (ihsanda bulunmam sevgime ölçü değildir)” [Buharî, Zekât 3, İman 53; Müslim, İman 236, (150), Ebu Dâvud, Sünnet 16, (4685); Nesâî, İman 7, (8, 103, 104).][270]
AÇIKLAMA:
1- Bazı açıklamalarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ihsanda bulunmadığı şahıs Cuayl İbnu Sürâka el-Gıfârî´dir. Ashab-ı Suffa´dandır. İlk Müslüman olanlardan olup Uhud´a katılmıştır. Benî Kureyza Gazvesi´nde gözünden isabet almıştır. Çirkin yüzlüdür. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın övgüsüne mazhar olmuş sahabilerdendir. Maddî bakımdan fakirdir. Benî Müstalik Seferi sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Cuayl´i Medine´de vekil bırakmıştır.
2- Bir rivayette, yukarıdaki hâdise şöyle nakledilir:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a:
“Akra´ İbnu Hâbis, Uyeyne İbnu Hısn (gibilere) yüz deve verdin de (gerçekten muhtaç olan) Cuayl´e vermedin!” dendi de, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
“Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e yemin olsun Cuayl, yeryüzü dolusu Uyeyne ve el-Akra´ gibilerden daha hayırlıdır. Ancak ben, Müslüman olmaları için bu ikisinin kalbini kazanmaya çalıştım.”
Bu rivayet, Said İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh)´ın anlatığı vak´ anın, Huneyn Savaşı´nda elde edilen ganimeti dağıtırken, Mekke fethiyle yeni Müslüman olanlara, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in onları İslâm´a kazanmak için -ganimet tevziindeki mutad kaidenin dışına çıkarak- bol bol vermesi hâdisesiyle ilgisini göstermektedir. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ihsanda bulunduğu kimseler, bu sonuncu rivayette zikredilen iki kişiden ibaret olmamalıdır. Nitekim hadiste geçen raht, sayıca ondan aşağı, üçten fazla ve kadın bulunmayan cemaat demektir. Mamafih müteakiben gelecek olan 1116 numaralı hadis de bir fikir verecektir.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in “Mü´min deme, “müslim” de!” şeklindeki müdâhalesini bazı âlimler: “İman, gaybî bir durumdur, halini iyice araştırmadan bu hususta kesin bir hüküm vermektense ihtiyatlı davranıp, zahirî duruma göre hükmetmek daha uygundur.” “Müslim” hükmü zâhire göredir, binaenaleyh böyle demek, ihtiyatlı olmaya daha uygundur” diye yorumlamışlardır.
4- Gerçek vak´a şudur: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) müellefe-i kulûb´ten olan bir gruba bol bol verip de Cuayl´e vermeyince Sa´d İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh) gerek fakirlik ve gerekse iman durumunu çok iyi bildiği bu zâta vermeyişine tahammül edemeyerek, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelip -bir rivayette gizlice- “Buna niye vermiyorsun, vallahi ben onu mü´min biliyorum” diye hatırlatma ve şehâdette bulunur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “Müslim biliyorum de!” şeklindeki cevabını tatminkâr bulamayan Sa´d, taleblerini tekrarlar. Bu ısrar karşısında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) en sonunda Cuayl´in nazarındaki değerini ve ona vermeyişinin asıl sebebini açıklar: “Ben nazarımda daha sevgili olana hiçbir şey vermezden, yüz üstü ateşe düşeceğinden korktuğum insanı kurtarmak için ona ihsanda bulunuyorum!”
Bu cevapla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hem Cuayl (radıyallahu anh)´e olan sevgisini, hem de öbürlerinin irtidâd etmesinden korktuğunu ifade etmiş olmaktadır. Nitekim bu siyâset sayesinde, maddî kazanç cazibesiyle İslâm´a giren pekçok kimse, bilâhere İslâm´ı samimiyetle benimsemişler, kritik anlarda irtidada tevessül etmemişlerdir.[271]
ـ16ـ وعن رافع بن خُدَيْجٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أعْطى رسول اللّه # أبَا سُفْيَان ابْن حَربٍ يَوْمَ حُنَيْنٍ، وَصَفْوَانَ بنَ أُمَيَّةَ وَعُيَيْنَةَ بنَ حِصْن، وَا‘قْرَعَ بنَ حَابِسٍ وَعَلْقَمَةَ بنَ عَُثَةَ كُلَّ إنْسَانٍ مِنْهُمْ مِائَةً مِنَ ا“بْلِ، وَأعْطى
عَبَّاسَ بنِ مِرْدَاسٍ دُونَ ذلِكَ. فقَالَ عَبَّاسُ بنُ مِرْدَاسٍ في ذلِكَ شِعْراً.أتَجْعَلُ نَهْبِى)ـ1( وَنَهْبَ الْعَبيد ِبَيْنَ عُيَيْنةَ وَا‘قْرَعِوَمَا كانَ حِصنٌ وََ حَابسٌيَفُوقَانِ مِرْدَاسَ في مَجْمَعِوَمَا كُنْتُ دُونَ امْرئٍ مِنْهُماوَمَنْ تَخْفِضِ الْيَوْمَ َ يُرْفَعِفأتَمَّ لَهُ رسولُ اللّهِ # مِائَةً[. أخرجه مسلم .
16. (1116)- Râfi´ İbnu Hadîc (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Huneyn günü Ebu Süfyân İbnu Harb, Savfân İbnu Ümeyye, Uyeyne İbnu Hısn, Akra´ İbnu Hâbis ve Alkame İbnu Ulâse´den herbirine yüzer deve verdi. Abbâs İbnu Mirdâs´a ise daha az verdi. Bunun üzerine (aynı zamanda şair olan) Abbâs İbnu Mirdâs şu mânada bir şiir düzdü:
“Benimle atım Ubeyd´in payını Uyeyne ile Akra´ arasında mı taksim ediyorsun
Ne Bedr[272] ne de Hâbis, cemiyette, Mirdâs´tan üstün değillerdir.
Ben de onların hiçbirinden aşağı değilim.
Ancak bugün sen, kimi alçaltırsan o bir daha yükselmez.”
Râfi´ der ki: “Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun payını da yüz deveye yükseltti.” [Müslim, Zekat 137, (1060).][273]
AÇIKLAMA:
Bu hâdise, Huneyn dönüşü Ci´râne nâm mevkide cereyan eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´yi fethettikten birkaç hafta sonra Müslümanlara karşı savaş hazırlığı içinde olan Gatafanlılara karşı koymak üzere Huneyn´e hareket eder. Orduya iki bin kadar yeni ihtida etmiş Mekkelilerden asker alır. Bunların bir çoğunun kalbine imanın hakkıyla henüz girmediğini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de biliyor idi. Bu sebeple onları maddî avantajlarla kazanma yollarına başvurdu. Bu cümleden olarak, Taberî´nin kaydına göre, daha savaş yapılmadan birçoğuna ikramlarda bulundu.
Asıl maddî bağışı savaştan sonra yapmıştır. Müellefe-i kulûb, yani kalbleri kazanılmışlar olarak İslâm tarihine geçen bu zümre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hayatında ayrı bir sayfa teşkil eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Huneyn´de kazanılan zafer sonunda ele geçirilen muazzam ganimetten eski Müslümanlara ve meselâ Medineli Ensâr´a hiçbir şey vermez iken, Mekkelilere bol bol vermişti. Hususan Mekke´nin ileri gelenlerine, şef durumunda olanlara yüzer deve, şair, hatib gibi halk üzerinde müessiriyeti olanlara 50´şer deve vermişti.
Kendilerine verilmeyenler veya az bir şey verilenler memnuniyetsizliklerini, küskünlüklerini izhar ederler. Bu meyanda saygısızlığı bulan itiraz ve tenkidler ifade edenler dahi çıkar. Meselâ Temimli bir zâtla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) arasında şu konuşma geçer:
“Ey Muhammed bugün ne yaptığını gördüm.”
“Ne görmüşsün, söyle bakalım!”
“Adaletli davranmadın, âdil ol!” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) son derece öfkelenir ise de:
“Yazık sana, ben de âdil değilsem, başka kim âdil olabilir Adil olmazsam helak olurum!” demekle yetinir.
Hz. Ömer: “Müsaade et, şu münafığı öldüreyim!” diye izin isterse de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müsâade etmez.
Abbâs İbnu Mirdâs´ın yukarıda birkaç beytini kaydettiğimiz şiiri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kulağına gelince, bağışın 50´den 100 deveye çıkarılmasını Hz. Ali´ye emrederken: “İstediğini ver de şu dili kes” der.
Kendilerine bir şey verilmemesinden Ensâr da memnun olmamış, âdeta küsmüşlerdi. Hattâ, İbnu Hişâm´ın kaydına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hususî şâiri Hassân İbnu Sabit (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´i hicvedici bir şiir yazar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ensâr´ı toplayarak, kendilerine verilmeyiş sebebini izah eder ve neticede hepsini ağlatan şu hitabede bulunarak gönüllerini tekrar kazanır:
“Ey Ensar topluluğu, kulağıma gelen sözünüz nedir Bana gücenmiş olmalısınız! Ben size geldiğimde hepiniz dalâlette idiniz, (getirdiğim dinle) Allah sizlere hidâyet vermedi mi Fukara kimseler idiniz. Allah zenginlik vermedi mi Birbirinize düşman idiniz, Allah kalblerinizi birleştirmedi mi
…
“Ey Ensar topluluğu! Bir yudumluk dünya malı için mi bana gücendiniz Ben onunla İslâm´a girenler için bir kavmin kalbini kazanmayı tercih edip, sizin İslâmınıza emanet etmiştim. Ey Ensar toluluğu, insanlar buradan deve ve davarlarla dönerken sizler Allah ve Resûlüyle evlerinize dönmekten râzı değil misiniz Muhammed´in nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e yemin olsun hicret olmasaydı Ensar´dan bir kimse olurdum, şayet insanlar bir vâdiye, Ensar bir başka vadiye gidecek olsa ben Ensâr´ın vadisine giderdim. Ey Rabbim! Ensar´a, Ensâr´ın oğullarına, Ensâr´ın oğullarının oğullarına mağfiret et!”[274]
ـ17ـ وعن أبى قتادة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه: مَنْ قَتَلَ قَتِيً لَهُ عَلَيْهِ بَيِّنَةٌ فَلَهُ سَلَبُهُ[. أخرجه الستة إ النسائى.وهو طرف من حديث سيأتى في الغزوات .
17. (1117)- Ebu Katâde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
“Savaş sırasında kim bir düşmanı öldürür ve bunu isbatlarsa, maktûlün seleb´i kendisinin olur.” [Buharî, Hums 18, Büyû 37, Meğâzî 54, Ahkâm 21; Müslim Cihâd 46, (1571); Muvatta, Cihâd 18, (2, 454); Tirmizî, Siyer 13, (1562); Ebu Dâvud, Cihâd 147, (2717).][275]
AÇIKLAMA:
1- Seleb (cem´i eslâb gelir), Cumhur´a göre, muhâribin yanında silâh, giyecek vs. nevinden bulunan şeylere denir.
Ahmed İbnu Hanbel´e göre, hayvan selebe girmez. Şâfiî´ye göre savaş âletleri selebe girer.
2- Selebin kime ait olacağı hususu âlimlerce ihtilâf edilmiştir. Cumhûr-u ulemâ, Selebin öldürene ait olduğunda ittifak eder, komutan, önceden böyle bir vaadde bulunmuş, bulunmamış farketmez. “Şârî, derler, bu hakkı komutanın irâdesine, ilânına tâlik etmemiştir.” Cumhur´un dışında kalan Hanefîlere ve Malikîlere göre, “Bu hak komutanın önceden şart koymasıyla tahakkuk eder. İmam Mâlik: “İmam muhayyerdir, dilerse selebi kâtile verir, dilerse diğer ganimet mallarına katarak humsa tâbi kılar” der.
İshâk İbnu Râhuye´nin: “Eslâb çoğalırsa humsa tâbi tutulur” dediği belirtilir.
Mekhûl ve Sevrî: “Mutlaka humsa tâbi bulunmalıdır” demişlerdir.
Selebin kâtile âit olduğunu söyleyenler, sadedinde olduğumuz hadisi esas alırlar ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın muhtelif tatbikatından örnekler verirler.
Selebin humsa tâbi tutulması gerektiğini söyleyenler, hadislerden getirdikleri bazı örneklerden başka “.. bilin ki ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah´ın, Peygamber´in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır…” mealindeki âyetin (Enfâl 41) âmm olan ifadesine dayanırlar.
Komutanın kararına kaldığını söyleyenler, Bedir Savaşı´nda Ebu Cehl´in öldürülmesiyle ilgili Abdurrahman İbnu Avf´ın rivayetinin teferruatına dayanırlar. Bu rivayette, onun öldürülmesine iki kişi iştirak etmiş idi. Her ikisi de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelip, “Ben öldürdüm” deyince, kılınçlarınızın kanını sildiniz mi diye sorar. “Ha -yır!” derler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kılıçları muâyene ettikten sonra كَِكُمَا قَتَلَهُ “İkiniz öldürmüşsünüz!” diyerek ikisinin de eşit miktarda katıldığını tesbit ve te´yid eder, ama buna rağmen selebi sadece birine (Muâz İbnu Amr´a) verir.
Tahavî: “Seleb, şâyet kâtile ait olsaydı, ikisi birden öldürdüğüne göre bunlar arasında pay ederdi. Böyle yapmayıp, sadece birine verdiğine göre, seleb, öldürenin değil, imamın uygun gördüğü kimsenindir” der. Ancak Cumhur, hâdisenin siyakında katle iştirak hâlinde, en çok payı olanın selebe istihkak kesbettiğine delil olduğunu belirtmiştir. Nitekim, Kurtubî, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, kılıçları muayene´den maksadının, selebe kimin ehak olduğunu anlamak için yaralamada kimin daha çok hisse sâhibi olduğunu, kimin önce davrandığını tesbit etmek olduğunu” söylemiştir.[276]
ـ18ـ وعن سلَمَةَ بن ا‘كوع رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أتى رسولَ اللّه # عيْنٌ مِنَ المُشْرِكِينَ وَهُوَ في سَفَرٍ فَجَلَسَ عِنْدَ أصْحَابِهِ يَتَحَدَّثُ ثُمَّ انْفَتَلَ فقَالَ # اطْلُبُوهُ فَاقْتُلوهُ فَقَتَلْتُهُ فَنَفَّلَنِى سَلبَهُ[. أخرجه الشيخان.
18. (1118)- Seleme İbnu´l-Ekva (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferde idi, müşriklerden bir casus gelip, ashâbının yanında bir müddet oturup konuştu. Sonra sıvışıp gitti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “(O bir casustur, arayıp bulun ve öldürün!” diye emretti. Ben (erken) bulup öldürdüm. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selebini bana bağışladı.” [Buhârî, Cihâd 173; Müslim, Cihâd 45, (1754); Ebu Dâvud, Cihâd 110, (2653); İbnu Mâce, Cihâd 29, (2836).][277]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî, bu hadisi, “Harbî, daru´l-İslâm´a emân (vize) almadan girerse” başlığını taşıyan bir babta kaydeder. Böyle birisi yakalanınca nasıl bir muamele yapılmalıdır Öldürülmesi caiz midir, değil mi bu ihtilâflı bir mevzudur. İmam Mâlik: “İmam muhayyerdir, böyle birisi, ehl-i harbin tâbi olduğu hükme tâbidir.” Evzâî ve Şâfiî hazretleri: “Elçi olduğunu iddia ederse, kabul edilir” der.
İmam Âzam ve Ahmed İbnu Hanbel: “İddiası kabul edilmez, Müslümanların fey´i sayılır” derler.
2- Bu hadise, başka rivayetlerde daha teferruatlı olarak nakledilmiştir. Nesâî´nin rivayetinde öldürülüş sebebi belirtilir: “Adam Müslümanların gizli taraflarını (avretu´lmüslimin) öğrendi ve arkadaşlarına bir an önce haber vermek için hemen oradan ayrılmaya gayret etti. Öldürülmesinde Müslümanların menfaati vardı.”
Bu hadisten, harbî olan casus kafirin öldürülmesi gerektiği hükmü çıkarılmıştır. Bu hususta ittifak var.
Muâhed (eman verilmiş) ve zımmî hakında Mâlik ve Evzâî: “Bu davranışı sebebiyle emân akdi iptal edilir” derler; Şâfiî fukahâ, farklı bir görüşle: “İhânetin emânı kaldıracağı akde yazılmış ise, bilittifak akid bozulur, değilse bozulmaz” demiştir.
3- Hadiste, selebin tamamının katile ait olduğunu söyleyenlere delil mevcuttur. Ancak “seleb”e, imamın sözüyle sâhip olunur diyenler: “Hadiste, iki durumdan birine delâlet eden sarih bir husus yok, aksine iki durum da muhtemeldir” derler. Ancak hadisin İsmâilî´de gelen bir vechi sarihtir: “Kişi kalkıp gidince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun müşriklere ait bir casus olduğunu haber verdi ve : “Onu kim öldürürse selebi ona aittir” dedi. Râvi: “Ben hemen kalkıp adama yetiştim ve öldürdüm. Selebini Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana verdi” denir. İşte bu rivayet ikinci ihtimâli te´yid eder, yani selebe, imamın sözüne binâen hak kazanılır.
4- Câsus, kafir değil de Müslüman ise Cumhur´a göre öldürülmez, ta´zir cezası verilir. Ebu Hanife, Şâfiî, Evzâî ve Mâlikîler hep bu görüştedir. Yalnız ta´zirin cins ve miktarını tayin işi devlet reisinin (veya nâibinin = mahkeme) takdirine kalmıştır. Kadı İyaz: “Mâlikîlerin büyükleri böyle birisinin öldürüleceğini söylemişlerdir” der.[278]
ـ19ـ وعن عوف بن مالك، وخالد بن الوليد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قا: ]قَضَى رسولُ اللّه # في السَّلَبِ للْقَاتِلِ وَلَمْ يُخَمِّسِ السّلَبَ[. أخرجه أبو داود .
19. (1119)- Avf İbnu Mâlik ve Hâlid İbnu Mâlik (radıyallahu anhümâ) şunu söylemişlerdir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selebin kâtile ait olduğuna hükmetti, selebi ganimet malına katarak beşli taksime (humus) tâbi kılmadı.” [Ebu Dâvud, Cihad 149, (2721).][279]
ـ20ـ وعن عبداللّه بن أبى أوفى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما أنّهُ قيلَ لهُ: ]هَلْ كُنتُمْ تُخَمِّسُونَ الطَّعَامَ عَلى عَهْدِ رسول اللّه #؟ فقَالَ: أصَبْنَا طََعاماً يَوْمَ خَيْبَرَ فكَاَنَ الرَّجُلُ يَجِئُ فيَأخُذُ مِنْهُ قَدْرَ مَا يَكْفِيهِ ثُمَّ يَنْصَرِفُ[. أخرجه أبو داود .
20. (1120)- Abdullah İbnu Ebî Evfâ (radıyallahu anh)´nın anlattığına göre, kendisine: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, gıda maddelerini humus taksimine tâbi tutar mıydınız ” diye sorulmuştu, şu cevabı verdi:
“Hayber günü yiyecek maddeleri de ele geçirdik, kişi gelir, ihtiyacı kadar alır, sonra giderdi.” [Ebu Dâvud, Cihad 138, (2704).][280]
ـ21ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ جَيْشاً غَنِمُوا في زَمَنِ رسول اللّه # طَعَاماً وَعَسًَ فَلَمْ يُؤخَذْ مِنْهُ الخُمُسُ[. أخرجه أبو داود .
21. (1121)- Hz. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bir ordu ganimet olarak yiyecek maddesi ve bal ele geçirdi. Ancak bundan humus alınmadı.” [Ebu Dâvud, Cihad 137, (2701).][281]
ـ22ـ وعن عمرو بن عَبسَة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]صَلَّى بِنَا رسول اللّه # إلى بَعِيرٍ مِنَ المَغْنَمِ فَلَمَّا صَلَّى أخذَ وَبَرَةً مِنْ جَنْبِ الْبَعِيرِ. ثُمَّ قَالَ: َ يَحِلُّ لِى مِنْ غَنَائِمِكُمْ مِثْلُ هذِهِ إَّ الخُمُسَ، وَالخُمُسُ مَرْدُودٌ فِيكُمْ[. أخرجه أبو داود، وأخرجه النسائى من رواية عبادة بن الصامت بنحوه .
22. (1122)- Amr İbnu Abese (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kıble istikametinde (sütre olarak) bir ganimet devesi bulunduğu halde gerisinde bize namaz kıldırdı. Namaz kılınca, hayvanın yan kısmından bir tutam yün aldı (elinde tutup göstererek): “Ganimetinizden humus dışında şu kadarı bile bana helâl değildir. Humus da size iâde edilecek (sizin maslahatlarınızda harcanacak)tır” dedi.” [Ebu Dâvud, Cihad 161, (2755).][282]
AÇIKLAMA:
Peygamber, ganimeti istediği gibi tasarruf edemez. Humus dışında herhangi birşey alamaz humus da şahsına ait değildir. Kur´ân-ı Kerim´in belirttiği şekilde humusu (beşte biri) de Müslümanlara harcamak zorundadır. Âyet şöyle der: “Ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri (humusu) Allah´ın, Peygamber´in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır” (Enfal 41). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, burada belirtilen hissesi humsu´lhumstur, yani beşte birin beşte biri. Âyette geçen “Allah´ın, Peygamber´in” ifadesi, iki ayrı hisseye değil, tek hisseye delâlet eder, âlimler böyle anlamıştır. Humsu´lhums Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra, onun yerine geçen imama aittir[283]
.ـ23ـ وعن جُبير بن مُطْعم رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أتَيْتُ أنَا وَعُثْمَانُ بنُ عَفَّانَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ رسول اللّه # نُكَلِّمُهُ فِيمَا يُقْسَمُ مِنَ الخُمُس في بَنِى هَاشِمٍ وَبَنِى الْمُطّلِبِ فقُلْتُ يَارَسُولَ اللّه قَسَمْتَ “خْوَانِنَا بَنِى المُطّلِبِ وَلَمْ تُعْطِنَا شَيْئاً،
وَقَرَابَتنَا وَقَرَابَتُهُمْ وَاحِدَةٌ. فقَالَ # إنَّمَا بَنُو هَاشِمٍ وَبَنُو المُطّلِبِ شَئٌ وَاحِدٌ،وَلَمْ يَقْسِمْ لِبَنِى
عَبْدِ شَمْسٍ وََ لِبَنِى نَوْفَلٍ، وكَانَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَقْسِمُ الخُمُسَ نَحْوُ قِسْمِ النَّبىِّ # غَيْرَ أنَّهُ لَمْ يَكُنْ يُعْطِى قُرْبى رسولِ اللّه # مَا كانَ رسولُ اللّه # يُعْطِيهِمْ، وَكانَ عُمَرُ يُعْطِيهِمْ مِنْهُ، وَعُثْمَانُ بَعْدَهُ[. أخرجه البخارى وأبو داود والنسائى، وهذا لفظ أبى داود .
