UMUMÎ AÇIKLAMA:
Sıdkla ilgili bölümde, iki hadis yer almaktadır. Halbuki, gerek Kur´an ve gerekse Sünnet, yani yüce dinimiz İslamiyet sıdk ve kizb meselesine müstesna bir yer vermiştir. Sıdkın güzelliği ve ona teşvik, kizbin çirkinliği ve ondan sakındırma hususunda beyanlar çokça gelmiştir. Bu mevzuda okuyucularımızı aydınlatmak için, mahdut sayıdaki hadisler ve onların gerektirdiği açıklamalarla yetinmeyerek, derli-toplu bazı bilgileri ön açıklama şeklinde burada sunmayı gerekli gördük.
Sıdk: Sözün öze ve kendisinden haber verilen şeye mutabakatı diye tarif edilmiştir. Bu şartlardan biri eksik olursa söz, sıdk sayılmaz, ya kizb (yalan) olur, ya da bu iki şey arasında mütereddid kalır. Tıpkı münafığın “Muhammed Allah´ın Resulüdür” demesi gibi… Bu söz, kendisinden haber verilene nisbetle sıdk´tır dense sahih olduğu gibi, Söz´ün öz´e uymaması yönüyle kizb dense bu da doğrudur. Kendisinden hep sıdk sâdır olan kimseye sıddîk denir.
Sıdk sadece sözde olmaz; niyet, irade, azm ve amelde de olur.
Sıdk´ın zıddı kizb´dir. Birini anlamak için diğerini de bilmek, beraber mütâlaa etmek gerekir.
Gazâli der ki: “Kizb, günahın çirkin olanlarındandır. Li-aynihi haram değildir. Çirkinliği, onda bulunan zarar sebebiyledir. Bu sebeple, maslahata götüreceği ayan beyan belli ise yalana cevaz verilir.” Onun bu yorumuna itiraz edilmiş ve: “Bu sözden, yalandan zarar hâsıl olmadığı hallerde yalanın mubah olması neticesi çıkar, böyle bir mubah yoktur” denmiştir. Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: “Yalan, asıl itibariyle kesinlikle yasaktır, ancak bir maslahata sebep olanına cevaz verilmiştir, başkasına değil.”
Sıdk, İslam´ın en ziyade övdüğü hasletlerden biridir, kizb de en ziyade reddettiği…
Birkaç hadis:
“Yalanın her çeşidi günahtır, bir müslümana fayda sağlayanla, borç defedileni hâriç”;
“Yalan yüzü karartır, nemime (söz taşımak) kabirde azabtır”;
“Mü´minde her huy bulunabilir, yalan ve hıyânet hâriç.”
Münâvî der ki: Yalanın çirkinliği, peşinden bütün fevâhişi (çirkinlikleri, yasakları) getirmesi sebebiyledir. Yalanın terkiyle fevâhiş de terkedilir. Yalanın çirkinlikle münasebeti, sıdk´ın güzellikle olan münasebeti gibidir. Bu sebeple yalanın -bir zaruret ve maslahat dışında- haramiyeti hususunda ulemâ icma etmiştir.
Gazali yalan için “Büyük günahların analarındandır” demiştir. Yine der ki: “Kişi yalancı bilinirse sözüne güven kalmaz, gözlerden düşer, nazalarda değersiz olur. Yalanın çirkinliğini anlamak istersen, başkalarının yalanının çirkinliğine bak, nefsin ondan ne kadar nefret duyacak gör; yalanın sâhibini ne kadar istihkar edeceğine, söyleyeceği yalanını ne kadar çirkin bulacağına dikkat et…”
Bazı hakîm kişiler: “Bütün günahların tevbe ile terkedileceği ümid edilir, kizb hâriç. Nice hırsızın düzeldiğini, nice ayyaşın rücû ettiğini görürüz de, yalancının vazgeçtiğini görmeyiz” demiştir. Belki de bu telâkkinin sevkiyle, hadîsciler, Resulullah hakkında bir kere de olsa yalan vaki olan bir kimseden artık ebediyen hadis rivayeti kabul etmezler. Tevbe edip ıslah-ı hal etse bile. Nazarlarında bütün günahlardan tevbe makbuldür, kizb ale´r-Resûl hariç.
Beyhakî yalanın beş mertebesinden bahseder.
* Çirkinlikte ve haramlıkta en yüce mertebesi Allah adına söylenen yalandır.