23. (1123)- Cübeyr İbnu Mut´im (radıyallahu anh) anlatıyor: “Humustan Benî Hâşim ve Benî Muttalib´e ayrılan pay hakkında konuşmak üzere Osman İbnu Affân (radıyallahu anh) ile birlikte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gittik. Ben:
“Ey Allah´ın Resûlü, dedim, kardeşlerimiz olan Benî Muttâlib´e verdin, bize hiçbir şey vermedin. Halbuki bizim de onların da (size) yakınlığı birdir” dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Benî Muttalib ile Benî Haşim tek bir şeydirler!” buyurdular.
Cübeyr der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ne Benî Abdu Şems´e, ne de Benî Nevfel´e: (Benî Hâşim ve Benî Muttalib´e verdiği halde humustan) pay ayırmadı. Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) de humusu aynen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gibi taksim etti. Ancak O, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yakınlarına, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onlara verdiği kadar vermedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) de onlara humustan verdi. Sonra da Osman (radıyallahu anh) verdi.” [Buharî, Humus 17, Menâkıb 2, Megâzî, 38; Ebu Dâvud, Harac 20 , (2978, 2979, 2980); Nesâî, Fey 1, (7, 130, 131).][284]
AÇIKLAMA:
1. Cübeyr İbnu Mut´im İbni Adiyy İbni Nevfel İbni Abdi Menâf İbni Kusay el-Kureşî en-Nevfelî görüldüğü üzere Abdimenâfoğulları´ndandır, yani Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birkaç göbek yukarıda birleşmektedirler.
2. Cübeyr´in itirazı, humustan pay alamamış olmalarıyla ilgilidir. Ebu Dâvûd´un bir rivayeti şu açıklamayı kaydeder: “(humustan pay alacaklar meyanında zikri geçen beş kalemden birini teşkil eden) zevi´lkurbâ payına Benî Hâşim ve Benî Muttalib´i dahil edip Benî Nevfel ve Benî Abdi Şems´i terketmesi üzerine ben ve Osman İbnu Affân, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gittik…” Cübeyr ve Muttalib eşittirler, çünkü hepsi de Abdi Menâf´ın oğullarıdır. Bu sebeple Cübeyr (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e: “Bizim de onların da (Abdi Menâf´a nisbette) size yakınlığı birdir” demiştir. İbnu İshak´ın bu mesele ile ilgili rivayeti şöyledir: “Dedi ki: “Ey Allah´ın Resûlü, mensubu bulunduğumuz Hâşimoğullarını anladık, size olan yakınlıkları sebebiyle Allah´ın onlara lutfetmiş olduğu fazileti inkâr etmiyoruz. Ama, Benî Muttalibli kardeşlerimizin imtiyazı nedir ki onlara (humustan) verip bizi terkettin ”
Bazı rivayetlerde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu suâle: “Benî Muttalib´le Benî Hâşim tek şeydir” derken ellerinin parmaklarını kenetleyerek “şöyle” diyerek göstermiştir. İbnu İshâk´ın mezkur rivayetinde cevap biraz daha açık ve müdellel olarak verilmiştir: “Biz (Benî Hâşim) ve Benî Muttalib câhiliyede de, İslâm´da da hiç ayrılmadık, biz ve onlar aynı şeyiz!” ve parmaklarını kenetledi.”
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hânedânı olan Hâşimoğulları ile, Muttaliboğulları[285] arasındaki yakınlık nereden geliyordu Buhârî, İbnu İshâk´tan naklen, Abdu Menâf´ın oğulları olan bu dört kardeşten üçünün yani Abdü Şems, Hâşim ve Muttalib´in aynı zamanda annelerinin Atike adında bir kadın olduğunu, dolayısıyla annebaba bir kardeş olduklarını, Nevfel´in annesinin ayrı olduğunu -ki Vâkide adında bir kadındır- belirtir. Cübeyr hânedânının (Benî Nevfel´in) ayrılmasını bu izah etse bile, Hz. Osman´ın[286] bağlı olduğu Abdi Şemsoğullarının ayrılmasını izah etmez. Çünkü, görüldüğü gibi, Abdi Menaf´ın Hâşim ve Muttalib gibi anneleri de bir olan oğullarıdır.
Meseleyi tavzih sadedinde, İbnu Hacer, “Haşim ile Muttalib arasında evlatlarına sirâyet etmiş olan (mahiyeti fazla bilinmeyen) bir kaynaşma (i´tilâf) olabileceğine dikkat çeker. Buna delil olarak iki durum zikreder:
1- ez-Zübeyr İbnu Bekkâr, en-Neseb´de zikretmiştir ki: “Hâşim ve el Muttalib´e: “el-Bedrân”, Abdu Şems ve Nevfel´e: “el-Ebherân” denilirmiş.
2- Keza, aradaki bu i´tilaf sebebiyle olacak ki Müslümanlar hakkında Kureyşliler, Mekke´de boykot akdi yaptıkları zaman, Benî Muttalib´i Benî Hâşim´e dâhil edip bir mütâlaa ettiler, fakat Benî Nevfel ve Benî Abdi Şems´i dahil etmediler. Asıl sebebi mübhem kalan bu kaynaşma sebebiyle olacak. Benî Muttalib ve Benî Hâşim´e mensup olanların kâfiri de, Müslümanı da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in yanında yer alarak, İslâm´ın çetin devresi olan Mekke döneminde sonuna kadar himaye ettiler. Müslüman olanlar Allah ve Resûlü´nün emri gereği, kâfir olanları da aşiret ve akrabalık gayretiyle bunu yaparken Nevfel ve Abdi Şemsoğulları Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in karşısında olan diğer Kureyş kabilesinin yanında yer aldılar.
Bazı Şâfiî âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevi´lkurbâ olarak Benî Hâşim ve Benî Muttalib´i tesbit etmesinde mi´yar olarak, akrabalık ve nusret´i (yardım) esas aldığını ifade ederek Abdi Şems ve Nevfeloğulları´nda “yardım” şartı bulunmadığı için zevi´lkurba´nın dışında tutulduğunu söylemişlerdir.
Bazı Şâfiiler de zevi´lkurbâ payına istihkakın sadece karâbet olduğunu söyleyip, Abdi Şems ve Nevfeloğulları´nın mahrum bırakılışını Benî Hâşim´den ayrılıp onlarla savaşmalarıyla izah etmiştir. Şâfiî hazretleri: “Humsu´lhums, zevi´lkurbâ arasında taksim edilir, fakir ve zengin tefriki de yapılmaz, ancak erkeğe iki, kadına bir hisse verilir” demiştir.
3- Herşeye rağmen şunu söyleyebiliriz: Âlimler, Resûllulah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından zevi´lkurbâ olarak Benî Haşim ve Benî Muttalib´in seçiminde söylediğimiz karineleri yeterli açıklık ve kesinlikte bulmadıkları için, bu sünnetin yorumunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir:
* İmam Şâfiî´ye ve ona uyanlara göre, bu hadis humustan zevi´lkurbâ´ya ayrılması gereken payın sadece Benî Hâşim ve Benî Muttalib´e ait olduğuna delildir.
* Ömer İbnu Abdilaziz: “Zevi´lkurbâ sâdece Benî Hâşim´dir” demiştir. Zeyd İbnu Erkâm´la Kûfîlerin bir kısmı da bu görüştedir.
* “Bu hadis, Benî Muttalib´in de Benî Hâşim´e ilhak edileceğine delildir” diyen olmuştur.
* Bazıları “Zevi´lkurbâ Kureyş´in tamamıdır, ancak imam, onlardan dilediğine verir” demiştir.
* Bazıları: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara ihtiyaçları sebebiyle vermiş olmalı” demiş ise de bu yorum ziyadesiyle zayıf bulunmuştur. Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) iki âile mensuplarının hepsine verirken, diğerlerinin hiçbirine vermemiştir.
İbnu Hacer: “Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, kavmine mensup diğerleri arasında sâdece mezkur âilelere vermesinin onların nusretleri (yani Mekke devresindeki yardımları) ve İslâm için mâruz kaldıkları (sıkıntılar) sebebiyle olduğu hususunda zâhir ve açıktır” der.
4- Âlimler, zevi´lkurbâ hissesini taksim şeklinde de bazı farklı yorumlar yapmışlardır:
* Hadis, taksimin nasıl yapılacağı hususunda tafsilat vermiyor, zâhire göre hisse sâhiplerine eşit pay ayrılacaktır. Bu durumda “miras taksimi üzere (erkeklere iki, kadınlara tek hisse) yapılır” diyenler delilsiz kalmaktadırlar.
* Çoğunluk, zevi´lkurbâ payının taksiminde hepsine tamim edilmesi görüşündedir. Ancak Şâfiî ve Ahmed “yetimlerin fakir olanlarına hususiyet ve öncelik tanınmalıdır” demişlerdir.
Mâlik, îtanın hepsine şâmil kılınması gereğini söylerken, Ebu Hanife iki sınıftan fakir olanlara hususiyet tanımıştır.
Şâfiî, görüşüne şu delili ileri sürer: “Onların hepsine zekât yasaklandığına göre, paydan da hepsine verilmelidir. Esasen onlara ihtiyaç cihetiyle değil, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a yakınlıkları cihetiyle ikrâm ve teşrif olsun diye verilmiştir, ama yetimlere ihtiyaçlarını gidermek için verilir.
5- Son olarak şunu da belirtelim ki, İbnu Abbâs (radıyallahu anh)´tan, Nesâî´de gelen bir rivayete göre, Hz. Ömer (radıyallahu anh), mezkûr hisseyi herkese eşit şekilde vermeyip, ihtiyaç sâhiplerinin ihtiyaçlarını görme şeklinde bir tatbikatı denemek ister ve fakat bu düşünce zevi´lkurbâ arasında memnuniyetsizlik hâsıl eder: “Ömer, bize yetimlerimizi evlendirmeyi, ailelerimize hizmetçi temin etmeyi, borçlularımızın borçlarını ödemeyi teklif etti. Biz itiraz ettik ve hisselerimizi nakid olarak teslim etmesini taleb ettik” der. Hz. Ömer (radıyallahu anh) isteklerine uyar.
Hattâbî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman´ın da bunu ödemeye devam ettiğini belirtir. Ancak müte-akiben kaydedeceğimiz rivayet, bunun Hz. Ömer´le sona erdiğini ifade eder. Hz. Ebu Bekir´in ödediği hususunda rivayetler ihtilâflıdır. Bu durum sonradan ulemânın, bu hakkın sübûtu hususunda ihtilaf etmelerine sebep olmuştur. Sözgelimi Mâlik ve Şâfiî hazretleri “bu hak sabittir” derken, ashab-ı re´y reddetmiş ve humsu üç kısma bölmüştür.
Bazıları da: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Benî Muttalib´e yakınlıktan dolayı yardım için vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): إِنَّا َنَفْتَرِقُ فِى جَاهِلِيَّةٍ وََ إِسَْمٍ “Biz ne cahiliyede ne de İslâm´ da birbirimizden ayrılmamışız” buyurmuştur. Bu hadise göre, onlara veriş sebebi yardımları içindir. Yardım kesildiğine göre, atiyyenin de kesilmesi gerekir” demiştir.[287]
ـ24ـ وعن عبدالرحمن بن أبى ليلى قال: ]سَمِعْتُ عَلِيّاً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَقُولُ: اجْتَمَعْتُ أنَا وَالْعَبَّاسُ وَفَاطِمَةُ وَزَيْدُ بنُ حَارِثَةَ عِنْدَ النَّبىِّ # فقُلْتُ يَا رسُولَ اللّه؟ إنْ رَأيْتُ أنْ تُوَلِّيناَ حَقَّنَا مِنْ هَذَا الخمُسِ في كِتَابِ اللّهِ تعالى فاقْسِمْهُ في حَيَاتِكَ كَىْ َ يُنَازِعَنَا أحَدٌ بَعْدَكَ ففَعَلَ فَقَسَمْتُهُ حَيَاةَ رسولِ اللّه # ثُمَّ وَِيَةَ أبِى بَكْر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ حَتَّى كانَ آخَرُ سِنِّى عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. فَأتَاهُ مَالٌ كَثِيرٌ فَعَزَلَ حَقَّنَا ثُمَّ أرْسَلَ إلىَّ فقُلْتُ بِنَا عَنْهُ الْعَامَ غِنَى، وَبِالْمُسْلِمِينَ إلَيْهِ حَاجَةٌ فَارْدُدْهُ عَلَيْهِمْ. فَلَقِيتُ الْعَبَّاسَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ بَعْدَ خُرُوجِى مِنْ عِنْدِ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَأخْبَرْتُهُ فقَالَ: لَقَدْ حَرَمْتَنَا الغَدَاةَ شَيْئاً َ يُرَدُّ عَلَيْنَا أبداً، وَكَانَ رَجًُ دَاهِياً[. أخرجه أبو داود.»الداهى« من الرجال: الفطن الجيد الرأى .
24. (1124)- Abdurrahman İbnu Ebî Leylâ anlatıyor: “Ali (radıyallahu anh)´yi dinledim, demişti ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında ben, Abbâs, Fatıma ve Zeyd İbnu Hârise toplanmıştık. Ben şunu söyledim:
“Ey Allah´ın Resûlü, Aziz ve Celîl olan Allah´ın kitabında zikri geçen şu humustaki hakkımızın taksimine beni vazifelendirseniz de hayatınızda bu işi ben bir yapsam! Tâ ki sonradan kimse bu hususta bizimle ihtilâfa düşmese!”
Ali (radıyallahu anh) devamla der ki: “Resûlullah bu isteğimi yerine getirdi. Hayatı boyunca ben taksim ettim. Sonra buna, Hz. Ebu Bekir de beni vazifelendirdi. Aynı iş, Hz. Ömer (radıyallahu anh) devrinin son senesine kadar bende devam etti. O yıl (fetihlerden dolayı) bol mal gelmişti. Bizim hakkımızı yine ayırdı ve bana gönderdi. Ben:
“Bu sene ihtiyacımız yok, Müslümanların ihtiyacı var, onlara ver!” dedim. O da bu hisseyi Müslümanlara dağıttı. Artık, Hz. Ömer (radıyallahu anh)´den sonra kimse beni bu işe çağırmadı.
(Zaten o sene) Hz. Ömer´in yanından çıktıktan sonra Abbâs (radıyallahu anh)´a rastladığımda (hayıflanarak) bana:
“Ey Ali, dün bize öyle bir şeyi haram ettin ki, bundan sonra artık kimse bunu bize vermez!” demişti. (Meğer ne kadar doğru söylemişmiş. Dediği aynen çıktı). O ne dahi insan imiş!” [Ebu Dâvud, Harâc 20, (2983-2984).][288]
ـ25ـ وعن قتادة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا غَزَا بِنَفْسِهِ يَكُونُ لُهُ سَهْمُ صَفِىٍّ يَأخُذُهُ مِنْ حَيْثُ شَاءَ: عَبْداً أوْ أمَةً أوْ فَرَساً يَخْتَارُهُ قَبْلَ الخُمُس؛ وَكانَتْ صَفِيَّةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها مِنْ ذلِكَ السَّهْمِ، وَكانَ إذَا لَمْ يَغْزُ بِنَفْسِهِ ضُرِبَ لَهُ بِسَهْمٍ وَلَمْ يَخْتَرْ[. أخرجه أبو داود .
25. (1125)- Katâde (rahimehullah) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gazveye bizzat iştirak edince, onun sehm-i safiyy denen riyaset hissesi olurdu. Bu hisseyi, taksimden önce köle, câriye, at gibi ganimete dahil mallardan dilediğinden alırdı. Safiyye validemiz de işte bu hissedendi. Gazveye bizzat iştirak etmediği takdirde bu hisse gıyabında ayrılırdı, ancak bu durumda seçme hakkı yoktu (ne ayrılmışsa onu kabul ederdi.)” [Ebu Dâvud, Harâc 21, (2993).][289]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den sonra kaldırılmış olan bu safiyy payı ile alakalı açıklamayı 1078. hadiste sunduk, oraya bakılsın.[290]
ـ26ـ وعن مالك بن أوس بن الحدثَان قال: ]أرْسَل إلىَّ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَجِئْتُهُ حِينَ تَعالى النَّهَارُ فَوَجَدْتُهُ
في بَيْتِهِ جَالِساً عَلى سَرِيرٍ مُفْضِياً إلى رِمَالِهِ)ـ1( مُتَّكِئاً عَلى وِسَادَةٍ مِنْ أدَمٍ)ـ2( فَقَالَ يَامَالُ)ـ3( إنَّهُ قَدْ دَفَّ أهْلُ أبْيَاتٍ مِنْ قَوْمِكَ، وقَدْ أمَرْتُ فِيهمْ بِرضْخٍ فَخُذْهُ فَاقْسِمْهُ بَيْنَهُمْ. فقُلْتُ لَوْ أمَرْتَ بِهذَا غَيْرِى؟ فقَالَ خُذْهُ يَا مَالُ فَجَاءَ يَرْفَأ)ـ4( مَوْلَى عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. فقَالَ يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ: هَلْ لَكَ في عُثْمَانَ وَعَبْدِ الرَّحْمنِ بنِ عَوْفٍ وَالزُّبَيْرِ وَسَعْدٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم؟ فقَالَ: نَعَمْ. فأذِنَ لَهُمْ فَدَخَلُوا فَسَلَّمُوا وَجَلسُوا. ثُمَّ جَاءَ فقَالَ: هَلْ لَك في عَبَّاسٍ وَعلَىٍّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. قالَ نَعَمْ: فَأذِنَ لَهُمَا فَدَخََ فَسلّما. فقَالَ الْعَبَّاسُ يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ: اقْضِ بَينِى وَبَيْنَ هذا، وَهُمَا يَخْتَصِمَانِ. فقَالَ الْقَوْمُ: أجلْ يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ:؟ اقْضِ بَيْنَهُمْ وَأرِحْهُمْ. فقَالَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: اتَّئِدُوا أنْشُدُكُمْ بِاللّهِ الَّذِى بِإذْنِهِ تَقُومُ السَّماءُ وَا‘رْضُ؛ أتَعْلَمُونَ أنَّ رسولَ اللّه # قَالَ: َ تُورثُ مَا تَركْنَا صَدَقَةٌ؟ قَالُوا نَعَمْ. ثُمَّ أقْبَلَ عَلى العْبَّاسِ وَعلىٍّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما فقَالَ: أنْشُدُكُمَا بِاللّهِ الَّذِى بِإذْنِهِ تَقُومُ السَّمَاءُ وَا‘رْضُ أتَعلَمَانِ أنَّ رسولَ اللّه # قَالَ: َ نُورثُ مَا تَرَكْنَاهُ صَدَقَةٌ؟ قَاَ نَعَمْ فقَالَ عُمَرُ: إنَّ اللّهَ تَعالى كانَ خَصَّ رسولَهُ # بِخَاصَّةٍ لَمْ يَخُصَّ بِهَا أحَداً غَيْرَهُ. فقَالَ: مَا أفَاءَ اللّهُ عَلى رَسُولِهِ مِنْ أهْلِ الْقُرَى فلِلّهِ وَلِلرَّسُولِ؛ فقَسَّمَ رسولُ اللّه # بَيْنَكُمْ أمْوَالَ بَنِى النَّضِيرِ فَوَاللّهِ مَا
______________
)ـ1( رمال السرير: بكسر الراء ما ينسج من سعف النخل.
)ـ2( الوسادة: المخدة، وأدم: هنا الجلد.)ـ3( مرخم مالك. )ـ4(يرفأ: بفتح التحتانية وسكون الراء بعدها فاء مشبعة بغير همز وقد تهمز كان من موالي عمر أدرك الجاهالية و تعرف له صحبة.
اسْتَأثَرَ عَلَيْكُمْ وََ أخذَهَا دُونَكُمْ حَتَّى بَقَى هذَا المَالُ، فكَانَ # يَأخُدُ مِنْهُ نَفَقَتَهُ سَنَةً ثُمَّ يَجْعَلُ مَا بقىَ أسْوَةَ المَالِ[ .
26. (1126)- Mâlik İbnu Evs İbni Hadesân (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) bana haber gönderdi. Ben de gün yükseldiği zaman ona gittim. Kendisini evinde bir sedirin üzerinde, deri yüzlü bir yastığa dayanmış vaziyette oturmuş buldum. Sedirin örgü ipleri adalelerine gömülmüş durumdaydı. Bana:
“Ey Mâlik, seni şunun için çağırdım: Senin kavminden bir kaç hâne halkı peş peşe geldiler (ihtiyaç arzettiler). Ben de kendilerine biraz bağışta bulunulmasını söyledim. İşte ! Al bunu aralarında dağıtıver!” dedi. Ben:
“Bu işi benden başkasına söyleseniz daha iyi olur!” dedim. Ancak o ısrarla:
“Ey Mâlik al şunu!” dedi. Az sonra Hz. Ömer´in azadlısı (kapıcı) Yerfe´ geldi ve:
“Ey mü´minlerin emîri! Osmân, Abdurrahmân İbnu Avf, Zübeyr ve Sa´d (radıyallahu anhüm)´ın girmelerine izin veriyor musunuz (sizi görmek istiyorlar!) dedi. O da:
“Evet, buyursunlar!” diyerek izin verdi. onlar da girip selam vererek oturdular.
Az sonra Yerfe´ tekrar gelip:
“Abbas´la Ali (radıyallahu anhümâ) için de izin var mı ” dedi. Hz. Ömer, onlara da izin verdi. Girdiler, selamı verip oturdular. Abbâs (radıyallahu anh) söz alarak:
“Ey mü´minlerin emîri! Benimle Ali arasında hükmet!” dedi.
Bunlar bir meselede ihtilâfa düşmüş, birbirlerini dâva ediyorlardı. Oradaki cemaat de:
“Evet ey mü´minlerin emîri, aralarında hükmet, onları rahatlat!” dediler. Hz. Ömer (radıyallahu anh) (önceden gelenlere yönelerek):
“Şöyle bir sâkin olun!” deyip devam etti:
“Arzı ve semayı ayakta tutan Allah aşkına soruyorum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle şöyle söylediğini biliyor musunuz “Bize mirascı olunmaz, ne bırakmışsak o sadakadır.”
“Evet!” dediler. Sonra da Hz. Abbâs ve Hz. Ali´ye yönelerek:
“Arz ve sema izniyle ayakta duran Zât´ın aşkına size soruyorum, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Bize mirascı olunmaz, her ne bırakmışsak sadakadır” dediğini biliyor musunuz ”
O ikisi de:
“Evet!” dediler. Hz. Ömer de:
“Allahu Teâla hazretleri, Resûlü´ne (aleyhissalâtu vesselâm) bazı imtiyazlar bahşetmiştir, bunları ondan başka kimseye vermemiştir. Söz gelimi, beldeler ahâlisinden Allah´ın fey kıldığı şeyler (hassaten) Allah ve Resûlü´ne aittir. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) Benî Nadir´in mallarını aranızda taksim etti. Allah´a kasem olsun, o işte, kendisini size tercih etmedi, sizi bırakıp, onu kendisi almadı. (Nitekim, onu aranızda dağıttı.) Sâdece şu mal (kendisine) kaldı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bundan (ailesinin) yıllık nafakasını alır, mütebâkisini beytü´lmale koyardı” dedi.” [Buhârî, Ferâiz 3, Humus 1, Cidâd 80, Meğâzî 14, Tefsir, Haşr 3, Nafakat 3, İ´tisam 5; Müslim, 48, (1757); Tirmizî, Siyer 44, (1619); Ebu Dâvud Harac 19, (2963, 2964, 2965, 2967); Nesâî, Fey 1, (7, 136, 137).][291]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette, Hz. Ali ile Hz. Abbâs arasındaki ihtilâf mevzuu nedir açık olarak belli değil. Bu husus, rivayetin başka vecihlerinde tasrih edilmiştir. Buharî´nin bu rivayetinde: “…onlar Allahu Teâlâ´nın Benî Nadir´den Resûlü´ne fey kıldığı mallar hususunda ihtilâfa düşmüşlerdi” denir. Hattâ, Müslim´in rivayetinde Hz. Abbas (radıyallahu anh), Hz. Ali´yi galiz tâbirler kullanarak, Hz. Ömer (radıyallahu anh)´e şikâyet eder: “Ey mü´minlerin emîri, benimle şu yanılgân[292], günahkâr, haksız ve hâin arasında hükmet!” der.
2- Müteakip hadis de aynı vak´ayı anlattığı ve bu rivayeti de aydınlatıcı mahiyette olduğu için, onu da kaydedip gerekli bazı açıklamaları en sonda sunacağız.[293]
ـ27ـ وفي رواية: ]ثُمَّ يَجْعَلُ مَا بَقى مُجْعَلَ مَالِ اللّهِ تَعالى؛ ثُمَّ قَالَ: أنْشُدُكُمْ بِاللّهِ الَّذِى بِإذْنِهِ تَقُومُ السَّماءُ وَا‘َرْضُ أتَعْلَمُونَ ذلِكَ؟ قَالُوا نَعَمْ؛ ثُمَّ نَشَدَ
عَبَّاساً وَعَلِيّاً بِمثْلِ مَا نَشَدَ بِهِ الْقَوْمَ فَقَاَ نَعَمْ. قَالَ فَلَمّا تُوُفِّىَ رسولُ اللّه # قَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: أنَا وَلىُّ رَسُولِ اللّه # فَجِئْتُمَا تَطْلُبُ أنْتَ مِيرَاثَكَ مِنِ ابْنِ أخِيكَ، وَيَطْلُبُ هذَا مِيرَاثٍ امْرَأتِهِ مِنْ أبِيهَا. فقَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قالَ رسولُ اللّه #: َ نُورَثُ مَا تَرَكْنَا صَدَقَةٌ ثُمَّ اتَّفَقْتُمَا ثُمَّ تُوُفِّىَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَأنَا وَلِىُّ رسولِ اللّه # وَوَلِىُّ أبى بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَوَلَيتُهَا ثُمَّ جِئْتَنِى أنْتَ وَهذا وَأنْتُمَا جَمِيعٌ وَأمْرُكُمَا وَاحدٌ. فَقُلْتُمَا ادْفَعْهَا إلَيْنَا، فقُلْتُ: إنْ شِئْتُمَا دَفَعْتُهَا إلَيْكُمَا عَلى أنَّ عَلَيْكُمَا عَهْدَ اللّهِ أنْ تَعْمََ فِيهَا بِالَّذِى كانَ يَعْمَلُ فِيهَا رسولُ اللّه # فَأخَذْتُمَاهَا بذَلِكَ؛ أكَذلِكَ؟ قاَ نَعَمْ. قالَ: ثُمَّ جِئْتُمَانِى قْضِىَ بَيْنَكُمَا؟ َ وَاللّهِ َ أقْضِىَ بَيْنَكُمَا بِغَيْرِ ذلِكَ حَتَّى تَقُومَ السَّاعَةُ فَإنْ عَجَزْتُمَا عَنْهَا فَرُدَّاهَا إلىَّ[. أخرجه الخمسة، وهذا لفظ الشيخين.»دَفَّ« يقال دفت دافة من ا‘عراب إذا جاءوا إلى المصر. »وَالرَّضْخُ« العطاء القليل »وَاتَّئدُوا« أمر بالتأنى والتثبت في ا‘مر. »وَالرَّهْطُ« الجماعةُ من الرجال دون العشرة. »والفَئُ« ما أخذ من كافر بقتال. »اسْتِئْثَارُ« استبداد بالشئ وانفراد به .
27. (1127)- (Yukarıdaki vak´a ile alâkalı olan) bir rivayet şöyledir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (yıllık ihtiyacını aldıktan sonra) geri kalanı Allah´ın malı kılar (Beytu´lmâle koyar) idi.” Ömer (radıyallahu anh) sonra (cemaate yönelerek) dedi ki:
“Arz ve semânın izniyle ayakta durduğu Zât aşkına sizden soruyorum, bunu biliyor musunuz ”
Onlar: “Evet!” dediler. Sonra Hz. Ömer teker teker, Hz. Abbâs ve Hz. Ali´ye yönelerek, öbür cemaate yaptığı gibi, aynı şekilde yemin vererek bu hususu bilip bilmediklerini sordu. Her ikisi de: “Evet, biliyoruz!” dediler. Sonra Hz. Ömer (radıyallahu anh) sözüne devam etti:”
(Hatırlayın! Siz,) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edince, Ebu Bekir´e bu meseleyi götürdünüz. O, size: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın velisiyim, ikiniz bana ihtilâfınızı getirdiniz, sen ey Abbâs, kardeşin oğlunun mirasını taleb ediyorsun, sen de ey Ali, hanımın Fâtıma´nın babasından olan mirasını taleb ediyorsun” dedi ve devamla: “Ebu Bekir (radıyallahu anh) size, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu sözünü hatırlattı: “Bize vâris olunmaz. Her ne bıraktı isek sadakadır.” Siz ikiniz (onu ithamda) ittifak ettiniz. (Allah biliyor o, bu tatbikatta doğru, iyi, isabetli ve hakka uygun hareket ediyordu. Sonra Ebu Bekir (radıyallahu anh) vefat etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ebu Bekir´in velisi ben oldum, böylece o malın sorumluluğu bana geçti. Allah biliyor, bu işte ben de doğru, iyi, isâbetli ve hakka uygun hareket ediyorum. Şimdi (ey Abbâs!) sen ve Ali bana geldiniz. Meseleniz aynı mesele. Bana: “(Benî Nadir´den kalan fey malını) bize ver!” diyorsunuz. Ben de şu cevabı veriyorum: “Dilerseniz, bir şartla o malı size vereyim. O şart da şudur: “Bu malı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (Ebu Bekir ve sorumluluğunu aldığım günden beri ben) nasıl kullandı isek sizin de öyle kullanacağınıza dâir Allah´a söz vermenizdir. Onu bu şartla aldınız mı Tamam mı ” Onlar: “Evet!” dediler. Hz. Ömer de: “Sonra siz bana aranızda (başka şekilde) hükmedeyim diye (mi) geldiniz. Hayır, vallahi aranızda, kıyamet kopuncaya kadar, bundan başka bir hüküm veremem. Bu şartı yerine getirmede âciz kalırsanız, malı bana iade ediverin” dedi. (Kaynaklar önceki rivayette kaydedilenlerdir.)[294]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin bazı vecihlerini Buhârî Kitâbu´l-Ferâiz´de: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Bize vâris olunmaz, her ne bırakmışsak sadakadır” hadisi babı” başlığını taşıyan babta kaydeder. Hadis, görüldüğü üzere, Buhârî´nin muhtelif bölümlerinde farklı vecihleriyle kaydedildiği gibi, Müslim, Tirmizî, Ebu Dâvud ve Nesâî´de de farklı vecihleriyle kaydedilmiştir.
2- Hâdisenin kısaca özeti şudur: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın amcası Abbâs´la Hz. Ali (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın terekesi sayılan Benî Nadir Yahudilerinden kalan[295] fey malı hususunda ihtilâfa düşerek Halife Hz. Ömer´e müracaat ederler. Hz. Ömer, onlara aynı meseleden dâvâcı olarak daha önce, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)´e de müracaat ettiklerini hatırlatarak, Hz. Ebu Bekir´in kendilerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Kimse bize vâris olamaz, bıraktıklarımız sadakadır” meâlindeki hadisini hatırlatarak onlara bu maldan hak tanımadığını hatırlatır ve kendisinin de aynı kanaatte olduğunu ifade der. Bu malın tasarrufunu şartlı olarak kendilerine bırakabileceğini söyler.
3- Rivayetlerden anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) adı geçen (Benû Nadir, Hayber, Fedek) fey mallarından hissesine düşeni, sağlığında kendisinin ve ailesinin ihtiyaçları için harcamış, artan malı Müslümanların maslahatı, at, silah alımı gibi umumî hizmetlerde harcamış idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edince önce kızı Fatıma (radıyallahu anhâ), Halife Hz. Ebu Bekir´e gelerek bu malları tevârüs usûlünce temellük etmek istemiş ise de, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh): “Bize tevârüs olunmaz, bıraktığımız her şey sadakadır” meâlindeki hadisi hatırlatarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bıraktığı mallara miras muamelesi yapılamayacağını söyler. Bunun üzerine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan altı ay kadar sonra vefat edecek olan Hz. Fâtıma, Hz. Ebu Bekir´e küser ve ölünceye kadar barışmaz.
4- Bu malların bazı rivayetlere göre taksimi, bazı rivayetlere göre de velâyeti (idaresi) için Hz. Abbas ve Hz. Ali, önce Halife Hz. Ebu Bekir´e, sonra da Halife Hz. Ömer´e çıkarlar. Her ikisi de, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mezkûr hadisini hatırlatarak ve kendilerince de bilinmekte olduğunu anlayarak isteklerine müsbet cevap vermezler ve reddederler.
5- Hadiste birkaç müşkil:
Hadis, pekçok vecihten rivayet edilmiştir ve herbir vechinde bazı farklılıklar mevcuttur ve bir kısım müşkiller ortaya koymaktadır.
a) Bazı vecihlerde Hz.Abbas´ın, Hz.Ali´ye sarfettiği galiz tâbirler. Hatadan, günahtan mâsum olma keyfiyeti Ehl-i Sünnet nazarında sâdece peygamberlere has ise de, yine Ehl-i Sünnet, pekçok âyet ve hadislere dayanarak Ashâb´a karşı edeble mükelleftir. Ashâb arasında birçok siyasî ve sâir ihtilaflar olsa bile birbirlerini galiz tâbirlerle tavsif etmelerine pek rastlanmaz. Hz. Abbas´ın, yeğeni olan Hz. Ali için sarfettiği bu sözler, pek nâdir istisnalardandır. Acaba Hz. Abbâs bunu söylemiş midir Yoksa râvilerden birinin vehmi midir Şârihlerden bazıları bunu reddederek Hz. Abbas´tan, Hz. Ali´ye karşı bu sözlerin sâdır olmayacağını söylemiş ve hatta rivayet esnasında olanı hazfetmiştir. Gerçeği Allah bilir.
Rivayetten bunları hazfetmeyi uygun bulan Mâzirî, Hz. Abbâs´ın gerçekten söylemiş olma ihtimali karşısında şöyle bir izah sunar: “En münâsibi, Hz. Abbâs´ın oğlu durumunda olan Hz. Ali (radıyallahu anhümâ)´ye, nazı geçtiği için bu kelimeleri (lâtife ve şaka yoluyla) söylemiş olduğunu kabul etmektedir. Maksadı, itikadınca hatalı olan yeğenini bu davranışından vazgeçirmektir. Mezkur vasıflarla, o davranışlara hatâen değil, âmden, kasden girenler tavsif edilebilir.” Mâzirî devamla şu mânada açıklamada bulunur: “Bu te´vil şarttır, çünkü Hz. Abbas, bu hakâretleri Halife Hz. Ömer ile Hz. Osman, Zübeyr, Abdurrahman İbnu Avf ve Sa´d (radıyallahu anhüm) gibi, büyük zatların huzurunda sarfetmiş ve bunlardan hiçbiri de reddetme hususunda müdahalede bulunmamışlardır. Halbuki bu zatlar münkeri red ve yalanı tekzib hususunda aşırı titiz insanlardır. Hz. Ali gibi faziletlerle dolu bir zat hakkında bu sözlerin itham maksadıyla söylenmediğini bildikleri için, müdâhale ihtiyacını duymadılar.”
Rivayete göre, bu malın tasarrufu, Hz. Ali´nin elinde idi. Hz. Abbâs´ı ondan men etti ve bu hususta ona baskın çıktı, bu sebeple Hz.Ali´yi şikâyet etmiştir.
b) Hadiste gözüken ikinci bir müşkil, aynı mesele üzerinde iki ayrı şikâyetin vukûu. Şöyle ki: Rivâyetten sarih olarak anlaşıldığına göre, Hz. Abbâs´la Hz. Ali, önce Hz. Ebu Bekir´e giderler. Hz. Ebu Bekir onları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bıraktıklarına vâris olunamayacağı hususundaki hadisi onların da bildiğini görüyor. Onlar bunu bile bile, Hz. Ebu Bekir´in vefatından sonra Hz. Ömer´e, -hilâfetinin ikinci senesinde- başvururlar, Hz. Ömer, onlara, daha önce de Hz. Ebu Bekir´e çıktıklarını hatırlatarak taleblerini reddeder.
Burada müşkil şudur: Bunlar, bu mala vâris olunamayacağını bildikleri halde niye Hz. Ebu Bekir´e ve sonra da Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)´e mürâcaat ettiler
İbnu Hacer şöyle cevaplar: “Gerek bu iki sâhâbi ve gerekse bunlardan önce Hz. Fatıma, “Bize vâris olunmaz” yasağının bırakılan her mala şâmil olmayıp, bâzılarına mahsus olduğuna inanıyorlardı…”
Hz. Ömer´e ikinci defa çıkışlarıyla ilgili olarak Dârakutnî´nin bir rivayetine atıf yaparak şu açıklamayı el-Kâdî İsmâil´den nakleder: “Hz. Abbâs ve Hz. Ali´nin ihtilâfları mezkur malların velayeti (tasarruf yetkisi) ve (nasıl, nerelere) sarfedileceği hususunda idi.” Ancak İbnu Hacer bunu makul bulmaz. Nesâî´deki rivayetin, bu malın kendilerine pay edilmesi için müracaat ettiklerinde, te´vile hacet bırakmayacak kadar sarâhat olduğunu belirtir.
6- Hz. Ömer, arkadan gelen nesillerce, temellük ifade edecek bir taksimden kaçınmıştır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir ve bir müddet de kendisi tarafından tasarruf edildiği şekilde tasarruf etmeleri kaydıyla velâyeti, yani bu malları kaideye uygun şekilde kullanma yetkisini onlara bırakmıştır.
7- Bu malların akibeti:
İbnu Hacer, ihtilâf konusu bu emlâkin akibeti ile ilgili şu bilgiyi kaydeder: “Hz. Ali´nin elinde idi… sonra Hasan ve Hüseyin´e geçti, sonra Ali İbnu´l-Hüseyin ve Hasan İbnu Hasan´a, sonra Zeyd İbnu Hasan´ın eline geçti… Sonra Abdullah İbnu Hasan´ın eline geçti. İdâreyi Abbâsoğulları ele geçirinceye kadar böyle devam etti. Abbasiler başa gelince el koydular.
El-Kâdî İsmail şu bilgiyi vermiştir: Bu mülkten Hz. Abbâs´ın vazgeçmesi Hz. Osman zamanında olmuştur.
İbnu Hacer, “ikinci asrın başına kadar, halifeden, velâyet yetkisi alanlarca, mahsulatın Medine ahalisinden muhtaç olanlara harcamak suretiyle tasarrufa devam edildiğini, daha sonra ahvalin değiştiğini” söyler.
8- Hadisten çıkarılan hükümler:Bu hadisten çıkarılan hükümlerden bazıları şunlardır:
1- Bir kabilenin idâresini, içlerinden büyük olanın üzerine alması gerekir. Çünkü, herkesin halini en iyi o bilir.
2- İmam, şerif kimseye ismiyle hitab edebilir, ismini terhimle de söyleyebilir.[296]
3- İmamdan, kişi velayet hakkını isteyebilir, ancak bunu rıfkla yapmalıdır.
4- Büyüklerin kapıcı tutmasının cevâzı, imamın yanında oturma, hâkimin infazı sırasında şefaat, verdiği hükmün esbab-ı mucibesini hâkimin açıklaması gibi hususların caiz olduğu rivayette gözükmektedir.
5- İmam vakfa nezaret etmek üzere, kendi yerine bir başkasını kayyim yapabilir. Kayyimliğe iki kişiyi tayin edebilir ve hatta gerekiyorsa daha fazla kayyim de tutabilir.
6- Aşırı zâhid geçinenlerin iddiası aksine, evde yıllık erzakın depolanması câizdir, bu tevekküle mani değildir.
7- Akar sahibi olunabilir, bunlar işletilebilir. Akar dışında da nemalanacak mal edinilebilir; ticâret, zirâat vs. gibi.
8- Bir meselede yeni bir delil ikame edildiği takdirde imam onu esas alır ve muktezasına göre amel eder.
9- Hâkimin ilmiyle amel etmesi câizdir.
10- Tâbi olanlar, büyükte bir tutukluk görürlerse, büyük, sözle onlara açılmayınca, tâbiler büyüğün yanında sükût etmelidirler.
11- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) fey´den ganimetin humsundan, kendi ihtiyacı ile ailesinin ihtiyacından fazla bir şey tutmuyordu. Bu miktardan fazlasında, taksim ederek dağıtma veya atiyyede bulunma hususlarına yetki sahibi idi.
12- Fakih ve âlimlerin, başkalarınca bilinen bazı şeyleri bilmemeleri ayıp değildir.[297]
ـ28ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أُتِىَ النَّبىُّ # بِمَالٍ مِنَ الْبَحْرَيْنِ فقَالَ انْثُرُوهُ في المَسْجِدِ، وكانَ أكْثرَ مَال أُتى بِهِ رسولُ اللّه #، فَخَرَجَ رسولُ اللّه # إلى الصََّةِ وَلَمْ يَلْتَفِتْ إلَيْهِ. فَلَمَّا قَضَى الصََّةَ جَاءَ فَجَلَسَ إلَيْهِ فَمَا كانَ يَرَى أحَداً إَّ أعْطَاهُ فَجَاءَ الْعَبَّاسُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَقَالَ: يَا رسوُلَ اللّه أعْطِنِى فإنِّى فَادَيْتُ نَفْسِى وَفَادَيْتُ عَقِيً. فقَالَ: خذْ فَحَثَى في ثَوْبِهِ ثُمَّ ذهَبَ يُقِلُّهُ فَلَمْ يَسْتَطِعْ فقَالَ يَارسُولَ اللّه: مُرْ بَعْضُهُمْ يَرْفَعْهُ إلىَّ. فقَالَ: َ. قَالَ: فَارْفَعْهُ أنْتَ عَلىَّ. قال َ. قاَلَ: فَنَثَرَ مِنْهُ ثُمَّ ذَهَبَ يُقلُّهُ فَلَمْ يَسْتَطِعْ. فقَالَ: مُرْ بَعْضَهُمْ يَرْفَعْهُ إلىَّ . قَالَ: َ. قَالَ فَارْفَعْهُ أنْتَ عَلىَّ. قَالَ: َ. فَنَثَرَ مِنْهُ ثُمَّ احْتَمَلَهُ فَألْقَاهُ عَلى كاهِلِهِ، ثُمَّ انطَلَقَ فمََا زَالَ رسول اللّه #
يُتْبِعُهُ بَصَرَهُ حَتَّى خَفِىَ عَلَيْهِ عَجَباً مِنْ حِرْصِهِ. فَمَا قَامَ رسولُ اللّه # وَثَمَّ مِنْهُ دِرْهُمٌ[. أخرجه البخارى .
28. (1128)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a Bahreyn´den bir mal getirildi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Bunu mescide dökün” dedi. Bu mal (şimdiye kadar) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelenlerin en çok olanı idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza gitti ve mala hiç nazar etmedi. Namaz bitince gelip malın yanında durdu. Her gördüğüne ondan veriyordu. Derken amcası Abbâs (radıyallahu anh) geldi ve:
“Ey Allah´ın Resûlü, bana da ver. Zîra ben hem kendimin, hem de Akil´in (esaretten kurtuluş) fidyesini verdim!” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da: “Al!” dedi.
Bunun üzerine o da torbasını iyice doldurdu. Sonra onu sırtlamaya çalıştı, ancak muvaffak olamadı.
“Ey Allah´ın Resûlü, birilerine söyle de sırtıma kaldırıversin” dedi ise de: “Hayır” cevabını aldı. Bunun üzerine; Abbâs:
“Öyleyse sen sırtıma kaldırıver!” dedi. Yine: “Hayır!” cevabını aldı. Bunun üzerine Abbâs, torbadan bir miktarını döktü, tekrar sırtlamaya çalıştı, yine kaldıramadı. Ve:
“Birilerine söyle sırtıma kaldırıversin!” dedi. “Hayır!” cevabını alınca, yine: “Öyleyse sen kaldırıver” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buna da “Hayır!” deyince Abbâs bir miktar daha boşalttı, sonra kaldırıp omuzuna koyup çekip gitti.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Abbâs (radıyallahu anh)´taki para hırsına taaccübünden, bize görünmez oluncaya kadar gözleriyle onu takip etmişti.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tek dirhem kalmayıncaya kadar oradan ayrılmadı.” [Buhârî, Salât 42, Cizye 4, Cihâd 172).][298]
AÇIKLAMA:
1- Başka kaynaklarda, Bahreyn´den gelen bu malın, Medine´ye taşradan gelen ilk haraç malı olduğu, vâli Alâ İbnu Hadramî tarafından gönderildiği, 100 bin dirhem miktarında bulunduğu belirtilmiştir.