* İkinci mertebeyi Resulullah adına söylenen yalan tutar.
* Üçüncü mertebedeki gözüne, diline, ve diğer organlarına karşı söylediği alandır.
* Dördüncü mertebede valideynine karşı yalanı gelir.
* Beşinci mertebe de yakınlarına yaptığı yalandır. Yakınlarına söylediği yalan başkalarına söyleyeceğinden daha ağırdır.
Râğıb, yalan olabilecek sözleri şöyle açıklar: “Yalan ya hiç aslı olmayan bir kıssayı uydurmaktır, yahut kıssaya ilâvede bulunmaktır, yahut kıssayı eksiltmektir yahut tahrîftir. Söz konusu olan tahri ibâreyi değiştirmek suretiyle yapılır.[1] Yoktan uydurmaya iftira, uydurma, eksiltme, artırma denir.
Başkasına yalan söylemek isteyen, bunu ya kişinin huzurunda ya da gıyabında söyler. Yalanın en büyüğü, kişinin huzurunda yapılan uydurmadır. Buna bühtan da denir.
Kişiyi yalana sevkeden âmil, dünya menfaatine olan sevgi, reislik sevdasıdır. Bir hadiste, “Üç tanesi hariç bütün yalanların kişinin aleyhine olduğu” belirtilmiştir:كُلُّ الْكَذِبِ يُكْتَبُ عَلَى اِبْنِ آدَمَ اَّ ثََثٌ الرَّجُلُ يَكْذِبُ فِي الْحَرْبَ فَاِنَّ الْحَرْبَ خُدْعَةٌ وَالرَّجُلُ يَكْذِبُ الْمَرْأَةَ فَيُرْ ضِيهَا وَالرَّجُلُ يَكْذِبُ بَيْنَ الرَّجُلَيْنِ لِيُصْلِحَ بَيْنَهُمَا.
Ruhsat verilen bu üç yalan şunlardır:
* Harb esnasında düşmana karşı söylenen yalan. Burada yalan câizdir çünkü “Harb bir hîledir.”
* Erkeğin, gönlünü hoş ederek, âile dirliğini sağlamak maksadıyla hanımına karşı söylediği yalan.
* İki kişi arasında sulh ve antlaşma sağlamak maksadıyla söylenen yalan.[2]
BEDİÜZZAMAN´A GÖRE SIDK VE KİZB:
Sıdk ve kizbin İslam içtimaiyyatındaki yeriyle ilgili bir tahlili Bediüzzaman merhumdan aynen iktibas ediyoruz. Tahlilin sonunda göreceğiz ki merhum, zamanımızda hiç bir suretle yalana fetva vermemekte, ya sıdk ya sükut demektedir.
“Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülasa ve zübdesi bana kat´î bildirmiş ki, sıdk, İslamiyet´in üssü´l- esasıdır ve ulvî seciyelerinin râbıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.
Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyet´in hayat-ı içtimâiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifâk ve münâfıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise: Sâni-i Zülcelâl´in kudretine iftirâ etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.
Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak, Asr-ı saadette sıdk vâsıtasiyle Muhammed aleyhissalâtu vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i mânîye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimâiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revâçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş.
Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzab´ın emsâli, esfel-i sâfiline sükût etmiş ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revâçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler; elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzab´a kendilerini benzetmezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revâçlı mal ve en kıymettâr meta ve hakikatların anahtarı Muhammed aleyhissalâtu vesselâm´ın âlâ-yı illiyyine çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdk´tan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i Hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan “Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtu vesselâm) rivayet ettikleri hadisler, bütün sahihdir” diye ehl-i şeriat ve ehl-i Hadisin ittifakına kat´î hüccet ve mezkûr hakikattir.
İşte Asr-ı Saadet´teki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyâset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenâlık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki Sahabelere kimse yetişemez…
Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. “Urvetü´l-vüska” sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim “muvakkat” fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilmez. Çünkü, o kadar su-i istimal edilmiş ki yüz zararı içinde bir menfaatı olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez. Meselâ: Seferde namazı kasretmenin sebebi, meşekkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Su-i istimale düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. çünkü muayyen bir haddi yok, su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise: اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُكُوتُ. yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.
İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asâyişlerinin zir-ü zeber olması kizble ve maslahatın su-i istimâli ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşeri mecbur ediyor ve kat´î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâblar ve sükutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyâmeti koparacak.
Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sukut etmek, yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur.”[3]
ـ3247 ـ1 -عن اِبْنِ مسعةد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ، وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ، وَإِنَّ الرَّجُلُ لَيَصْدُقُ، وَيَتَحَرَّى الصِّدْقَ حَتَّى يِكْتَبَ عِنْدَ اللّهِ صِدِّيقَا، وَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ، وَإِنَّ الْفُجُورِ يَهْدِي إِلَى النَّارِ، وَإِنَّ الرَّجُلُ لَيَكْذِبَ وَيَتَحَرَّى الْكَذِبَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّهِ كَذَّابَا[. أخرجه الستة إ النسائي .
1. (3247)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sıdk insanı birr´e (Allah´ı razı, edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah´ın indinde sıddîk (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah´ın indinde yalancı diye kaydedilir.”[4]
ـ3248 ـ2 -وَعَنْ أَبِي الجوزاء قَالَ: ]قُلْتُ لِلْحَسَنِ بْنِ عَلِيُّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُمَا: مَا حَفِظْتَ مِنْ رَسُولِ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ؟ قَالَ: حَفِظْتُ مِنْهُ: دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَاَ يُرِيبُكَ، فَإِنَّ الصَّدْقِ طُمَأْنِيَنةٌ، وَالْكَذِبَ رِيبَةٌ[. أخرجه والترمذي وصحيحه النسائي .
2. (3248)- Ebi´l-Cevzâi rahimehullah anlatıyor: “Hasan İbnu Ali (radıyallahu anhümâ)´ye: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan ne ezberledin ” diye sordum. Şu cevabı verdi:
“Aleyhissalâtu vesselâm´dan “Sana şüphe veren şeyi terket, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin itminanıdır, yalan şüphedir.”[5]
AÇIKLAMA:
1- Sıdk bölümünde yer alan iki hadisi müştereken açıklayacağız. Birinci hadiste sıdk´ın ehemmiyeti ve neticesi belirtilmekte, ikinci hadiste de mutlaka sıdkı aramamız tavsiye edilmekte, sıdkından emin olmadığımız şeyden emin oluncaya kadar kaçmamız istenmektedir.
* Birr nedir
Birinci hadiste sıdk´ın insanı birr´e ulaştıracağı ifade edilmekte ve ideal bir hedef olarak gösterilen birr´e ulaşma vasıtası olarak sıdk gösterilmektedir. öyleyse birr nedir
Birr: Hâlis amel-i sâlih demektir. Yani birr´le Allah rızası için yapılan bütün sâlih ameller ve hayırlar ifade edilir. Bazı nasslarda, anne-baba hukukuna riâyet, bazılarında Allah´a ve âhirete iman, taat, ibâdet, ahde vefa, sıdk, istikâmet üzere olmak, sevdiği maldan Allah yolunda harcamak… bu kelime ile veya bu kökten gelen bir başka kelime ile ifade edilmiştir.[6]
Birr´in zıddı fücûr, ukuk, fuhş, günah, isyan gibi fenalığı ifade eden bütün kelimelerdir.
Şu halde hadis, sıdk´ın, kişiyi yaratılışımızın gayesi olan hâlis ibadete götürecek, dolayısıyla Allah´ın rızasına erdirecek yegâne vasıta olan mutlak hayra yani birr´e ulaştıracağını haber vermektedir.
Sıdk bu mânada bir bakıma İslam´dır da. Çünkü vahy-i ilahidir, hiçbir şüphe bulunmayan, eksiklik-fazlalık taşımayan hakikattir ve ayrıca her çeşit hayırlara, kemallere, faziletlere iyi amellere sahip çıkmış, tavsiye ve teşvikte bulunmuştur. Sonradan, başkaları tarafından keşfedilecek, onların elinde görülecek sıdk´lara (hikmetlere) “müslümanın yitiği” namını vererek hiç bir sıdk´a bîgane kalınmamasını, soğuk davranılmamasını irşad buyurmuştur. Öyleyse İslam´ı bulan, onu yaşayan birr´e erer, rızaya kavuşur.