2- Hz. Abbâs (radıyallahu anh)´ın bahsettiği Akîl, Ebu Tâlib´in oğludur. Fidye, Bedir Harbi´yle ilgilidir. Bedir Savaşı sırasında Akîl ve Abbâs (radıyallahu anhümâ) müşrikler cephesinde savaşa katılmışlar ve her ikisi de esir edilmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), o devrin bankerleri arasında yer alan amcası Abbas´tan- “param yok!” demesine rağmen savaşa çıkarken sakladığı yeri ve karısına sır olarak söylediği bazı sözleri de bir mucize olarak hatırlatıp, parasının olduğunu belirterek- kendi kurtuluş fidyesini almakla kalmamış, yeğeni Akîl´in -ve İbnu İshâk´ın belirttiğine göre- esirler arasında yer alan el-Hâris İbnu Nevfel İbnu Hâris İbni Abdilmuttalib´in fidyesini de ondan almıştı.
3- Hadisten çıkarılan bazı hükümler:
* Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın para karşısındaki tutumu gözükmektedir: Hiç para tutmamak. Bekletmenin câiz, tasarrufun da kendi yetkisinde olduğu halde, gelen harâc mallarını anında ihtiyaç sahiplerine bol bol dağıtmıştır. Üstelik mal az da olsa çok da olsa iltifat etmemiş, gönül bağlamamıştır.
* İmam, mal-ı mesâlîh´i (harcama yetkisi kendinde olanı) lâyık olanlara hemen vermeli, harcaması gereken yerlere bekletmeden harcamalıdır.
* Müslümanların müştereken hakları bulunan zekât, sadaka, harac, sadaka-i fıtr gibi malların mescide konması caizdir.
* Mallar, mescidin namaz, cemaat gibi, asıl yapılış gayelerini engellemeyecek şekilde konması gerekir.
* Keza, herkesin istifadesine açık olan içme suyu gibi başka şeylerin de mescide konması caizdir.
* Mescide, adı geçen mallar depolamak maksadıyla değil, dağıtmak maksadıyla konabilir.[299]
ـ29ـ وعن عوف بن مالك رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَ رسول اللّه # إذَا أتَاهُ الْفَئُ قَسَّمَهُ في يَوْمِهِ فأعْطى اŒهِلَ حَظَّيْنِ، وَأعْطَى الْعَزَبَ حَظّاً[. أخرجه أبو داود.»اŒهِلُ« بالمد وكسر الهاء: المزوج وهو ضد العزب.
29. (1129)- Avf İbnu Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a fey malı gelince, hemen gününde dağıtırdı. Evliye iki hisse, bekâra bir hisse verirdi.” [Ebu Dâvud Harâc 14, (2953).][300]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın fey malını nasıl dağıttığı hususunda açıklık getirmektedir. İki prensip dikkat çekiyor:
a) Fey´in bekletilmeyip, hemen dağıtılması.
b) Fey´in dağıtımında eşitliğe değil, ihtiyaç durumuna riâyet edilmesi. Zîra, ilk nazarda evlinin bekârdan daha çok ihtiyaç içinde olacağı kabul edilir.
2- Fey malı deyince ulemâ umumiyetle Müslümanların savaşmaksızın, gayrı müslimlerden aldıkları her çeşit vergileri anlamışlardır: Cizye, gümrük, harâc, İslâm diyarında izinle ticaret yapanlardan alınan öşür vs.
3- Fey´in masrafı (harcama yerleri) hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür:
* Fakir, zengin bütün Müslümanların hakkıdır.
* Savaşan askerlere verilecek atiyyeye ve çocukların nafakasına, İslâm´ın ve Müslümanların salâhına olduğuna dair imamın hükmettiği herşeye buradan harcanır.
4- Fey´in taksim tarzı da münâkaşa edilmiştr:
* Hz. Ebu Bekir´e göre eşit şekilde dağıtılır. Hz. Ali ve Atâ da bu görüştedir. Şâfiî´nin tercihi de budur.
* Hz. Ömer, Hz. Osman bazı durumlarda tafdile yani bir kısmına az, bir kısmına çok verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. İmam Mâlik bu görüşü tercih etmiştir.
Kûfîler (Hanefîler), “Bu mesele imamın yetkisine bırakılmıştır, dilerse eşitliğe riayet eder, dilerse tafdile yer verir” demiştir.
Bu görüşlerin herbirini te´yid eden rivayet mevcuttur.
Sadedine olduğumuz rivayet, fey´in eşit değil, ihtiyaç durumuna göre dağıtılması gereğini ifade eder.[301]
ـ30ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ رسولُ اللّه # يُعْطى أزْوَاجَهُ مِنْ خَيْبَرَ كُلَّ سَنَةٍ
مِائَةَ وَسْقٍ ثَمَانِينَ وسْقاً مِنْ تَمْرٍ وَعِشْرِينَ مِنْ شَعِيرٍ. فَلَمَّا وُلِّىَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَسَّمَهَا حِينَ أجْلى الْيَهُودَ مِنْهَا فَخَيَّرَ أزْوَاجَ النَّبىِّ # بَيْنَ أنْ يُقْطِعَ لَهُنَّ مِنَ المَاءِ وَا‘رْضِ أوْ يُمْضِىَ لَهُنَّ ا‘وْسَاقَ: فَمِنْهُنَّ مَن اخْتَارَ ا‘رْضَ وَالمَاءَ، وَمنْهُنَّ عَائِشةُ وَحَفْصَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهما، وَاخْتَارَ بَعْضُهُنَّ الْوَسَقَ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
30. (1130)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber mahsulünden her sene zevcelerine yüz vask[302] veriyordu. Bunun seksen vaskı hurma, yirmi vaskı arpa idi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) halife olunca, Hayber´den Yahudileri çıkardığı zaman orayı taksim etti ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerini muhayyer bıraktı. Dileyene arâzi ve (sulama) suyu verecek, dileyene de eskiden olduğu şekilde belli miktardaki vaskı verecekti. Bazıları arâzi ve suyu tercih etti -ki Hz. Aişe ve Hafsa (radıyallahu anhümâ) bu gruptandı- bir kısmı da kendilerine hurma verilmesini tercih etti.” [Buhârî, Hars 8, 9, 11, İcâre 22, Şirket 11, Şurut 5, Meğâzî 40; Müslim, Musâkât 1, (1551); Ebu Davud, Harâc 24, (3008); İbnu Mâce, Rühûn 14, (2467).][303]
ـ31ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه # غَزَا نَبِىٌّ مِنَ ا‘نْبِيَاءِ عَلَيْهِمُ السََّمُ. فَقَالَ لِقَوْمِهِ َ يَتْبَعْنِى رَجُلٌ مَلكَ بُضْعَ امْرَأةٍ وَهُوَ يُرِيدُ أنْ يَبْنِىَ بِهَا، وَلَمَّا يَبْنِ بِهَا وََ أحَدٌ بَنَى بُيُوتاً وَلَمْ يَرْفَعْ سُقُوفَهَا، وََ رَجُلٌ اشْتَرى غَنَماً أوْ خَلِفَاتٍ وَهُوَ يَنْتَظِرُ وََدَهَا. فَغَزا فَدَنَا مِنَ الْقَرْيَةِ صََةَ الْعَصرِ أوْ قَرِيباً مِنْ ذلِكَ. فقَالَ لِلشَّمْسِ إنَّكِ مَأمُورَةٌ وَأنَا مَأمُورٌ: اللَّهُمَّ احْبِسْهَا عَلَيْنَا فَحُبِسَتْ حَتَّى فَتَحَ اللّهُ عَلَيْهِ فَجَمَعَ الْغَنَائِمَ فَجَاءَتْ: يَعنِى النَّارُ لِتَأكُلَهَا فَلَمْ تَطْعَمْهَا. فَقَالَ: إنَّ فِيكُمْ غُلُوً فَلْيُبَايِعْنِى مِنْ
كُلِّ قَبِيلَةٍ رَجُلٌ. فَلَزِقَتْ يَدُ رَجُلٍ بِيَدِهِ؟ فقَالَ: فِيكُمُ الْغُلُلُ فَلْتُبَايِعْنِى قَبِيلَتُكَ فلَزِقَتْ يَدُ رَجُلَيْنِ أوْ ثََثَةٍ بِيَدِهِ فقَالَ فِيكُمُ الْغُلُولُ. فَجَاءُوا بِمِثْلِ رَأسِ بَقَرَةٍ مِنَ الذَّهَبِ فَوَضَعَهَا فَجَاءَتِ النَّارُ فَأكلتْهَا. فَلَمْ تُحَلَّ الْغَنَائمُ ‘حَدٍ قَبْلَنَا. ثُمَّ أحَلَّ اللّهُ تَعالى لَنَا الْغَنَائمَ لَمَّا رَأى مِنْ عَجْزنَا وَضَعْفِنَا فَأحَلَّهَا لَنَا[ .
31. (1131)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Peygamberlerden (aleyhimüsselam) biri, gazveye çıktı da kavmine: “Nikâhla bağlanıp, gerdeğe girmek istediği halde henüz gerdek yapmadığı kadını olan benimle gelmesin, keza bina yapıp henüz çatısı atılmamış inşaatı olan da gelmesin, keza gebe koyun veya develer satın alıp doğurmalarını bekleyeniniz varsa o da gelmesin” dedi.
Gazveye çıktı. Derken tam ikindi namazı sırasında veya buna yakın bir zamanda (fethedeceği) beldeye yaklaştı. Güneş´e: “Sen bir memursun, ancak ben de bir memurum” dedi ve Allah´a yönelerek: “Ey Rabbim, şu güneşi bize durdur (da namazımız geçmesin!)” diye dua etti. Güneş, o yerlerin fethini Allah müyesser kılıncaya kadar durduruldu. Sonra elde edilen ganimetleri topladılar. Toplanan ganimetleri yemek üzere ateş geldi. Fakat ateş tatmadı bile. Bunun üzerine Peygamber:
“İçinizde ganimetten çalan bir hırsız var, her kabileden bir kişi bana biat etsin!” dedi. Bu suretle ona biat etmeye başladılar. Derken bir adamın eli peygamerin eline yapışıp kaldı.”Hırsız bu kabilede. Kabilenin her ferdi bana teker teker biat etsin!” dedi.
Biat etmeye başladılar. İki veya üç kişinin eli O´nun eline yapıştı kaldı. “Ganimet hırsızı sizde” dedi.
Öküz başı kadar iri bir altın getirdiler. Ganimet yığınının içine o da atıldı. Ateş gelip ganimeti yedi.
Bilesiniz, bizden önce hiçbir ümmete ganimet helal kılınmamıştır. Ganimetleri Allah sadece bize helâl kıldı. Bu da, bizde gördüğü aczimiz ve za´fımız sebebiyledir. [Buhârî, Humus 8, Nikâh 58; Müslim, Cihad 32.][304]
AÇIKLAMA:
1. İbnu Hacer´in sunduğu bilgilere göre burada zikri geçen peygamber Yûşa aleyhisselam´dır, fethettiği yer de Filistin´deki Eriha kasabasıdır. Bu tafsilat Hâkim´in Ka´bu´l-Ahbâr´dan kaydettiği bir rivayette gelmiştir. Mamafih, Ahmed İbnu Hanbel´in merfu bir rivayetinde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Güneş´in Yûşa aleyhisselam için durdurulduğunu haber vermiştir. إِنَّ الشَّمْسَ لَمْ تُحْبَسْ لِبَشرٍ إَِّ لِيُوشَعَ
بْنِ نُونِ لَيَالَى سَارَ إلى بَيْتِ الْمَقْدِسِ
Hz. Davud (aleyhisselam) ile Hz. Süleyman (aleyhisselam) için de güneşin durdurulduğuna dair rivayet mevcut ise de, muhaddisler bunların zayıflığına dikkat çekerler. Hz. Musa için de fecrin doğması geciktirilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın duasıyla da Güneş´in batmasına birkaç sefer Cenab-ı Hakk´ın gecikme halkettiği muteber rivayetlerde gelmiştir. Esmâ Bintu Ümeys (radıyallahu anhâ)´in rivayetine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün Hz. Ali efendimizin dizleri üzerinde uyurken, ikindi namazının vakti çıkar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın duası üzerine Güneş geri çıkar. Aleyhisselam Efendimiz namazlarını kılarlar, sonra tekrar batar.
İbnu Hacer bunun pek bâhir bir mucize olduğunu belirttikten sonra, bu rivayeti mevzu addetmiş olan İbnu´l-Cevzî ile İbnu Teymiyye´nin hata ettiklerini belirtir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın duasıyla, Hendek Harbi sırasında da -ikindi namazını kılması için- Güneş´in te´hirine dair rivayet mevcuttur.
Bu sadedde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la ilgili üçüncü bir rivayet daha var: Mirac mucizesini anlatırken Kureyşliler´e, kervanlarını gördüğünü, Güneş´in doğmasıyla birlikte geleceğini söyler. Güneş için Allah´a dua eder ve kervanın gelişine kadar Güneş´in doğması durdurulur.
Şu halde bu büyük mucizenin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hayatında üç sefer vukûu mevzubahistir.
2- Bu rivayette “inşaatına başlanıp çatısı atılmayan binası olan” tâbiri geçer ise de “Nesâî´de gelen bir rivayette: “Bina yapıp da içine oturmayan..” tâbiri geçer. İnşaatına başlayıp da çatısını atmadan veya başladığı nikâhın zifâfını yapmadan cihada çıkmanın yasaklanması, gönlün bu işlere takılıp kalacağı içindir. Her ne kadar çatısı atılan binaya, gerdeği yapılan evliliğe de gönül takılıp kalacak ise de, yarım hâli kadar şiddetli olmayacaktır. Aradaki ciddî derece farkı sebebiyle ikinci durumda cihâda katılmaya ruhsat verilmiştir.
3- Rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), daha ziyâde ganimetle ilgili bilgi vermek istemektedir:
* Ganimet, önceki ümmetlere haramdır. Düşmandan elde edilen ganimetlerin hiçbirinden istifâde edilmemektedir. Ganimet, bir yere yığıldıktan sonra, kazanılan zaferin şükrânı olarak bir nevi kurban kılınmakta idi. Gökten inen ateşin bunu yakması, kurbanın kabûl edildiğine delil oluyordu. Rivayette, ganimete çalıntı girmesi sebebiyle ihlâs çıktığı için, ateş yakmamıştır. Said İbnu Müseyyeb´in rivâyeti, bu ateşin insanlar tarafından yakılmayıp gökten indiği hususunda sarihtir: وَكَانُوا إِذَا غَنَمَُوا غَنِيمَةً بَعَث اللّهُ عَلَيْهَا النَّارَ فَتَأْكُلُهَا
“O zamanlar, insanlar bir ganimet elde edince, Allah ateş gönderirdi, o da ganimeti yerdi.”
* Hadiste, “yaktı” yerine “yedi”, “tattı” gibi değişik tâbirler kullanılmıştır. Bunda mübâlağa kasdı olduğu gibi, hâdisenin normal bir “yakma” olmadığını belirtmek kasdı da düşünülebilir.
4- Hadis, Ümmet-i Muhammed´e bahşedilen bir hususiyetin, ganimetin helâl kılınması olduğunu belirtir. Bu ilk defa Bedir Harbi´nde teşrî edilmiştir. O zafer üzerine gelen âyet-i kerime: فَكُلُوا مِمَّا غنِمْتُمْ حََ ً طَيِّبًا “Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helâl olarak yiyin..” (Enfal 69).
Ancak yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, Müslümanlar´ın ilk ele geçirdikleri ganimet, Bedir Savaşı´ndan iki ay kadar önce gerçekleştirilen Abdullah İbnu Cahş´ın seriyyesinde elde edilen ganimettir. Abdullah (radıyallahu anh)´ı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hepsi muhâcir 12 kişilik bir birlikle Nahle cihetine göndermişti. İbnu Sa´d bu seriyyede elde edilen ganimetin “hums”u alınan ilk ganimet olduğunu belirtir ve: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu ganimeti hemen taksim etmeyip, sakladığına ve Bedir ganimetiyle birlikte taksim ettiğine dair rivayet var” der.
Şu halde, ilk ganimetin Abdullah İbnu Cahş Seriyyesi´nin ganimeti olması ile, ganimetle ilgili âyetin Bedir Savaşı vesilesiyle gelmiş olması arasındaki teâruz giderilmiş olmaktadır: “O ilk olmasına rağmen, Bedir Gazvesi´yle ilgili olarak gelen âyetin ahkâmına göre, humus esası üzerine taksim edilmiş olmaktadır.
Ümmet-i Muhammed´e ganimetin helâl kılınması, gulûlün gizlenip yüze vurulmaması, cihadın kabul edilmeme fezâhetinin örtülmesi, nebilerinin Allah indindeki şerefinden ileri gelen İlâhî lütuflardır. Bu lütuflara karşı Rabbimize hamdediyoruz.
5- Hadis, evlilik, inşaat, hayvan yavrusu beklemek gibi, dünya “zinet”lerinin kişinin kalbini ciddî surette meşgul edip tûl-i emel denen ebedî yaşayacakmış düşüncesine atıp, ciddî şekilde âhirete yönelmeye engel olduğunu belîğ bir şekilde ifade etmektedir. İnsanı bu vartaya atan dünyalıkların bu üç şeyden ibaret olmadığını, başka şeylerin de aynı ölçüde menfi câzibe sahibi olabileceğini, hadisin Saîd İbnu´l-Müseyyeb rivayetinde gelen şu ziyade ifade etmektedir: اَوْلَهُ حَاجَةٌ فِى الرُّجُوعِ “…veya geri dönme ihtiyacı içinde olan kimse de (benimle gelmesin).”
6- Hadis, ciddî ve mühim işlerin, kalbi sâkin, irâdesi sağlam kimselere verilmesi gereğine irşâd etmektedir. Çünkü, meşguliyeti, takıntısı olan kimsenin azmi zayıf, şevki az olur. Elbette ki kalbin alâkası ikiye, üçe bölündü mü, diğer organların faaliyeti zayıflar ve verim düşer.
7- Hadis, sefîhlerin fiilleri sebebiyle bir cemaatin cezaya mâruz kalacağına delil olmaktadır.
8- Aslolan zâhire göre hükmetmek ise de, bu rivayet, peygamberlerin, bâzan bâtınî duruma göre de hüküm verebileceklerini göstermektedir.[305]
ـ32ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال: ]قَامَ فِينَا رسول اللّه # ذَاتَ يَوْمٍ فَذَكَر الْغُلُولَ وَعَظّمَهُ وَعَظَّمَ أمْرَهُ حَتَّى قال: َ ألْفِيَنَّ أحَدَكُمْ يَجئُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلى رَقَبَتِهِ بَعِيرُ لَهُ رُغَاءً فَذَكَرَ جَمِيعَ الْكُرَاعِ وَالمَتَاعِ، فَيَقُولُ يَارسول اللّه أغِثْنِى فَأقُولُ َ أمْلِكُ لَكَ شَيْئاً قَدْ أبْلَغْتُكَ[. أخرجه الشيخان .
32. (1132)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün kalkıp gulûl´ü (yani ganimet malından çalma) hatırlattı, bunun kötülüğünü, günahının büyüklüğünü belirtti ve bu meyanda şunları söyledi:
“Sakın sizden birini, kıyamet günü, boynunda böğürmesi olan bir deve olduğu halde bana gelmiş: “Ey Allah´ın Resûlü, bana yardım et!” diye yalvarıyor ve kendimi de cevaben: “Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim” der bulmayayım…” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu tarzda hayvanları ve diğer ganimet mallarını teker teker zikretti.” [Buharî, Cihâd 189; Müslim, İmâret 24, (1831).][306]
AÇIKLAMA:
1- Gulûl: Hıyânet demektir. Ancak, daha ziyade ganimet malında yapılan hıyânete, hırsızlığa ıstılah olmuştur. Bunun büyük günahlardan olduğu hususunda ulemâ icma etmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bir kısım başka hadisleri nazar-ı dikkate alınınca, devlet malından, kanunsuz olarak alınan her şey “gulûl”dür. Tirmizî´nin bir rivayetinde, Hz. Muâz´ı Yemen´e gönderirken ona yaptığı talimat meyanında şöyle buyurmuştur: “Benim iznim olmadıkça hiçbir şeye dokunmayacaksın. Zira bu, gulûl´dür. Kim gulûlde bulunursa kıyamet günü çaldığı şeyle birlikte gelir…” Keza Rıhu´lhamra hadisinde, kıyametin 15 alâmetinden biri olarak emânetin (devlet malının, memurlar tarafından) helâl addedilmesi zikredilir. Şu halde devlet malı bu meselede ganimet mesâbesindedir, kanunsuz tasarruf, gulûldür.
2- Sadedinde olduğumuz hadis-i şerifte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demek istemiştir: “Sakın ganimetten (ve devlet malından) çalıp da bunun günâhından gelecek azablar sebebiyle kıyamet günü benden şefâat taleb etmeyin. Ben bunun günah olduğunu tebliğ etmiş bulunduğum için bu çeşit günahlarınıza hiçbir şefaatte bulunmam.
“Bir başka hadiste: إِيَّاكُمْ وَالْغُلُول فإنَّهُ عار علَى أهْلهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
“Ganimet hırsızlığından kaçının. Çünkü o, kıyamet günü, işleyene büyük bir ar olacaktır.”
3- Hadisin aslı uzundur, ganimetten çalınabilecek birçok hayvan ve mal fiilen zikredilerek açık bir şekilde, hırsızın kıyamet günündeki perişan hali tasvir edilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) muhatap üzerinde daha müessir olmak için tekrarlı uzun tasvirden kaçınmamıştır. Şöyle devam eder:
“… Sakın sizden birinizi, kıyamet günü boynunda kişnemekte olan bir at olduğu halde bana gelerek: “Ey Allah´ın Resûlü!, beni kurtar!” derken ben de kendimi: “Sana hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim” diye cevap verirken bulmayayım!
Sakın sizden birinizi kıyamet günü boynunda meleyişi olan bir koyun olduğu halde bana gelip: “Ey Allah´ın Resûlü, beni kurtar!” derken, kendimi de: “Sana hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim” diye cevap verir bulmayayım!
Sakın sizden birinizi, kıyamet günü, boynunda çığlığı olan bir kimse olduğu halde gelerek: “Ey Allah´ın Resulü, beni kurtar!” derken kendimi de: “Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim” diye cevap verir bulmayayım.
Sakın sizden birini, kıyamet günü boynunda dalgalanan giyecekler olduğu halde gelerek: “Ey Allah´ın Resûlü, beni kurtar!” derken, kendimi de: “Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim!” diye cevap verir bulmayayım.
Sakın sizden birini kıyamet günü, boynunda (altın, gümüş gibi) cansız mal olduğu halde gelip: “Ey Allah´ın Resûlü, beni kurtar” derken, kendimi de: “Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim” diye cevap verir bulmayayım.”
4- Bazı âlimler, bu hadisin وَمَنْ يَغْلُلَ يَأْتِ بِمَاغَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ meâlen: “Kim hainlik eder (ganimet ve âmmeye âit hâsılattan bir şey aşırır) ise, kıyamet günü hainlik ettiği o şey(in günahını)i yüklenerek gelir” (Âl-i İmran 161) âyetini tefsir ettiğini söylemiştir.
Âyette yüklenilecek şey günah mı, bizzat o mal mı mübhem ise de bizzat malın kendisi olması daha zâhirdir. Burada: “Altın, gümüş gibi ağırlıkça, meselâ deveden çok hafif olduğu halde, kıymetçe ondan çok fazla olan eşyaların taşınması aynı cezayı vermez” gibi bir itiraz yersizdir, zîra, hadis ve âyet, bu çirkin amelde bulunanların kıyamet günü teşhir edilerek, o büyük kalabalık içinde rezil ve rüsvay olabileceğini ifade etmektedir, ceza ağırlık, veya hafiflikle değil, rüsvay edilmek suretiyle verilecektir.
5- Ganimet taksim edilmezden önce çalan kimsenin, çalıntıyı taksimden önce iade etmesi gerekir, bu hususta icma var. Taksimden sonraya kalınca, Sevrî, Evzâî, el-Leys ve İmam Mâlik´e göre beşte birini imama verip, geri kalanını tasadduk etmelidir.
Şâfiî hazretleri: “Mülkü ise tasaddukla yükümlü olmaz; mülkü değilse, başkasının malıyla tasadduk etmesi câiz olmaz, doğru olanı, tıpkı yitmiş mal gibi, tamamını imama teslim etmesidir” der.
6- Ganimetten çalan kimsenin cezası hususunda âlimler ihtilâf etmiştir. Cumhur: “İmamın uygun bulacağı bir ta´zir cezası verilir” demiştir. Ebu Hanife, Şâfiî ve Mâlik hazretleri hep bu görüştedirler. Bunlara göre, bu mal imha edilmez. Ancak Hasan-ı Basrî, Ahmed İbnu Hanbel, İshâk, Mekhûl ve Evzâî´ye göre bütün eşyası yakılmalıdır. Hasan Basrî, hayvan ve Mushaf´ın yakılmaması gerektiğini belirtmiştir.
7- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ganimetten bir ayakkabı bağı, bir iğne bile çalan kimsenin şehid olamayacağını açık bir dille mükerreren ifade etmiştir.
NOT: Gulûlde bulunan kimsenin eşyalarının yakılması meselesi 1137. hadiste gelecek. [307]
ـ33ـ عن سَمُرَة بنِ جُندب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ # مَن كَتَمَ غَاًّ فإنَّهُ مِثْلُهُ[ .
33. (1133)- Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini haber verdi: “Kim ganimet hırsızını gizlerse bu da onun gibi olur.” [Ebu Dâvud, Cihâd 146, (2716).][308]
AÇIKLAMA:
Ganimetten çalmanın ciddiyetini ortaya koyan bir rivayet dahi budur. Zîra bu hadisle, gören kişiye ihbar etme mesuliyeti yüklenmektedir. “Bu da onun gibidir” ifadesi, gizleyen kimsenin günahta ve cezada hırsıza ortak olacağını belirtmektedir.[309]
ـ34ـ وعن عبداللّه بن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا أصَابَ غَنِىمَةً أمَرَ بًِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَنَادَى في النَّاسِ فَيَجِيئُونَ بِغَنَائمِهمْ فَيُخَمِّسُهُ وَيَقْسِمُهُ. فَجَاءَ رَجُلٌ يَوْماً بَعْدَ النِّدَاءِ بِزِمَامٍ مِنْ شَعَرٍ. فَقَالَ يَارسولَ اللّهِ هذَا كانَ فِيمَا أصَبْنَاهُ مِنَ الْغَنِيمَةِ. فقَالَ أسَمِعْتَ بًَِ يُنَادِى ثَثاً؟
قَال فَما مَنَعَكَ أنْ تَجِئَ بِهِ؟ فَاعْتَذَرَ إلَيْهِ. فقَالَ: كََّ، أنْتَ تَجِئُ بهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَلَنْ أقْبَلَهُ عَنْكَ[. أخرجهما أبو داود .
34. (1134)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir ganimet ele geçirilince, Hz. Bilâl (radıyallahu anh)´e emrederdi, o da halka yüksek sesle duyulur, askerler de ganimet olarak ne ele geçirmişse getirip teslim ederdi. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) de önce beşte birini (humus) alır, geri kalanı taksim ederdi.
Bir gün, (Bilâl´in) çağırmasından sonra bir adam kıldan mâmul bir yular getirdi ve:
“Ey Allah´ın Resûlü, ganimet olarak biz de bunu ele geçirmiştik!” dedi.
“Sen, dedi, üç kere bağırdığı vakit Bilâl´i işitmedin mi O zaman niye getirmedin
“Adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a (gecikmenin sebebiyle ilgili olarak kabul görmeyen) özürler beyan etti. Ancak neticede şu cevabı aldı:
“Hayır! Bunu senden kabul etmiyorum. Kıyâmet günü sen bununla birlikte geleceksin.” [Ebu Dâvûd, Cihâd 144, (2712).][310]
AÇIKLAMA:
Tîbî: “Aslında ganimetten çalan kimsenin de tevbe etme hakkı vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu davranışı, gulûlün tevbesi mümkün olmayan bir günah, veya telâfisi, helâllaşılması imkânsız bir zulüm olduğu mânasını taşımaz. Bundan maksad tağliz´dir” der.
Tağlîz, yasağı ifadede sertliğe kaçmak, meselenin ciddiyetini duyurucu ağır bir üslûba ve metoda başvurmaktır.
Mirkat´ın kaydına göre, bâzı âlimler de şunu söylemişlerdir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu malı ondan kabul etmedi, zîra bu malda, ganimete hak kazanmış olan bütün askerlerin hissesi vardı. Onlar dağılmış olunca sonradan getirilen maldaki hisselerini onlara ulaştırmak imkânsız hale gelmişti. Bu sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), malı gâsıbın elinde bıraktı, tâ ki günahı üzerinde kalsın.”[311]
ـ35ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ عَلى ثَقَلِ النَّبىِّ # رَجُلٌ يُقَالُ لَهُ كَرْ كَرَةُ فمَاتَ. فقَالَ رسول اللّهِ # هُوَ في النَّارِ. فَذَهَبُوا يَنْظُرُونَ إلَيْهِ فَوَجَدُوا عَبَاءَةً قَدْ غلَّهَا[. أخرجه البخارى .
35. (1135)- Yine Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ağırlıklarının başını bekleyen Kerkere denen bir zât vardı, derken vefat etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):”O cehennemdedir!” buyurdu. Bu söz üzerine adamı görmeye gittiler. üzerinde, ganimetten çalınmış bir aba buldular.” [Buhârî, Cihâd 190; İbnu Mâce, Cihâd 34, (2849).][312]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, ganimetten çalınan şey, değerce düşük veya azıcık bir şey de olsa hırsızın feci âkibete maruz kalacağını gösteren hadislerden biridir. Metinde geçen ve ağırlık diye tercüme ettiğimiz sakal, iyâl (bakımı üzerinde olanlar) mânasına geldiği gibi, “taşınması zor olan ağır eşyalar” mânasına da gelir. Rivayette adı geçen Kerkere´nin Resûllulah (aleyhissalâtu vesselâm)´a savaş sırasında seyislik yapan Nûbi (Sûdanlı) siyâhî bir kimse olduğu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a Yemâme´nin şefi Hevze İbnu Ali el-Hanefî tarafından hediye edildiği, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onu âzad ettiği belirtilir.
Yine Buhârî´de ve Müslim´de gelen bir başka rivayet, Mid´am isminde bir kölenin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın atını tımar ederken maruz kaldığı kör bir ok sebebiyle hayatını kaybettiği; görenler: “Ne mutlu, şehid oldu” deyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın müdahale ederek: “Hayır, Hayber günü ganimetten çaldığı bir bürgü, üzerinde ateş olmuş yakmaktadır” dediğini belirtir.
Bu hadis, ganimetten çok değil, az da çalınsa haram olduğunu ifade etmektedir.[313]
ـ36ـ وعن زيد بن خالد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]تُوُفِّى رَجُلٌ مِنْ أصْحَابِ رسولِ اللّه # يَوْمَ خَيْبَرَ؛ فَذُكِرَ لِرَسُولِ اللّهِ # فقَالَ: صَلُّوا عَلى صَاحِبِكُمْ فَتَغَيَّرَتْ وُجُوهُ النَّاسِ لذلِكَ. فقَالَ: إنَّ صَاحِبَكُمْ قَدْ غَلَّ في سَبيلِ اللّهِ تَعالى فَفَتَّشْنَا مَتَاعَهُ فَوَجَدْنَاهُ قَدْ غَلَّ خَرَزاً من
خَرَزِ يَهُودَ َ يُسَاوِى دِرْهَمَيْنِ[. أخرجه مالك وأبو داود والنسائى .
36. (1136)- Zeyd İbnu Hâlid (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hayber Savaşı sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashâbından biri öldürülmüştü. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a haber verildi.
“Arkadaşınız üzerine namaz kılın!” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sözü üzerine, halkın çehresi değişmiş, (bir soğukluk çökmüştü). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı:”Arkadaşınız Allah için cihad sırasında ganimetten çalmıştı!”
Bunun üzerine, maktûlün eşyasını karıştırdık. Yahudilere ait boncuk kolyelerden iki dirhem bile etmeyen bir kolyeyi çalmış olduğunu gördük.” [Muvatta, Cihâd 23, (2, 458); Ebu Dâvud, Cihâd 143, (2710), Nesâî, Cenâiz 66, (4, 64); İbnu Mâce, Cihad 34, (2848).][314]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in namaz kılmaktan imtina etmesini, Zürkânî: “Çünkü imam, büyük günah işleyenin cenaze namazını kıldırmaz” diye açıklar.
Halkın çehresinin değişmesi adamın suçunu bilmemekten ileri gelmiştir.
Bu hadis, gulûlün nasıl ciddî bir günah olduğu, az ile çok olması mânasında fark bulunmadığı hususlarında kesin hüküm taşıyan rivayetlerden biridir.[315]
ـ37ـ وعن صالح بن محمد بن زائدة قال: ]دَخَلْتُ مَعَ مَسْلَمَةَ أرْضَ الرُّومِ فأُتِىَ بِرَجُلٍ قَدْ غَلَّ فَسَألَ سَالِماً عَنْ ذلِكَ. فَقَالَ سَمِعْتُ أبِى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يُحَدِّثُ عَنْ أبِيهِ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنَّ النَّبىَّ # قال: مَنْ غَلَّ فَأحْرِقُوا مَتَاعَهُ وَاضْرِبُوهُ. قَالَ فَوَجَدْنَا في مَتَاعِهِ مُصْحفاً فَسُئِلَ سَالِمٌ عَنْهُ؟ فقَالَ بيعُوهُ وَتَصَدَّقُوا بثَمَنِهِ[. أخرجه أبو داود والترمذى.
37. (1137)- Sâlih İbnu Muhammed İbni Zâide anlatıyor: “Mesleme (radıyallahu anh) ile birlikte Rum diyarına girdik. Ganimetten çalan bir adam getirildi. Mesleme, bu mesele hakkında Sâlim´e sordu. Sâlim şu cevabı verdi:
“Babam´ı (Abdullah İbnu Ömer) (radıyallahu anhümâ) dinledim, babası Ömer (radıyallahu anh)´den naklen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu sözünü rivayet etmişti:
“Kim ganimetten çalarsa, (bütün) eşyasını yakın, kendisini de dövün.”
Salih İbnu Muhammed devamla der ki: “Adamın eşyası arasında bir Mushaf bulduk. Sâlim´e bunun hakkında da sorduk (yakalım mı diye).
“Onu satıp, bedelini tasadduk edin!” buyurdu.” [Tirmizî, Hudûd 28, (1461); Ebu Dâvûd, Cihâd 145, (2713).][316]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, ganimet malından hırsızlığı ortaya çıkarılan kimsenin, ceza olarak bütün eşyalarının yakılması gerektiğini ifade eder. İbnu Hacer´in belirttiğine göre, -ki 1132 numaralı hadiste kaydettik- Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhuye, Mekhûl, Evzâî ve Hasan Basrî gibi bazı âlimler, ganimet hırsızına verilecek ceza meselesinde bu hadisin zâhirini esas alarak, bütün mallarının yakılmasına hükmetmişlerdir. Sadece Hasan Basrî hazretleri eşyaları arasında Kur´an ve hayvanı varsa bunların yakılmaması gerektiğini söylemiştir.
Cumhûr bu meselede, hadisin senedindeki zayıflığı ve hadise olan muhalif rivayetleri nazar-ı dikkate alarak bu hadisle amel etmemiştir. Buhârî Târih´inde: “Ganimet hırsızının hayvanının yakılması meselesinde bu hadisle (bazıları) amel etmişlerdir. Ama bu hadis bâtıldır, muteber bir aslı yoktur” demiştir.
Tirmizî, Buhârî´den bu hadis hakkında sorunca şu cevabı aldığını kaydeder: “…Ganimet hırsızıyla ilgili birden fazla (makbûl) hadis rivâyet edilmiştir, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiçbirinde malının yakılmasını emretmez.”
Tahâvî: “Bu hadis, bilfarz sahih olsa mezkur hüküm, muhtemelen verilecek cezanın mal cinsinden olması durumuyla alâkalıdır” der. Çünkü, Cumhur´a göre böyle bir hırsızın cezası esas itibâriyle, imama bırakılmıştır, imam dilediği ve uygun gördüğü cezayı verir.[317]
ـ38ـ وعن عبداللّه بن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ النَّبىَّ # وَأبَا بَكْر وَعُمَر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما حَرَّقُوا مَتَاعَ الْغَالِّ وَضَرَبُوهُ وَمَنعُوهُ سَهْمَهُ[.
38. (1138)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Ebu Bekir ve Ömer (radıyallahu anhümâ), ganimet hırsızının mallarını yaktılar ve kendisini de dövdüler.” [Ebu Dâvud, Cihâd 145, (2715).][318]
ـ39ـ وعن عاصم بن كليب عن أبيه عن رجل من ا‘نصار قال: ]خَرَجْنَا مَعَ رسولِ اللّه # في سَفَرٍ فأصَابَ النَّاسَ حَاجَةٌ شَدِيدَةٌ وَجَهْدٌ فأصَابُوا غَنَماً فَانْتَهَبُوهَا فإنَّ قُدُورَنَا لَتَغْلِى إذْ جَاءنَا رسولُ اللّهِ # يَمْشِى فأكْفَأ الْقُدُورَ بِقَوْسِهِ ثُمَّ جَعَلَ يُرَمِّلُ اللَّحْمَ بِالتُّرَابِ. ثُمَّ قَالَ: إنَّ النُّهْبَةَ لَيْسَتْ بِأحَلَّ مِنْ المَيْتَةِ أوْ إنَّ المَيْتَةَ لَيْسَتْ بِأحَلَّ مِنَ النُّهْبَةِ: الشَّكُّ مِنْ هَنَّادٍ الرَّاوِى[. أخرجهما أبو داود .
39. (1139)- Âsım İbnu Küleyb (rahimehullah) babası (Küleyb)´den o da ensârî birinden naklederek anlatıyor: “Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte bir sefere çıkmıştık. Sefer sırasında şiddetli bir kıtlık ve sıkıntıya maruz kaldık. Derken, bir ganimet ele geçirdik. Askerler, onu hemen yağmalayıverdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yaya olarak (teftiş maksadıyla) yanımıza geldiğinde tencerelerimiz kaynamaya başlamıştı bile. Yayı ile tencereleri deviriverdi. Etleri de toprağa buladı. (Hepsini böylece yenmeyecek hale getirdikten) sonra şu açıklamayı yaptı:
“Yağma malı, lâşeden daha helâl değildir” veya (şöyle demişti): “Lâşe, yağma malından daha helâl değildir.”
(Rivâyetin sonundaki) şek râvilerden Hennâd´a aittir.” [Ebu Dâvud, Cihâd 138, (2705).][319]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın haramlar ve yasaklarla ilgili disiplin ve ahkâmın tatbikatına güzel bir örnek görmekteyiz: İslâm dini, ahkâmın tatbikatında, haramlara riayette lâübâliliğe yer vermemektedir. Askerî sefer sırasında bile, çekilen açlık ve sıkıntı ne kadar fazla olursa olsun, yağma yapmaya cevaz yoktur. Hadiste geçen nehb; intihab, yağmadır, yani ganimet malının, kaidesine göre taksim edilmezden önce, temellük ve tasarrufudur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), yasağı ihlâl eden emr-i vâkiyi hiçbir mülâhaza ile safhasındalar…” gibi, müsâmahaya fetva verdirecek mülâhazalar mümkündü. Resûlullah (aleyhissalâtu kabul etmiyor. Tencereleri devirmekle yetinmeyip, etleri iyice kuma, toprağa bulayarak yenilmez hâle getiriyor. “Askerler çok acıktı”, “israf olmasın”, “ahkâmın, yasağın künhünü daha öğrenme vesselâm) böyle bir gevşekliğe kesinlikle cevaz vermeyip “yağma malı lâşe gibidir” diyerek, lâşe nasıl pis ve haramsa bu da öylece pistir ve haramdır dersini veriyor.
2- Rivâyet, burada zikredilen şekliyle ilk nazarda munkatı gibi gözükmektedir, zîra senette ismi belli olmayan “Ensar´dan bir kimse” yer almaktadır. Ancak Küleyb´in (Küleyb İbnu Şihâb el-Cermî) sahâbî olduğu gözözüne alınınca, bu inkıta hadisin sıhhatine tesir etmez. Zîra sahâbenin sahâbeden yaptığı irsâl makbuldür, sıhhatı bozmaz. Ayrıca, Buhârî, Müslim ve Tirmizî´de muhtelif vecihlerden gelen başka başka müsned rivayetler bu hadisi takviye eder ve bazı mübhem noktalarına da açıklık getirir: Râfi İbnu Hadîc (radıyallahu anh) tarafından rivayet edilen bir vechine göre, vak´a Zü´l-Huleyfe´de cereyan eder; ganimet olarak pek çok deve ve davar ele geçirilir, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) en arkalardadır. Askerlerin önde bulunanları, açlık sebebiyle, acele edip ele geçirilen hayvanlardan bazılarını kesip hemen pişirmeye başlarlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yetişince tencereleri devirmelerini emreder.
Bu rivayetlerde, etlerin imha edilmesi ile ilgili bir emrin verilip verilmediği sarih değildir.
Şârihler, hadisle ilgili bir-iki noktada ihtilâf ederler:
1- Tencereleri niçin devirtti
2- Etler imha edildi mi, edilmedi mi
Birinci soruyla ilgili olarak Kadı İyaz şu açıklamayı yapmıştır: “Burası dâr-ı harp değil, dâr-ı İslâm´dır. Yani Zü´l-Huleyfe´de vak´anın geçtiği yerde ganimet malından müştereken yemek helâl değildir. Ganimet artık, taksimden sonra helâl olabilirdi. Halbuki ganimet malının müştereken yenmesi, sâdece dâru´lharpte caizdir. Ayrıca bunun sebebi, hayvanları kesenlerin, îtidalle hareket edip, ihtiyaca uygun miktarda kesmemiş olmaları, dolayısıyla işin içine yağmalama girmiş olması da olabilir.” Kadı İyaz, bu ihtimali, sadedinde olduğumuz rivayete atıf yaparak, daha kuvvetli bulur, zîra Asım İbnu Küleyb´in rivayetinde “yağma” işi sarih olarak ifade edilmektedir.
İbnu Hacer şöyle noktalar: “Bu rivayet gösteriyor ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yağmaya kaçan acelecilikleri sebebiyle öyle muamelede bulundu, gayesi yağmacıları maksadlarının zıddıyla cezalandırmaktı, tıpkı kâtilin mirastan mahrum kılınması gibi.”
İkinci mesele ile alâkalı olarak Nevevî şöyle demiştir: “Tencerenin devrilmesi ile ilgili emirden maksad, onlara ceza olarak yemeğin suyunu itlâf etmektir. Ete gelince, o itlâf edilmemiştir. Etlerin toplanıp ganimete dahil edilmiş olduğuna hükmedilebilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, malların ziyan edilmemesi ile ilgili emirleri gözönüne alınırsa, tencereleri devirtmekle etleri itlâf etmeyi emrettiği düşünülemez. Üstelik bu mal, gâzilerin hepsine ait bir maldır. Ayrıca, emirsiz pişirme suçu, ganimette hakkı olanların hepsi tarafından da işlenmiş değildir, zîra (arkadan gelenler gibi) bazıları eti pişirmeye tevessül etmemişti. Aralarında humsa hak kazananlar da vardı.” Nevevî devamla: “Şâyet: “Kazanlardaki etlerin ganimete katıldığına dair sarâhat, rivayetlerde mevcut değildir” denecek olsa cevabımız şudur: “Rivayetlerde etin yakıldığı veya itlâf edildiğine dair de sarahat gelmemiştir, öyle ise bu mübhem durumun kaidelere uygun şekilde te´vili gerekir” der.
İbnu Hacer, Nevevî´nin bu görüşüne katılmaz ve sadedinde olduğumuz Ebu Dâvud´daki rivâyetin aleyhine delil teşkil ettiğini söyler. Tencerelerdeki suyun değil, etlerin de itlâf edildiğine dair olan kanaatini te´yid eden açıklama yapar, başka mütâlaalar kaydeder.
Not: 1145 numaralı hadisin açıklaması bu bahsi tamamlayacaktır.[320]
ـ40ـ وعن الصعب بن جثّامة قال: ]قال رسولُ اللّه #: حِمى إَّ للّهِ تَعالى وَلِرَسُولِه[. أخرجه البخاري وأبو داود.
40. (1140)- Sa´b İbnu Cessâme anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Koruluk ittihazı sâdece Allah ve Resûlü´ne ait (bir hak)dır.” [Buhârî, Şirb 11, Cihâd 146; Ebu Dâvud, Harâc 39, (3083, 3084).][321]
ـ41ـ وفي رواية قال: ]وَبَلَغَنَا أنَّ النَّبىَّ # حَمى النَّقِيعَ، وَأنَّ عُمَرَ حَمى السَّرفَ وَالرَّبَذَةَ[ .
41. (1141)- Bir rivayette, Şihâbu´z-Zührî şöyle demiştir: “Bize ulaşan habere göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Nakîi, Hz. Ömer (radıyallahu anh) de Seref ve Rebeze´yi himâ ilân etmişlerdir.” [Buhârî, Şirb 11].[322]
AÇIKLAMA:
1- Korunan arâzi veya koruluk diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı himâ´dır. Himâ, lügat olarak, halktan korunan, halkın girmesine ve hayvanlarını otlatmasına izin verilmeyen otlu arâziye denir. Istılah olarak devlete ait hayvanların otlatılması için ayrılan, bu sebeple halka ait hayvanların otlatılması yasaklanmış olan arâziye denir.
2- Hadisin vürûduyla ilgili olarak şu açıklama yapılır: Cahiliye devrinde, Arapların ileri gelenlerinden (eşraf) birisi, nüfûzu altındaki arâzi dahilinde bir tarafa gidince, konakladığı yerde bir köpek havlatırdı. Böylece, köpeğin sesinin duyulduğu mıntıka onun korusu olur, artık bu mıntıkaya kimse yaklaşamaz, hayvanını yayamazdı. Ancak eşraftan olan bu adam, himâsının dahilinde ve haricinde istediği tasarrufta bulunurdu. Bu suistimalin sonunda birçok huzursuzluklar ve savaşlar olmuştur. Arap târihinde Besûs Harbi diye geçen meşhur bir harb de bu yüzden çıkmıştı.
3- Her hususta insanlığa ıslahat ve adalet getiren Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), bu suistimali de önlemek üzere, herhangi bir arâziden istifadeye yasak koyma hakkının Allah ve Resûlü´ne ait olduğunu ilan etmiştir. Yani böylece, arâziye yasak koyma hakkı sâdece devlete tanınmış oluyor, devlet dışında hiç kimse, keyfine göre, himâ tesis etme yetkisine sâhip olmuyordu.
4- İmam Şâfiî hazretleri, bu hadisin iki ayrı mânaya muhtemel olduğunu söyler:
a) Hiçbir Müslüman, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın te´sis ettiği himâ dışında yeni bir himâ te´sis etme yetkisine sâhip değildir.
b)Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in üzerine himâ koyduğu arazi örneğinde hima yapılabilir, başka şekilde olamaz.
Birinci mânâ esas alınınca hadîsten Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra hiçbir devlet adamı hima te´sîs edemez hükmü çıkar.
İkinci mâna esas alınınca, devlet adamlarından sâdece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in yerini alanlar yani halifeler himâ te´sis edebilir başkası edemez. Şâfiî ulemâ umumiyetle ikinci mânayı tercih etmişlerdir. Zîra, tatbikat da ikinciye muvafıktır. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra Hz. Ömer de himâ te´sis etmiştir.
Hemen belirtelim ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Nâki mıntıkasını himâ ilân etmişti. Burasının Medine´ye yirmi fersah mesafede, genişliği bir mil, uzunluğu sekiz mil çeken bir arâzi olduğu belirtilir. Hz. Ömer de hilâfeti sırasında Müzeyne diyarında Nakîu´lhadâmet denen bir yeri himâ ilan etmiş idi. Bazı kaynaklar Hz. Ömer´in Seref ve Rebeze´de de birer koruluk te´sis ettiğini belirtir. Seref (Şeref veya Şerif de denmiştir) Medine´ye otuz altı mil mesafede bir yerdir. Rebeze, Medine´ye altı mil mesafede bir yerdir. Rebeze, Medine´ye üç konaklık mesafede, Mekke yolu üzerinde Zât-ı Irk´a yakın bir köydür. Yüce sahâbî Ebu Zerr Gıfârî (radıyallahu anh) hazretlerinin ikâmet ettirildiği yer olup, orada vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ömer te´sis ettikleri himâ´ ları hazineye ve mücahidlere mahsus at, deve gibi hayvanları otlatmada kullanmışlardır.[323]
5- İmam-ı A´zam hazretlerine göre arâzi-i mevâtın ihyası devletin izniyle câizdir (Bak: 105. hadis). Şu halde istifâdesi herkese açık olan devlet arâzisi (şimdilerde hazine arâzisi diyoruz) üzerindeki, hususîleştirme işleri, İmam-ı A´zam´a göre devletin izniyle mümkündür, o halde böyle bir izin istihsal edilmeden, devlet reisi dışında kimse himâ te´sis edemez.[324]
ـ42ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كُلُّ قِسْمٍ قُسمَ في الجاَهِلِيَّةِ فَهُوَ عَلى مَا
قُسمَ، وَكُلُّ قِسْمٍ أدْرَكَهُ ا“سَْمُ فَهُوَ عَلى قِسْمِ ا“سَْمِ[. أخرجه أبو داود موقوفاً .
42. (1142)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) buyurmuştur ki: “Cahiliye devrinde taksim edilmiş olan her mal, taksim edildiği şekil üzeredir. İslâm döneminde yapılan taksimat, İslâm´ın taksim esasına göredir.” [Ebu Dâvud, Ferâiz 11, (2914); İbnu Mace, Rühûn 21, (2485).][325]
AÇIKLAMA:
İslâm dini mirasda şöyle bir hüküm getirmiştir: Farklı dinlere mensup olan kimseler birbirlerine varis olamazlar. Sözgelimi, Hıristiyan bir babanın evlâdı Müslüman olsa, babasının ölümü halinde oğlu ona vâris olamaz. Bu meselede İslâm dışı dinler arasında ayırım yapılmaz, hepsi bir tutulur. Kaide: اَلْكُفْرُ مِلَّةٌ وَاحِدَةٌ “Küfür tek bir millettir” diye ifade edilir. İslâm dışı dinler arasında gözönüne alınan tek fark, Hıristiyan ve Yahudilerle ilglidir: Kadınlarıyla evlenilir, kestikleri yenilir. Bu da bizzat sünnetle sâbittir. Sadedinde olduğumuz hadis, bir kimse Müslüman olmadan önce, miras taksimine iştirak etmişse aldığına hak kazandığını, şâyet, taksimden önce Müslüman oldu ise, artık, kâfir olan yakınlarının miraslarına iştirak edemeyeceklerini belirtiyor.
Kendisinden miras isabet eden kâfir bir yakını ölen kimse, mirasa hak kazanmış olduğu bir durumda miras henüz paylaşılmamış iken Müslüman olsa cumhur-i ulemâ, bu mirastan da pay alamayacağına hükmetmiştir. Ancak, Ömer İbnu´l-Hattab, Osman İbnu Affân, Abdullah İbnu Mes´ud, Hasan İbnu Ali (radıyallahu anhüm ecmain) bu durumda miras alacağını söylemiştir. Ayrıca Câbir İbnu Zeyd, Hasan Basrî, Mekhûl, Katâde, Humeyd, İyâs İbnu Mu´âviye, İshâk İbnu Râhuye -iki rivayetinin- birinde Ahmed İbnu Hanbel gibi diğer bir kısım selef de bu görüştedir. Ancak, başta üç büyük imam olmak üzere fukahânın kâhir çoğunluğu vâris olamayacağına hükmetmiştir.
Bu mevzu ile alakalı daha geniş bilgiyi, َيَرِثُ المُؤْمِنُ الْكَافِرَ وََ الْكَافِرُ الْمُسْلِمَ hadisinin açıklamasında sunacağız (Bak: 4707 numaralı hadis.)[326]
ـ43ـ ولمالك مرسً عن ثور بن زََيد الدِّئْلى قال: ]بَلَغَنِى أنَّ رسولَ اللّه قالَ: أيُّمَا دارٍ أوْ أرْض
قُسِّمَتْ في الجَاهِلِيةِ فهى عَلى قِسْمِ الجاَهِلِيَّةِ، وَأيُّمَا دَارٍ أوْ أرْضٍ أدْرَكَهَا ا“سَْمُ وَلَمْ تُقَسِّمْ فَهى عَلى قِسْمِ ا“سَْمِ[ .
43. (1143)- İmam Mâlik, Sevr İbnu Zeyd ed-Dîlî´den mürsel olarak rivayet ettiğine göre ed-Dîlî demiştir ki: “Bana Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediği ulaştı: “Hangi ev veya arâzi, cahiliye devrinde taksim edilmiş ise, artık o, cahiliye taksimi üzerinedir. Ancak hangi ev veya arâzi, taksim edilmeden İslâm´a girmiş ise, artık onun taksimi İslâm´a göre yapılır.” [Muvatta, Akdiye 35, (2, 746)].[327]
AÇIKLAMA:
1- Cahiliye´den murad Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın peygamberliğinden önceki dönemdir. Anak, “Fetih´ten önceki dönemdir” diyen de olmuştur. Zîra Hz. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) bi´setten sonra, Müslümanlar´ın Mekke´de yaşadıkları muhasara ve boykot sırasında doğduğu halde, babasıyla ilgili bir hatırasını anlatırken şöyle demiştir: سَمِعْتُ ابِى يَقُولُ فِى الْجَاهِلِيَّةِ اسْقِنِى كَأْسًا دِهَاقًا “Cahiliye döneminde babamın: “Bana dolu bir kadeh ver” dediğini işittim.”
Ebu´l-Velid el-Bâci der ki: “Hadisi iki çeşit anlamak mümkündür:
1) Taksimi cahiliye devrinde yapılmış olan mal. Bu mâna daha zâhirdir, daha muvafıktır.
2) Şu da muhtemeldir: Cahiliye döneminde hisseyi hak etmiştir, ancak, taksim yapılmadığı için henüz temellük etmemiştir. Sözgelimi biri ölmüştür ve yakınları henüz Müslüman olmadan malına varis olmuşlardır.”
Şu halde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) İslâm´dan önce, cereyan eden fiillerini reddetmemeyi prensip kılmak istemiş, vukû bulduğu şekilde icrayı esas almıştır. Nitekim câhiliye devrinin fâsid nikâhlarını reddetmemiş, bu akidlerle hâsıl olan mülkiyeti sahih addetmiştir.
Bu hadis, câhiliye devrinde cereyan eden arâzi ve ev taksimlerinin de muteber addedileceğini, İslâm´dan sonraki taksimatın İslâm´a göre yapılacağını belirtmektedir.[328]
ـ44ـ وعن نافع عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ عَبْداً لَهُ أبَقَ فَلَحِقَ بِأرْضِ الرُّومِ فَظَهَرَ
عَلَيْهِمْ خَالِدُ بنُ الْوَلِيدِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَرَدَّهُ إلَيْهِ، وَأنَّ فَرَساً لَهُ غَارَ فَظَهَرُوا عَلَيْهِمْ فَرَدَّهُ إلَيْهِ[. أخرجه البخارى، وهذا لفظه، ومالك وأبو داود.وفي رواية: في الفَرَسِ عَلى عَهْدِ رسولِ اللّه #.وفي رواية في الموطأ: في الْعَبْدِ وَالْفَرَسِ فَرُدَّا عَلَيْهِ، وَذلِكَ قَبْلَ أنْ تُصِيبَهُمَا المقَاسِمُ.وقال أبو داود: في العَبْدِ فَرَدَّهُ عَلَيْهِ رسولُ اللّه # وَلَمْ يُقْسَمْ.ومعنى »غَارَ« أى هرب .
44. (1144)- Nâfi´, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´den anlatıyor: “İbnu Ömer´in bir kölesi kaçarak Rum diyarına geçti. Bilâhare, Hâlid İbnu´l-Velîd (radıyallahu anh) Rumlara galebe çaldı. (Esirler arasında, kaçan bu köle de vardı) Hâlid köleyi İbnu Ömer´e iâde etti. Onun kaybolan bir atı vardı. (Askerler) onu da ele geçirdiler. Hâlid atı da İbnu Ömer´e iâde etti” (Bu rivayetin lâfzı Buhârî´nin rivayetine uygundur.)
Bir rivayette: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında kaçan bir at mevzubahistir.”
Muvatta´nın bir rivayetinde, düşman tarafından ganimet edildikten sonra ele geçirilen bir köle ve at mevzubahistir. Bunlar, taksimden önce eski sahibine iâde edilebilirler.
Ebu Dâvud, köleyi mevzubahis eder ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in taksime tâbi tutmadan eski sâhibine iade ettiğini belirtir. [Buhârî, Cihâd 187; Muvattâ, Cihâd 17, (2, 452); Ebu Dâvud, Cihâd 135, (2698, 2699); İbnu Mâce, Cihâd 15, (2748).][329]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette, kâfirlerce ele geçirilip ganimet yapılan bir malın tekrar Müslümanlar tarafından yakalandığı görülmektedir. Hatta rivayet, bu malın eski sahibine iade edildiğini ifade etmektedir.
2- İbnu Ömer´in kölesinin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ den sonra (Yermük Harbi sırasında) kaçtığında ihtilaf yok ise de atının kaçtığı devir ihtilâflıdır. Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in zamanında kaçıp düşmanın eline geçtiği, tekrar ele geçirilince bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından İbnu Ömer´e iâde edildiği belirtilir.
3- Düşmanca ganimet edilen bir Müslüman´ın malı ele geçirildiği takdirde eski sahibine mi verilmeli, yoksa diğer ganimet mallarına mı katılmalı Bu husus münakaşa edilmiştir:
a) İmam Şâfiî ve bir cemaat: Ehl-i harp Müslümanların malından zorla bir şey almış ise, bu ele geçirildiği takdirde, eski sahibi bu malı alma hakkına sâhiptir, hatta taksimden sonra farkına varmış bile olsa, onu alabilir” der.
b) Hz. Ali (radıyallahu anh), Zührî, Amr İbnu Dînâr ve Hasan Basrî´ ye göre böyle bir mal hiçbir zaman eski sâhibine verilemez, artık o ganimet malıdır, ganimette hissesi olanlara taksim edilir.
3) Hz. Ömer, Süleyman İbnu Rebîa, Atâ, Leys, Mâlik, Ahmed ve başkalarından yapılan bir rivayete göre malın sahibi taksimden önce malını görmüşse buna hak sahibidir, taksimden sonra görmüş ise artık hakkını kaybetmiştir.
4- Ebu Hanife ve Sevrî de İmam Mâlik gibi düşünür, ancak bir istisna koyarlar: “Kaçan köleye, eski sahibi, mutlak olarak ehaktır, taksimden önce de sonra da bulsa alır” derler.[330]
ـ45ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كُنَّا نُصِيبُ في مغَازِينَا الْعَسَلَ وَالْعِنَبَ فَنَأكُلُه وََ نَرْفَعُهُ[. أخرجه البخارى .
45. (1145)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Biz gazvelerimiz sırasında, bal ve kuru üzüm elde ederdik ve bunları (taksim edilmek üzere, diğer ganimet mallarının yanına) kaldırmaz, yerdik.” [Buhârî, Humus 20].[331]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî bu hadisi, “Harb yerinde ele geçirilen yiyecek maddesi babı” adını verdiği bir babta kaydeder. Maksadı, “yiyecek maddesinin, askerler arasında taksimi vacib midir, yoksa askerler tarafından yenmesi mübah mıdır ” meselesine dikkat çekmektedir. Buhârî, metod olarak, münakaşalı meselelere böyle mübhem başlıklarla dikkat çeker.
Cumhur, yiyecek maddelerinden, taksim yapılmazdan önce almanın caiz olduğuna hükmetmiştir. Her çeşit gıda maddelerinin yenmesi mûtaddır. Hatta hayvan yemi de bu hükme girer. Taksimden önce veya sonra olmuş, imamın izni olmuş olmamış, hüküm aynıdır.
2- Sadedinde olduğumuz rivayet dâru´lharb´de giyecek az olacağı için, zaruret sebebiyle, gıda maddelerinin yenmesinin mubah olduğunu ifade eder. Cumhur, peşin bir zaruret olmasa bile, almayı tecviz etmiştir. Hatta ulemâ, harp halinde, ganimet hayvanlarına binmenin, ganimet giysilerini giymenin, ganimet silahlarını kullanmanın câiz olduğunda ittifak etmiştir. Bu cevazlar, harbin bitimiyle kalkar. Evzâî bu söylenen ruhsatlara imamın iznini şart koşar ve: “Asker, şahsî ihtiyacı biter bitmez ganimete âit at ve silahı derhal imâma teslim eder, harp dışında da kullanmaz, işi bitince teslim için savaşın bitmesini beklemez, tâ ki (elinde iken) bir zarara uğramasınlar” der. Evzâî bu hükümde Ebu Dâvud´da gelen şu hadise dayanır: مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اْŒخِرِ فََ يَأْخُذْ دَابَّةً مِنَ الْمَغْنَمِ فَيَرْكَبُهَا حَتَّى إِذَا اَعْجَفَهَا رَدَّهَا إِلَى الْمَغَانِمِ
“Allah´a ve ahiret gününe inanan, ganimetten bir hayvan alıp, bine bine iyice zayıflattıktan sonra iade etmesin.”
Giyecek için aynı şekilde merfu rivayet gelmiştir. İmam Ebu Yusuf bu yasağı, binecek ve giyeceği olanlarla ilgili bulmuştur.
İmam Mâlik, yiyecek almanın mübah olduğu hükmünden hareketle, “hayvan da kesilebilir” demiştir. İmam Şâfiî bunu “zaruret varsa” diye kayıtlar.
3- Hadiste geçen “…kaldırmazdık” tâbirinin, “…biriktirmek üzere kaldırmazdık..”, “…ganimet mallarının sorumlusuna, veya “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e götürmezdik” gibi mânalar ifade ettiğine dikkat çekilmiş ve bu ifadenin gerisinde şu cümlenin takdiren varlığı kabul edilmiştir: “… yemek için, daha önceden verilmiş olan izinle iktifa ederek, yeni bir izin taleb etmezdik.[332]”[333]
ـ46ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]أُتِىَ النَّبىُّ # بظَبْيَةٍ)ـ1( فِيها خرَزٌ فَقَسَّمَهَا لِلْحُرَّةِ وَا‘مَةِ. قالتْ وكَانَ يَقْسِمُ لِلْحُرِّ وَالْعَبْدِ[. أخرجه أبو داود.
______________)ـ1( الظبية: جراب صغير عليه شعير. وقيل هي شبه الخريطة والكيس.
46. (1146)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a içerisinde boncuk bulunan bir dağarcık getirildi. Boncukları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hür ve câriye kadınlar arasında dağıttı.” Hz. Aişe devamla der ki: “Babam da (boncuğu) hür- köle ayırımı yapmadan kadınlara dağıtırdı.” [Ebu Dâvud, Harâc 14, (1952).][334]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hakları olduğu için değil, sadece kadınlar tarafından kullanıldığı için boncukları hürköle ayırımı yapmadan kadınlara dağıtmıştır.
2- Hz. Aişe´nin ikinci cümlesinde metinde, أَبِى “babam” kelimesi düşmüştür. Aslında olduğu için tercümeye koyduk. Hz. Aişe´nin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın boncuklarını hür- ve köle ayrımı yapmadan kadınlara dağıttığını söyledikten sonra: “Babam da hür köle ayrımı yapmadan dağıtırdı” şeklinde, neyi dağıttığını belirtmeyen bir ifâdeye yer vermesi, normalde, zihne boncuk ve benzeri şeyleri dağıttığı fikrini getirmektedir. Ancak, bu ıtlaktan hareketle şöyle anlaşılabileceğine de dikkat çekilmiştir: “Babam da fey´den hürköle herkese dağıtırdı.” Aliyyü´l-Kârî bu ifadeyi açık bir şekilde şöyle anlar: “Yani hür ve köle, herkese ihtiyacı kadarını fey´den verirdi.” Ancak “köle” ve “cariye”den maksadın âzad edilmiş olanlarla, efendisiyle, hürriyetine kavuşmak üzere, mükâtebe akdi yapmış olanların olduğu, zîra gerçek câriye ve kölelerin mülk edinme yetkilerinin bulunmadığı, nafakalarının da efendilerinin sorumluluğunda olduğu belirtilmiştir.[335]
ـ47ـ وعن المِسْور بن مَخْرَمة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُُما. ]أنَّ عَمْرَو بنَ عَوْفٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أخْبَرَهُ: أنَّ رسولَ اللّه # بََعَثَ أبَا عُبَيْدَةَ إلى الْبَحْرَيْنِ يأتى بِجِزْيتِهَا فَلَمَّا قَدِمَ بِالمَالِ سَمِعَتِ ا‘نْصَارُ بِقُدومِهِ فَوَافَوْا صََةَ الْفَجْرِ مَعَ رسولِ اللّهِ # فَلَمَّا انْصَرَفَ تَعَرَّضُوا لَهُ فَتَبَسَّمَ ثُمَّ قالَ: أظُنُّكُمْ سَمِعْتُمْ أنَّ أبَا عُبَيْدَةَ قَدِمَ بِشَئ؟ فقَالُوا أجَلْ. فقَالَ: أبْشِرُوا وَأمِّلُوا مَا يَسُرُّكُمْ. فَوَاللّهِ مَا الْفَقْرَ أخْشى عَلَىْكُمْ، وَلكِنْ أخْشى عَلَيْكُمْ
أنْ تُبْسَطَ عَلَيْكُمْ الدُّنْيَا كَما بُسِطَتْ عَلى مَنْ كانَ قَبْلَكُمْ فَتَنَافَسُوا فِيهَا فَتُهْلِكَكُمْ كَمَا أهْلَكَتْهُمْ[. أخرجه الشيخان والترمذى .
47. (1147)- El-Misver İbnu Mahreme (radıyallahu anhümâ)´ye Amr İbnu Avf (radıyallahu anh) şunu anlatmıştır: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebu Ubeyde (radıyallahu anh)´yi Bahreyn´e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı. Mallarla dönünce Ensâr geldiğini işitti. Sabah namazını Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´le kıldılar. Namaz bitince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın etrafını sardılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tebessüm buyurdular ve:
“Öyle zannediyorum, Ebu Ubeyde´nin birşeyler getirdiğini işittiniz” dedi. Hep birlikte:
“Evet!” dediler. Bunun üzerine şunları söyledi:
“Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümid edin. Allah´a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helak oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum.” [Buharî, Rikâk 7, Cizye 1, Megâzî 11; Müslim, Zühd 6, (2961); Tirmizî, Kıyâmet 29, (2464).][336]
AÇIKLAMA:
1- Bahreyn halkı cizye ödemek üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ile sulh yapmış, başlarına da el-Alâ İbnu´l-Hadramî´yi vali tayin etmişti. Ebu Ubeyde İbnu´l-Cerrâh (radıyallahu anh) ise, rivayetten de anlaşılacağı üzere sadece cizyeyi Medine´ye getirmek üzere gönderilmişti.
2- Hadiste dikkatimizi çeken husus, cemaatin dünya malına heves izhar ettiği bir fırsatta, dünyalığın zararlarına dikkat çekmiş olmasıdır. Daha önce (1128. hadis) açıklandığı üzere, o gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu maldan herkese bol bol verecektir. Ancak, mal ve zenginliğin tehlikesine karşı uyanık olmak gereğini belirttikten sonra…
3- Tîbî der ki: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in: “Sizler için fakirlikten korkmuyorum” diyerek, fakirliği öncelikle zikretmesi, müşfik bir babanın ölüm anında en ziyade çocuğunun maddî durumuna ihtimam göstermesi sebebiyledir. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ashabına haber vermiştir ki, kendilerine karşı bir baba gibi müşfik olmasına rağmen, mal meselesinde, onlara babanın davranışının aksine bir tavır takınmaktadır. Şöyle ki, kendisi babaların aksine ashabı için fakirlikten korkmuyor, aksine, babaların matlûbu olan zenginlikten korkuyor. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın temennî ettiği fakirlik, sahâbenin içinde bulunduğu mal azlığıdır, mutlak fakirlikdir diyen de olsa da esas olan sahâbenin o sıralardaki hâlidir.
4- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadiste, zenginliğin getireceği zararın, fakirliğin getireceği zarardan fazla olduğuna dikkat çekmektedir. Zîra çoğunlukla, zenginlik âhireti de heba eden zararlar getirmektedir. Zîra kulluktan uzaklaştıran gaflet halleri, sefahetler, kötü alışkanlıklar umumiyetle zenginliğin eseridir. Fakirliğin zararı ekseri durumda dünyaya aittir. Yani ekseriyetle zenginlik dine, fakirlik dünyaya zararlı olmaktadır.
Âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra zenginleyen Müslümanların maruz kaldıkları dünyevî ve uhrevî fitneleri görünce, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu hadisini, istikbali haber veren mühim mucizelerden biri olarak değerlendirmişlerdir.
5- Hadisten çıkarılan bazı hükümler:
1- Dünyanın maddî zenginliklerine kavuşan kimseler, zenginliğin getireceği zararlara karşı uyanık olmalı, tedbirler almalıdır. Dünyevî süslere kapılıp tatmin bulanlar, onların kötü âkibetinden ve getireceği fitnenin şerrinden emniyette olamazlar. Bunu bilmeli, dünyalık için başkalarıyla boğuşmaya yer vermemelidir.
2- Fakirlik, zenginlikten efdaldir, çünkü dünyevî fitne zenginlikle gelir. Zenginlik, nefsi helâke götüren fitneye düşme ihtimalini getirir, bu tehlikeden fakir daha çok emniyettedir.
Şunu bu vesile ile belirtmede fayda var: Bu ve benzeri hadisler zenginliği reddetmez. Zenginliğin getireceği ferahlıklara dikkat çeker. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Veren el alan elden üstündür”, “Kuvvetli Müslüman Allah´a daha sevgilidir…” gibi hadisleriyle “veren” ve “kuvvetli” olmayı tavsiye eder. Bu da zenginlikle daha ziyade imkân dahiline girer. Öyle ise, burada esas olan zenginliğin zararına dikkatleri çekmektir.
Elbette zengin ve sefih olmaktansa fakir ve abd olmak daha hayırlıdır. Hem zengin hem abd olmak ise en hayırlıdır.[337]
ـ48ـ وعن ثعلبة بن أبى مالك: ]أنَّ عُمَرَ بن الخطَّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: قسََمَ مُُرُوطاً بَيْنَ نِسَاءِ أهْلِ المَدَينَةِ فَبَقِىَ منْهَا مِرْطٌ جَيِّدٌ. فقَالَ لَهُ بَعْضُ مَنْ عِنْدَهُ: يا أمِيرَ المُؤمِنِينَ؟ أعْطِ هذَا ابْنةَ رسولِ اللّه # الَّتِى عِنْدَكَ، يُرِيدُونَ أمَّ كُلْثُومٍ بِنْتَ عَلىٍّ فقَالَ أمُّ سَلِيطٍ أحَقُّ بِهِ فإنَّهَا مِمَّنْ بَايَعَ رسولَ اللّه # وَكَانَتْ تَزْفِرُ لَنَا الْقِرَبَ يَوْمَ أحُدٍ[. أخرجه البخارى.»المِرْطُ« كساء من خزّ أو صوف يُؤتَزَرُ بهِ. وقوله: »تزْفِرُ لنا الْقِرَبَ« أى تخيطها .
48. (1148)- Sa´lebe İbnu Ebî Malik anlatıyor: “Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallahu anh), bir kısım bürgüyü Medineli kadınlar arasında taksim etmişti, geriye güzel bir bürgü kaldı. Yanındakilerden bazıları kendisine: “Ey müminlerin emîri, bunu da senin yanında bulunan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kızına ver” dediler. Bununla, Hz. Ali (radıyallahu anh)´in kızı Ümmü Gülsüm´ü kastediyorlardı. Hz. Ömer onlara:
“Ümmü Selît, buna daha çok hak sâhibidir. Zîra o, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a biat etmişti ve Uhud Savaşı´nda bize kırbalarla su taşıyordu” dedi. [Buhârî, Megâzî 22, Cihâd 66.][338]
AÇIKLAMA:
1- Ümmü Selît, Ebu Saîdi´l-Hudrî´nin annesidir. Ebû Selit ile evli idi. Ancak hicretten önce Ebû Selît´in vefatı üzerine Mâlik İbnu Sinân el-Hudrî ile ikinci evliliğini yapmış ve Ebu Saîd´i dünyaya getirmiştir. Kadın, Hayber ve Huneyn´e de katılmıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hakkında: “Uhud´da başımı sağa da sola da çevirsem hep onun, benim için mukâtele ettiğini görüyordum” diyerek kahramanlığını övmüştür (radıyallahu anhâ).
2- Ümmü Gülsüm, Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)´in zevcesi idi. Annesi, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)´in muhterem kerimeleri Fâtımatu´z-Zehra (radıyallahu anhâ) olması sebebiyle, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kızı” diye anılmıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sağlığında doğmuş idi ve Fatıma vâlidemizin en küçük kızı idi.[339]
DÖRDÜNCÜ FASIL
ŞEHİDLER HAKKINDA
ŞEHADET: Dinimizde fevkalâde yüce bir mertebedir. Allah yolunda hayatını feda eden kimseye şehid denir. Böylelerine şehid denmesi ya cennete gideceklerine şehâdet edildiği, yahut vefat anında bir kısım rahmet meleklerinin hazır bulunduğu, yahut da kendisi, Cenab-ı Hakk´ın huzurunda olduğu halde rızıklandırılacağı içindir. Bu hususlarda rivayetler mevcuttur. Söylenenlerdende anlaşılacağı üzre şehid, lügat olarak şâhid yani hazır bulunan mânasına gelir. Kur´ân-ı Kerim, şehidlerin makamının yüceliğini, mükerrer âyetlerde belirtir, “onların diğer ölüler gibi olmayıp diri olduklarını” haber verir ve onlara “ölü!” demememizi emreder (Bakara 154). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da, cennette, sâdece şehidlerin tekrar yeryüzüne geri dönüp, bir kere daha şehid olmayı temenni edeceklerini söyler, kendisi de, peygamberlik gibi yüce bir mertebeye sahip olmasına rağmen tekrar tekrar yeryüzüne gelip şehid olmayı temenni eder.
Fakihler, şehidi üç çeşide ayırır:
1- Hem dünya hem de âhiret itibâriyle şehid olanlar.
2- Sadece dünya ahkâmı itibâriyle şehid olanlar.
3- Sadece âhiret ahkâmı itibâriyle şehid olanlar.
1- Birinci grup şehid, mükellef ve tâhir olduğu halde kendisine vâki bir tecâvüzle haksız olarak zulmen öldürülen ve bundan dolayı vârislerine bir mal verilmesi lâzım gelmeyen herhangi bir Müslümandır. Gayr-ı müslimlerle veya yol kesicilerle harp neticesinde öldürülen ve ölüm sırasında cünüp olmayan âkil, bâliğ bir Müslüman böyle bir şehiddir. Harp sahâsında gözünden kan gelmiş olmak gibi, üzerinde, öldürülme alâmeti olduğu halde ölü bulunan bir Müslüman askeri de böyle bir şehiddir. Keza, malını, ırzını, nefsini, sair Müslümanlar´ı veya Müslümanların himayesindeki gayr-i müslimleri (zımmîleri) müdâfaa ederken, yaralayıcı bir âletle haksız yere derhal öldürülmüş bulunan mükellef, tâhir bir Müslüman da böyle bir şehiddir.
Bu kısım şehidler, şehâdetin zâhirî ve bâtınî şartlarını hâiz hakikî şehiddirler. Bunlardan herbirine şehid-i hükmî denir. İmam-ı Âzam´a göre bunlar, yıkanılmaksızın, sâdece namazları kılınarak defnedilirler. Elbiseleri de çıkarılmaz ve kefenlenmezler. Üzerindeki silahları, kefen için gerekli miktardan ziyade olan kaput, palto gibi fazla elbiseleri alınır, eksikse bir şeyler ilâvesiyle tamamlanır. Diğer üç imama göre, böyle bir şehide namaz da kılınmaz.
2- Kalbinde nifak bulunduğu halde zâhiren Müslüman görünüp, cephede Müslümanların safında savaşırken düşman tarafından öldürülen herhangi bir şahıs dünya ahkâmı itibâriyle hükmen şehid addedilir. Birincide olduğu üzere kendisine aynı şehid muamelesi yapılır. Ancak âhiret ahkâmıyla şehid sayılmaz.
3- Üçüncü gruba, şehid-i kâmilde aranan dünyevî şartlardan bâzıları eksik olup, vefatı âhiret ahkâmı itibâriyle şehâdet sayılan herhangi bir Müslümandır. Meselâ hata yoluyla öldürülüp vârislerine diyet ödenen Müslüman, âhiret itibariyle şehid sayılsa da, dünya ahkâmıyla şehid sayılmaz. Binaenaleyh yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır. Keza meşru şekilde savaşırken, aldığı yaranın te´siriyle hemen ölmeyip ilaç aldıktan, yiyip içip, konuştuktan veya üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra ölen kimse de bu gruba girer. Keza suda boğulan, ateşte yanan, bina altında kalan, veba, tâun, ishal, sıtma zatülcenp hastalıklarından biri ile veya akrep sokması ile, nifas halinde veya gurbet ilinde veya ilim yolunda veya cuma gecesinde vefat eden bir Müslüman şehiddir. Keza sevabını Allah´tan bekleyen bir müezzinin doğru muameleli bir Müslüman tâcirin, âilesinin nafakasını meşru yoldan kazanma neticesinde ölen herhangi bir Müslümanın vefatı da hep bu gruba girer. Bütün bunlara âhiret ahkâmı itibâriyle şehid denir. Bunlar diyanetleri tam idiyseler ahiret itibâriyle hakikî şehid olurlar, ancak kendilerine dünya ahkamı itibâriyle şehid muâmelesi yapılmaz. Diğer Müslümanlara yapılan mutad muâmele yapılır.
Şu halde bu bahis, şehidler hakkında fukahayı, özetle kaydettiğimiz bu hükümleri vermeye sevkeden rivayetlerden bazılarını tesbit etmektedir.[340]
ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه # مَا تَعُدُّونَ الشَّهِيدَ فِيكُمْ؟ قالُوا يَارسُولَ اللّهِ مَنْ قُتِلَ في سَبِيلِ اللّهِ فَهُوَ شَهِيدٌ. قَالَ: إنَّ شُهَدَاءَ أمَّتِى اِذاً لقَلِيلٌ. قَالُوا: فَمَنْ هُمْ يَارسوُلَ اللّهِ؟ قاَلَ
مَنْ قُتِلَ في سَبِيلِ اللّهِ فَهُوَ شَهِيدٌ. وَمَنْ مَاتَ في سَبِيلِ اللّهِ فَهُوَ شَهِيدٌ. وَمَنْ ماتَ في الطَّاعُونِ فَهُوَ شَهِيدٌ. وَمَنْ مَاتَ في البَطْنِ)ـ1( فَهُوَ شَهِيدٌ. والغَرِيقُ شَهِيدُ[. أخرجه مسلم ومالك والترمذى .
1. (1149)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sordular:
“İçinizden kime şehid dersiniz ”
“Ey Allah´ın Resûlü, dediler, Allah yolunda öldürülen şehiddir.”
“Öyleyse, dedi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ümmetimin şehidleri azdır.”
“Peki, dediler, daha kimler şehiddir, Ey Allah´ın Resûlü ”
“Allah yolunda öldürülen şehiddir. Allah yolunda ölen şehiddir. Tâunda ölen şehiddir. Karnı sebebiyle ölen şehiddir, boğularak ölen şehiddir.” [Müslim, İmâret 165, (1915); Muvatta, Salâtu´l-Cemâ´a 6, (1, 131); Tirmizî, Cenâiz 65, (1063).][341]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in soru sorması, muhataplarının dikkatini ele alıp, tebliğatta bulunacağı konuya çekmek içindir. Bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sıkça başvurduğu, ta´limî (didaktik) bir metoddur.
2- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şehidleri sayarken “Allah yolunda öldürülenler” ile “Allah yolunda ölenler”i ayrı ayrı gruplar olarak saymıştır. Zîra “öldürülenler”in içine cephede şehid olanlar girse de, kendisini dine hizmete adamış bu maksatla çalışırken şu veya bu şekilde, şurada veya burada ölenler girmez. Bunları insanlar bilmese de Allah bilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böylece “Allah yolunda ölenler”i şehid ilân etmekle, şehâdetin çerçevesini fevkalâde genişletmiş, düşmanla savaş hali olmadan bile şehadet gibi fevkalâde genişletmiş, düşmanla savaş hali olmadan bile şehadet gibi fevkalâde yüce bir mertebenin her hal ve şartlarda, her vakitte kazanılma imkânını her Müslümanın önüne koymuş olmaktadır
3- Karnı sebebiyle tâbiri umumiyetle “işkâl” olarak anlaşılmıştır. Ancak karnından zuhûr eden başka çeşit hastalıkların kastedilmiş olması ve hatta nifas halinde, hâmilelik halinde ölen kadınların kastedilmiş olması da mümkündür. Bu sebeple tercümeyi asla uygun olarak “karnı sebebiyle” diye mutlak bir mânada yapmayı uygun gördük.
4- Bu hadiste, âhiret ahkâmı itibâriyle şehid sayılması gerekenlerden birçoğu zikredilmiştir:
a) Allah yolunda ölen,
b) Tâundan ölen,
c) Karnı sebebiyle (ishal, zatülcenb, hamilelik, nifas vs.),
d) Boğularak ölen.Böylece, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), İslâm´ın şehâdet anlayışını “Allah yolunda öldürülme”nin dışına çıkarmış olmaktadır.[342]
ـ2ـ وفي رواية مالك والترمذى. ]قالَ النَّبى #: الشُّهَدَاءُ خَمْسَةٌ، وراد وصَاحِبُ الهَدْمِ)ـ2( شَهِيدٌ.وفي رواية عن جابر: والمَرأةُ تَمُوتُ بِجُمْعٍ.وفي رواية أخرى صحيحة عن ابن عمرو بن العاص: وَمَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ.يُقالُ »مَاتَتِ المَرأةُ بِجُمْعٍ«. إذَا ماتت وولدها في بطنها .
2. (1150)- İmam Mâlik ve Tirmizî´nin kaydettikleri bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmaktadır:”
Şu beş kişi şehiddir, (deyip önceki hadiste geçenleri saydıktan sonra): Yıkıntı altında kalan da şehiddir” diye ilâve etti.
Hz. Câbir (radıyallahu anh)´den gelen bir rivayette: “Karnında çocuğu olduğu halde ölen kadın da şehiddir” buyrulmuştur.
Abdullah İbnu Amr İbnu´l-Âs (radıyallahu anhümâ) tarafından rivayet edilen bir diğer sahih hadiste: “Malını müdâfaa ederken öldürülen şehiddir” buyurulmuştur. [Muvatta, Salâtu´l-Cemâ´a 6, (1, 131); Tirmizî, Cenâiz 65, (1063).][343]
AÇIKLAMA:
Müellif, burada: “İmam Mâlik ve Tirmizî´nin kaydettikleri bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmaktadır: “Bu beş kişi şehiddir” diye kaydettikten sonra önceki rivayete atıf yaparak rivayetin aslını vermez, tek madde kaydeder. Biz metni ve tercümeyi kaydetmeyi uygun buluyoruz: الشُّهَدَاءُ خَمْسَةٌ: الْمَطْعُونُ وَالْمَبْطُونُ وَالْغَرِيقُ وَصَاحِبُ الْهَدْمِ وَشَهِيدٌ في سَبِيلِ اللّهِ
“Şu beş kişi şehiddir: “Tâundan ölen, karın hastalığından ölen, boğularak ölen, yıkıntı altında ölen, Allah yolunda şehid olan.”[344]
ـ3ـ وعن أم حزام رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالتْ: ]قال رسولُ اللّه #: المَائِدُ)ـ3( في البَحْرِ الَّذِى يُصِيبُهُ القَئُ لَهُ أجْرُ شَهِيدٍ، وَالْغَرِيقُ لَهُ أجْرُ شَهِيدَيْنِ[. أخرجه أبو داود .
3. (1151)- Ümmü Harâm (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Deniz tutması sebebiyle (gemide) kusan kimseye şehid sevabı verilir. Boğularak ölene de iki şehid sevabı vardır.” [Ebu Dâvud, Cihâd 10, (2493).][345]
AÇIKLAMA:
Hadisi rivayet eden Ümmü Haram Binti Milhân (radıyallahu anhâ), Hz. Enes´in muhterem annesi Ümmü Süleym´in kızkardeşidir. Ashâb´ın büyüklerinden olan Ubâde tu´bnu´s-Sâmit (radıyallahu anh)´in zevcesidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hususî iltifatına mazhar olmuş bahtiyarlardandır. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) evine girip ziyaretleriyle şereflendirmişler, hanesinde kaylûle denen öğle uykusu kestirmişlerdir. Uykusundan gülerek uyanan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) rüyasında Müslümanların gemilere binip deniz seferlerine çıkacaklarını gördüğünü anlatır. Ümmü Harâm: “Ya Resûlallah (aleyhissalâtu vesselâm), Allah´a dua edin, beni de onlar arasında kılsın” der. Fahr-i Âlem efendimiz:
“Sen onlardansın” tebşir buyururlar.
Ümmü Harâm, bu duayı nebevî bereketiyle Hz. Osman´ın hilâfeti zamanında, Hz. Muâviye (radıyallahu anh)´nin komutasında tertiplenen Kıbrıs Seferi´ne zevcesi Ubâde ile birlikte katılır. Denizi aşıp, adaya çıkarlar. Orada bindiği katır yere atarak ölümüne sebep olur (Sene: Hicrî 27). Bugün kabr-i şerifleri halen Kıbrıs´ta ziyâretgâhtır, Hala Sultan diye meşhurdur.[346]
ـ4ـ وعن سعيد بن زيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يَقُولُ: مَنْ قتِلَ دُونَ مِالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ، وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دِينِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ، وَمَنْ قُتِلَ دُونَ أهْلِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ[. أخرجه أصحاب السنن .
4. (1152)- Said İbnu Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı dinledim şöyle buyurdular:”
Kim malını müdafaa sırasında öldürülürse şehiddir. Kim kanını müdâfaa sırasında öldürülürse şehiddir. Kim dinini müdâfaa sırasında öldürülürse şehiddir. Kim ailesini müdâfaa sırasında öldürülürse o da şehiddir.” [Tirmizî, Diyât 22, (1418, 1421); Ebu Dâvud, Sünnet 32, (4772); Nesâî, Tahrim 22, (7, 115, 116); İbnu Mâce, Hudud 21, (2580).][347]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisleriyle meşru olan nefis müdâfaasını göstermekte ve teşvik etmektedir. Kur´ân-ı Kerim haksız yere cana kıymayı ebedî cehennemi gerektiren bir cinayet olarak tavsif etmekle (Nisa 93) kalmaz, böyle bir cürmü bütün insanları öldürmüş gibi şen´î bir cinayet ilan eder (Mâide 32). Elbette bu gibi âyetler, cana kıyma meselesinde mü´min üzerine korkutucu ve son derece frenleyici tesirler hâsıl eder, hatta birçok fırsatlarda mü´mini öldürmektense ölmeyi tercih yoluna sevkedebilir. Böyle bir durum, vicdanı tefessüh etmiş zâlimleri ehl-i imana karşı daha şirret, daha saldırgan kılacağı açıktır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) malı, canı, âilesi, dini için ölenlerin şehid olacağını tebşir etmekle bu sayılan şeylerin, ucunda ölüm tehlikesi bile olsa müdafaa edilmesine teşvik etmektedir. Dolayısıyla ölüm ihtimalinin mevzubahis olduğu müdafaa eyleminde öldürme ihtimali de mevzubahistir. Nitekim Müslim´de gelen bir Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) rivâyeti bu mevzuda daha sarihtir:
“Bir adam gelerek:
“Ey Allah´ın Resûlü, bir yabancı gelip malımı gasben almak isterse ne yapmamı uygun bulursunuz ” diye sormuştu,
“Malından ona verme!” cevabını aldı. Adam tekrar:
“Ya beni öldürmeye kalkarsa ne yapayım ” diye sordu.
“Sen de onu öldürmeye çalış” dedi. Adam:
“Ya beni öldürürse.” deyince:
“Sen şehid olursun!” buyurdu. Adam:
“Ya ben onu öldürürsem ” deyince de:
“O cehenneme gider!” cevabını verdi.
“Ahmed İbnu Hanbel´in bir rivayetinde benzer bir suâle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): اُنْشُدِ اللّهَ “Allah´ın adını ver” diye tavsiye eder.
“Söz anlamazlarsa ” deyince tekrar “Allah´ın adını ver!” der.
“Yine de laf anlamazsa ” deyince:
“O zaman mukâtele et, öldürülürsen cennettesin, öldürürsen ateştedir!” cevabını verir.
Meşru müdâfaa sırasında öldürene kısas, diyet gibi herhangi bir cezanın gerekmeyeceği muhtelif rivayetlerde gelmiştir.
Cumhûr-u ulemâ, hadis mutlak geldiği için, “müdâfaası yapılacak malın azlığına çokluğuna, bakılmaz” diye hükmeder. İbnu´l-Mübârek “İki dirhemlik mal için bile yapılacak müdâfaa meşrudur” demiştir, yeter ki haksız olarak alınmış olsun. Bazıları az bile olsa malın müdâfaa edilmesini “vacib” görürken, Mâlikîlerden bazıları: “Az bir şey için câiz değil” demiştir.
2- Alimler, nasslar açısından, “az şey sebebiyle katl câiz değil” diyene hak verememişlerse de mal müdâfaasında, malı kurtaracak tedbirlerin en hafifinden işe başlayıp, son noktada katle tevessül etmenin uygun olacağını belirtirler. Yani öldürmeden, saldırganı defetme yolları, çâreleri varken hemen öldürmeye başvurulmamalıdır. Nitekim “mukâteleyi tecviz eden rivâyet” de bu mânayı te´yid eder.
Ahmed İbnu Hanbel´den kaydettiğimiz rivayetteki “Allah´ın adını ver!” demesi ve bunu birkaç kere tekrar etmiş olması da bu görüş sahiplerinin delillerinden birini teşkil etmiştir.
Şâfiî hazretlerinden yapılan rivayete göre: “Kim malı veya nefsi veya harimi sebebiyle saldırıya uğrarsa, onun mukâtele hakkı vardır, öldürdüğü takdirde bedel, diyet, kefaret, vs. herhangi bir ceza gerekmez.”
3- İki istisna:
1) Şunu da belirtelim ki, âlimler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ tan gelen birçok rivayete dayanarak, bu meselede “sultan”ı istisna ederler. Yani zulüm sultandan geldiği takdirde, ona sabredilmesi, isyan edilmemesi hususunda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın çok sayıda tavsiyelerini nanzar-ı dikkate alan âlimler, sultana karşı gelmeye fetva vermezler. İbnu´l-Münzir bu husustaki icmâdan bile bahseder.
2- Fitne zamanında müdâfa-i nefsi terketmek evlâdır. Yani, dâhilî kargaşa çıktığı zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ısrarla fitneye bulaşmamayı, imkân nisbetinde ondan kaçmayı tavsiye eder. Öyle ki, ölmek veya öldürülmekten birini tercih gibi kritik bir durumda kalındığı takdirde, Hz. Âdem´in iki oğlundan hayırlısı (Hâbil) olmayı tavsiye eder. Bilindiği üzere, fitnede alınacak tavrın en güzel örneğini Kur´an-ı Kerim Hâbil-Kâbil kıssasıyla vermiştir. Kâbil kardeşi Hâbil´i öldürmek maksadıyla üzerine gelince Habil şöyle der: “Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim…” (Maide 28-29). Bu âyetin mucibiyle amel eden Hz. Osman (radıyallahu anh) da fitnecilere mukabele etmemiş, öldürülmeyi tercih etmiştir.
Fitne ile ilgili geniş açıklamayı 4761. hadiste bulacaksınız.[348]
ـ5ـ وعن أبى سم عن رجل من الصحابة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم قال: ]أغَرْنَا عَلى حَىٍّ مِنْ جُهَيْنَةَ فَطَلَبَ رَجُلٌ مِنَ المُسْلِمِينَ رَجًُ مِنْهُمْ فضَرَبَهُ فَأخْطَأهُ فَأصَابَ
نَفْسَهُ. فقَالَ #: أخَاكُمْ يَا مَعْشَرَ المُسْلِمِينَ فَابْتَدَرَهُ النَّاسُ فَوَجَدوهُ قَدْ مَاتَ فَكَفَّنَهُ رسولُ اللّه # بِثِيَابِهِ وَدَمِهِ وَصَلَّى عَلَيْهِ وَدَفَنهُ. فقَالُوا أشَهِيدٌ يَا رسولَ اللّهِ؟ فقَالَ نَعَمْ؛ وَأنَا لَهُ شَهِيدٌ[. أخرجه أبو داود .
5. (1153)- Ebu Sellâm, sahabeden birinden rivayet etmektedir: “Cüheyne´den bir mahalle üzerine baskın yaptık. Müslümanlardan biri, (teke tek vuruşmak üzere) onlardan bir adam taleb etti. (Bir cengâver gelince) hemen kılıncıyla saldırıya geçti. Ancak hata yaptı ve kılıncı kendisine isabet etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Ey Müslümanlar, kardeşinize (yardım edin)” diye bağırdı. Halk ona doğru koşuştu. Ama ölmüştü.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onu elbisesi ve kanı ile birlikte sardı, üzerine namaz kıldı ve defnetti.
“Ey Allah´ın Resûlü, bu şehid midir ” diye sordular.
“Evet o şehiddir ve ben ona bu hususta şâhidim” cevabını verdi.” [Ebu Dâvud, 40, (2539).][349]
AÇIKLAMA:
Hadis, savaş sırasında şehid olmak için illâ da düşmanın silâhıyla öldürülmüş olmanın gerekmediğini ifade etmektedir. Kişi hâlis niyetle, Allah rızası için savaştığı takdirde, ne şekilde ölmüş olursa olsun şehid olacağını ifade eder. Nitekim sadedinde olduğumuz rivayet, kişinin, kasden değil hatâen, kendi silahıyla öldüğünü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın da bu zâtı şehid olarak tavsif ettiğini göstermektedir.[350]
ـ6ـ وعن العِرْباض بن سارية رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: يَخْتَصِمُ الشُّهَدَاءُ وَالمُتَوَفَّوْنَ عَلى فُرُشِهِمْ إلى رَبِّنَا في الَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنَ الطَّاعُونِ فَيقُولُ الشُّهدَاءُ إخْوَانُنَا قُتِلُوا كَمَا قُتِلْنَا، وَيَقُولُ المُتَوَفَّوْنَ عَلى فُرُشِهِمْ إخْوَانُنَا مَاتُوا كَمَا مُتْنَا. فَيَقُولُ رَبُّنَا: انْظُرُوا إلى جِرَاحِهِمْ فإنْ أشْبَهَتْ جِرَاحَ المقَتُولِينَ فإنَّهُمْ مِنْهُمْ وَمَعَهُمْ فإذَا جِرَاحُهُمْ قَدْ أشْبَهَتْ جِرَاحَهُمْ[. أخرجه النسائى.
6. (1154)- İrbâz İbn Sâriye (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Şehidlerle yataklarında ölenler, tâundan ölenler hakkında Cenâb-ı Hakk´a birbirlerini şikayet ederler. Şehidler:
“Onlar bizim kardeşlerimizdir, onlar da bizim gibi öldürüldüler!” derler. Yataklarında ölenler de:
“Onlar bizim kardeşlerimizdir, bizim gibi öldüler!” derler. Rabbimiz onlara şöyle seslenir:
“Yaralarına bakın, öldürülenlerin yaralarına benziyorlarsa onlardandırlar ve onlarla beraber olurlar!” Bakılır ve onlardaki yaranın, öbürlerininki gibi olduğu görülür.” [Nesâî, Cihâd 36, (6, 37-38).][351]
AÇIKLAMA:
Sindî, yatakta ölenler, öyle söylemekle, esas itibariyle tâundan ölenlerin şehid olmalarını kıskanarak mezmum olan hased duygusuyla onların derecelerinin düşürülmesini taleb etmediklerini, bilakis: “Bize de şehidlik ver, biz de onlar gibi yatakta öldük, onlar şehidse biz de şehid olmalıyız” demek istediklerini belirtir. Ayrıca, bu talebin cennete girmezden önce olacağını, çünkü cennette وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِى اَنْفُسُكُمْ âyeti (Fussilet 31) mucibince, herkese arzu ettiği şeyin verileceğini belirtir. “Öyleyse der, Allah Teâla, cennette, herkesin kalbinden kendi fevkinde olanın makamını arzu etmeyi çıkaracak, kendi makamından razı kılacaktır.”[352]
ـ7ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ عُمَرَ بنَ الخَطّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: عُسِّلَ وَكُفِّنَ وَصُلِّىَ عَلَيْهِ وَكانَ شَهِيداً[. أخرجه مالك .
7. (1155)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:”(Babam) Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallahu anh) şehid olduğu halde yıkandı, kefenlendi, üzerine namaz kılındı.” Muvatta, Cihad 36, (2, 463).][353]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer (radıyallahu anh) Ebu Lü´lü´ eliyle suikast sonucu öldürülmüştü. Namazını Süheyb (radıyallahu anh) kıldırdı.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) şehid kabul edildiği halde, tekfin işleri, normal bir ölüye yapıldığı şekilde icra edilmiştir. Çünkü, dünyevî ahkâm yönüyle de şehid sayılanlar, cephede ölenlerdir. Üstelik bunlar da aldıkları yaranın tesiriyle, hemen ölmüş olmalıdır. İlaç aldıktan, yiyip-içip konuştuktan sonra ölenler uhrevî ahkâm itibâiriyle şehid sayılsa da dünyevî ahkâm itibâriyle şehid sayılmazlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Uhud şehidlerini yıkamadan, elbiseleriyle gömmüş ve üzerlerine namaz da kılınmamıştır. Namaz kıldığına dâir gelen rivayetler “dua” ile te´vil edilmiştir. Nitekim ölüye dua edilir. Namaz hususunda ihtilâf edilmiş olsa da, yıkamadan elbiseleriyle gömüldüklerinde ihtilâf yoktur.[354]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/17.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/17-18.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/18.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/18.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/19.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/189.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/19.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/19-20.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/21.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/21.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/21-22.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/22.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/22.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/23-24.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/24-25.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/26.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/26-27.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/27.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/27-29.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/30.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/30-31.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/31.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/31-32.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/32.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/32.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/33.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/33.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/34.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/34-35.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/35.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/36.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/37.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/37-38.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/38.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/38-39.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/40.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/40.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/41.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/41.
[40] Günümüzde,askeri düzenleme farklılık arzeder. Muvazzaf dediğimiz, meslekî subay sınıfı var. Hizmetine mukabil maaş alır. Bunlar yukarıdaki hükme dahil olmamalıdır. Günümüz şartlarında ordu bu sınıfsız düşünülemez. Bunların hizmetlerinde mânevi ücret, vazife sırasında ölmeleri hâlinde şehidlik durumu niyyetlerine, ihlaslarına bağlı olmalıdır. Yukarıdaki hadise dayanılarak kesin reddi câiz olmamalıdır.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/42.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/42.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/43.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/44.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/44-45.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/45.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/46.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/46-47.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/47.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/47-48.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/48.
[52] Kalansuve, serpuş demektir, başa giyilen şey. Sarık olmadığına göre, gereği hallerde üzerine sarık sarılan fesimsi bir serpuş; takke.
[53] Talh ağacı, Kamus´ta büyükçe bir ağaç nevi diye açıklanır. Muz ağacına da talh denir. Bu mânâda Kur´an´da zikri geçer.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/49-50.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/50.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/51-52.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/52.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/52-53.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/53.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/54.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/54.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/55.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/55.
[64] İsim biraz ihtilaflıdır. Buharî´ye göre: Abdu´l-Habîr an Ebîhi an ceddihi Sâbit İbni Kays ani´n-Nebiyyi (sallallahu aleyhivesselâm) şeklinde olmalıdır.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/56.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/56.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/57.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/57.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/57.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/58.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/58-59.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/61.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/61-62.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/62.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/62-64.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/64-65.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/65.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/65.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/65.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/66.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/67.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/67.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/67-68.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/68.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/68-69.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/70.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/70.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/71.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/71.
[90] Ahzâb, hizb´in cem´idir. Hizb, parti, grup, küme gibi mânâlara gelir. Hendek savaşında pek çok müşrik kabîleler müslümanlara karşı birleşerek, Medine´ye saldırmışlar. Bu sebeple o savaşın bir adı Ahzâb harbidir, yani müttefikler savaşı. Bu savaşı müslümanlar Allah´ın büyük bir lütfu olarak kazanmışlardı.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/71-74.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/75.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/75-76.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/77.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/77.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/77.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/78.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/78.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/78.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/79.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/79-80.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/80.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/80-81.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/81.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/81.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/82.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/82.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/83.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/83-84.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/84.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/84.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/85-86.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/86.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/86-87.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/87.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/89-90.
[117] Müteakip hadîste bunun mutlak değil, mukayyed olduğu görülecek.
[118] Bu ifâde, yapılan anlaşma şartlarına “Allah´ın hükmü böyledir” diyerek “hareket etme” demektir. Böylece komutanlara, standart bir anlaşma prensipleri vazedilmemiş olmakla, zemine, zamana, şartlara göre istediği, uygun bulduğu çerçevede anlaşma yapma şartları koyma serbestisi tanınmış olmaktadır.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/90-92.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/93.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/93.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/94.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/94-95.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/95.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/95-96.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/96.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/96-97.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/97.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/97-99.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/99.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/99-100.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/100.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/100-101.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/101.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/102.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/102.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/102-103.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/103.
[139] Aliyyü´l-Kâri, rivâyetin فَحَاصَ النَّاسُ حَيْصَةً فَأَتَيْنَا الْمَديِنَةَ vechini esas alarak nâs´dan muradın “düşman” olduğunu, dolayısıyla mânanın: “Düşman saldırdı, hezimete uğrayıp Medîne´ye geldik” olması gerektiğini söyler.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/104.
[141] 1073 numaralı hadîste geleceği üzere, ikiden fazla düşman önünden kaçma ruhsatı, büyük çoğunluktaki ordular için değildir. Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm) en az onikibin efradı olan ordunun, kendisinden sayıca sayılamayacak kadar üstün ordu karşısında bile kaçmasına izin vermez, ulemâ buna “haram” demiştir.
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/104-106.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/106-107.
[143] Buna beşte birin beşte biri deniyor, çünkü, ilgili âyet ganimetin beşte birini beşe ayırır: “…ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri (hums), Allah´ın, Peygamber´in ve yakınlarının (zi´l-kurbâ), yetimlerin, miskinlerin ve yolcularındır” (Enfal 41). Ayette geçen “Allah´ın, Peygamberin ifadesi tek hisse kabul edilmiştir.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/107-109.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/109.
[146] Ümmü Haram´ın bu sefere katılması, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, bu maksadla yaptığı duanın bereketiyle gerçekleşmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haram veya mekruh bir işin vukuu için dua etmez.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/109-110.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/111.
[149] Ureyneliler, Medine´ye gelip müslüman oldular. Medîne´nin havası sebebiyle hastalandılar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onları hâzine develerinin bulunduğu otlağa, “develerin südünü ve idrarını için iyileşirsiniz” diyerek gönderdi. Orada iyileşince irtidâd edip çobanları öldürüp, develeri kaçırmak istediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yakalatıp cezalandırdı.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/111-113.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/113.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/113.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/114.
[154] Hadd, zina, kadl, hırsızlık, kazf (iftira), sarhoş edici içki içmek, irtidad gibi, cezası Kur´an´la tesbit edilen ağır suçların cezalarıdır. Ta´zîr, bunlar dışında kalan, mahkemece takdir edilen cezalar, te´dîb de terbiyevî maksadla verilen cezalardır.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/114-116.
[156] قَتَلَ صَبْراً savaşırken olmaksızın öldürücü atışlara hedef kılınarak icra edilen öldürmeye katl-i sabr denmektedir. Kurşuna dizmek, idam etmek manasına gelir.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/116.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/116.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/116-117.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/117.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/117.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/118.
[163] Kolyeyi gören Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) merhube ve mahbube zevcesi Hz. Hatice (radıyallahu anhâ)´yi hatırlıyarak ziyadesiyle duygulanacak ve kolyenin alınmamasına işâret buyuracak ve Ebu´l-Âs´a hürriyetini bağışlayacaktır. Ebu´l-Âs da bilâhare müslüman olacaktır (radıyallahu anh).
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/119-122.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/123.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/123-124.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/124-125.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/125.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/126.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/126.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/127.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/127.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/128.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/128.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/128-129.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/128-129.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/130.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/130-131.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/132.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/132.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/133-135.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/135-137.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/137.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/137.
[185]”es-Selâtu Câmi´atun” henüz ezan yokken, namaz vaktinde, cemaati toplamak için başvurulan nidâ idi. “Namaz toplayıcıdır” demektir.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/140-141.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/141-142.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/142.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/142-146.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/147-148.
[191] Mânayı tesbitte Muhammed Hamidullah´ın el-Vesâsîyye´sinden istifade ettik. (Avnu´l-Ma´bud´daki vechi ile, Vesâik´teki vechi arasında bazı farklar mevcuttur).
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/148-149.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/150-151.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/151.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/151.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/152-153.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/153-154.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/154-155.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/155-156.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/156-157.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/156-157.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/158.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/158.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/158-159.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/159.
[206] Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ) gibi, sâdece “ilkler”den olmayıp, aynı zamanda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la hep berâber oldukları bilinen ashabın büyükleri bile bir kısım hâdisleri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatından sonra işitiyorlar. Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer bu durumlarda şâhit istiyerek, tahkik etmişlerdir. Bu bahsi başka misaller ışığında 1. Ciltte (s. 43-60) genişçe işledik.
[207] Vask: Bir vask 60 sa´dır. Bir sa´da hububat ölçeğidir, 4 müdd ağırlığındadır, 1 müdd 530 gr. dır. 1 sa´=2120 gr. Şu halde 1 Vask takriben 127 kiloluk bir ölçektir.(18) Ebu Hanîfe´nin muhalefette dayandığı mülâhazaları ve buna verilen cevapları-bazı fıkıh meseleleribu meyanda anlaşılmış olacağı için-kaydetmeyi uygun bulduk.
[208] Bey´u´l-Ğarar´ı 285.hadîste açıkladık.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/159-163.
[210]Aslında uygun tercüme, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sözünün aleyhimize düştüğünü mü zannedersin” şeklinde olmalıdır. Buharî´nin rivâyetinde “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “Sözünü unuttuğunu mu zannediyorsun ” şeklindedir.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/164-165.
[212] Muteber rivâyetlerde en-Nihâye´de verilen bilgiye göre, bu mesk o devirde meşhurdu. Onbin dinar kıymet takdîr edilmişti. Medîne´de her düğünde, evlenen kadın onu kiralar, düğün sırasında, ondaki kıymetli takılarla süslenirdi. Bu mesk´in önce koç derisinden, sonra sığır derisinden sonra da deve derisinden yapıldığı belirtilir. Esâsen mesk deri demektir. Demek ki, kullandıkça eskimiş, her seferinde bir başka hayvan derisi bu işte kullanılmıştır.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/164-168.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/169.169.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/169.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/169.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/170.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/170.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/170-171.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/171.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/172.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/172-173.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/172-174.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/174.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/174-176.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/176.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/176.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/176-177.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/177.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/177-179.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/179.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/180.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/180.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/180-181.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/182.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/182.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/183.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/183-184.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/185.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/185.
[241] Tefsir metninde Mücemmi´in babasının ismi Hârise حَارثَةَ şeklinde musahhaf olarak gelmiştir, Câriye olacak.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/185-186.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/186-188.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/188.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/188-190.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/190.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/190-191.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/191.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/191.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/192.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/192-192.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/1923.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/193-194.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/194.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/194-195.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/195,
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/195.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/196.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/196-197.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/197.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/197-198.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/198.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/198.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/198.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/198-200.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/200.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/200-201.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/201
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/201-202.
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/203.
[271] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/203-204.
[272] 1( النهب: الغنيمةBedr´le, Uyeyne İbnu Hısn´ın ecdadını kasteder. Çünkü üçüncü göbekten ceddinin adı Bedr´dir: Uyeyne İbnu Hıns İbnu Huzeyfe İbnu Bedr´dir.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/205.
[274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/205-207.
[275] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/207.
[276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/207-208.
[277] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/209.
[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/209-210.
[279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/210.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/210.
[281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/210-211.
[282] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/211.
[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/211.
[284] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/212.
[285] Bu Muttalib ile Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın dedesi Abdülmuttalib´i karıştırmamalı. Bu, Abdülmuttalib´in amcasıdır.
[286] Hz. Osman da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la Abdi Menaf´da birleşir: Osman İbnu Affân İbni Ebî´l-Âs İbni Umeyye İbni Abdi Menâfe´l-Kureşî.
[287] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/212-216.
[288] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/216-217.
[289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/217.
[290] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/217.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/219-220.
[292] Kâzib, Arapça´da hatâ etmek, yanılmak mânasına da gelir. Hz. Abbâs´ın Ali (radıyallahu anhüma) efendimize, öfke ile sarfettiği kâzib sözünü, dilimizdeki yalancı mânasında tercüme etmeyi uygun görmedik.
[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/220.
[294] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/221-222.
[295] Ebu Dâvûd´un bir rivâyetinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın üç ayrı hususi malı (safiyy) olduğu belirtilir: Fedek, Hayber ve Benû Nadîr emvali.
[296] Terhîm, ismi biraz kısaltma, telâffuzu hafifletmedir. Hz. Ömer, Rivâyette, Mâlik´e “Ey Mâli!” diye hitab eder, sondaki “k” harfini atar. İşte buna terhîm denmektedir.
[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/222-226.
[298] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/227.
[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/227-228.
[300] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/229
[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/229.
[302] Vask bir ölçü birimi. Takriben 127 kilo ağırlığındadır. Bak. 1086.hadis.
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/230.
[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/231.
[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/232-234.
[306] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/234-235.
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/235-237.
[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/237.
[309] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/237
[310] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/238.
[311] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/238.
[312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/239.
[313] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/239.
[314] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/240.
[315] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/240.
[316] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/241.
[317] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/241.
[318] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/242.
[319] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/242.
[320] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/242-244.
[321] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/245.
[322] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/245.
[323] Şerh kitapları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in himâ kıldığı Nakî ile Hz. Ömer´in himâ kıldığı Nakî´in aynı ter mi, uzaklıkları vs. hakkında bazı münakaşalara yer verirler. Teferruatı gereksiz bulduk.
[324] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/245-246.
[325] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/247.
[326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/247.
[327] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/248.
[328] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/248.
[329] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/249.
[330] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/249-250.
[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/250.
[332] Bu mevzuyu tamamlayıcı bilgi için az yukarıda geçen 1139 numaralı hadisin şerhine bakılmalıdır.
[333] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/249-251.
[334] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/252.
[335] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/252.
[336] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/253.
[337] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/253-254.
[338] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/255.
[339] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/255.
[340] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/256-257.
[341] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/258
[342] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/258-259.
[343] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/259-260.
[344] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/260.
[345] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/260.
[346] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/260-261
[347] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/261.
[348] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/261-263.
[349] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/264.
[350] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/264.
[351] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/265.
[352] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/265.
[353] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/265.
[354] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/266. –