2- Sıdk´ın kişiyi nasıl yüceltip cennete götüreceğinin fiilî, canlı bir örneğini Kur´an-ı Kerim kaydeder: Ka´b İbnu Mâlik… Hikayesini daha önce kendi ağzından uzunca kaydettiğimiz (652. hadis) bu sahabî, nefsine uyup Tebük seferi´ne katılmamıştır. Bu sefere katılmamakta o yalnız değildir, pek çok münafık da bu seferden yan çizmiştir. Ama sefer dönüşü, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), katılmayanları sîgaya çekince herkes bir mâzeret uydurur, özür beyan eder ve Aleyhissâlatu vesselâm da özürlerini kabul eder. Ka´b İbnu Mâlik, özür uydurmayıp, suç itirafında bulunan yani sıdk´tan ayrılmayan üç samimi müslümandan biridir. Resulullah bunları: “Allah´ın emri gelinceye kadar kimse onlarla konuşmayacak” diye cezalandırır. Elli gün kadar tecrîd ve boykot edilme hayatı yaşarlar. Bizzat Kur´an-ı Kerim´in ifadesiyle “Bütün genişliğine rağmen dünya onlara dar gelecek” kadar sıkıntılar çekerler. Ancak, sonunda, sıdklarının mükâfatı olarak lütufların en büyüğü en şahânesi olan aff-ı İlâhî´ye mazhar olurlar: “… Allah, tevbe ettikleri için onların tevbe kabul etmiştir. Çünkü O, tevbeleri kabul eden, merhametli olandır. Ey iman edenler! Allah´tan sakının ve doğrularla beraber olun!” (Tevbe 117-119).
Evet başta Ka´b, diğer iki arkadaşını bu ilahî lutfa mazhar kılan tek şey doğru sözlü olmaları, sıdk´tan ayrılmamaları idi. Rabbimiz Teâlâ Hazretlerinin, vak´ayı özetleyip, affını belirttikten sonra: “Ey iman edenler, Allah´tan sakının doğrularla beraber olun” buyurması, af, ittika (sakınma) ve sıdk arasındaki sıkı irtibatı belirtmiş olmaktadır.
Esasen, Ka´b İbnu Mâlik´in kendisi, bir sureye isim olabilme ehemmiyetini taşıyan aff-ı İlâhî´ye mazhariyetinin sebebini sıdk bilmekte ve bunu şuurla ifade etmektedir:
“Allah Teâlâ Hazretleri´nin beni mazhar ettiği İslam hidayetinden sonra bana en büyük lütfu sıdkımdır, yalan söylememiş olmamdır. Şayet sıdktan ayrılsaydım helak olurdum, nitekim yalan söyleyenler hep helâk oldular.”
3- Hadisin Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî´deki veçhi,
“Size sıdk (doğruluktan ayrılmamak) gerekir, çünkü sıdk…” diye başlar ve yalandan yasaklayan kısmı da,
“Sakın yalana yaklaşmayın zira yalan…” şeklinde devam eder.
Sıdk´la ulaşılan birr´in kurtuluşa götüreceğini ifade eden Kur´anî âyetlerden biri şudur: “İyiler (ebrâr = birr sahipleri) şüphesiz nimet içindedirler. Fâcirler (Allah´ın emrinden çıkanlar) da cehennemdedirler” (İnfitar 13).
4- Hadis, sıdk´ın hayat boyu devam etmesi gereğine irşad eder. Sıddîkler arasına yazılmanın şartı, sıdktan hiç ayrılmamaya, doğru olmaktan usanmamaya bağlıdır. Sıddîk, sıdk´ta mübâlağa eden, hiç mi hiç sıdk´tan doğruluktan ayrılmayan demektir. Gramer açısından mübâlağa ifade eden bir kelimedir.
5- Fücûr: Lügat açısından çatlamak, yarılmak, bölünmek gibi mânalara gelir, nitekim sabah aydınlığının ufukta çatlaması hâline fecir denmiştir, aynı köktendir. Öyleyse dinî bir tâbir olarak fücûr, diyânet perdesini yırtmak, şeriatın koyduğu sınır ve hududun dışına çıkmak demektir. Fesâd´a olan meyle, meâsi ve günahlara dalmaya da fücûr denmiştir. Nasıl ki birr´le her çeşit hayır ifade edilmişse, onun zıddı demek olan fücûr´la da her çeşit şerr ifade edilmiştir. Aynı mânada olmak üzere fısk da kullanılır.
6- “Kaydedilmek” veya “yazılmak”tan murad, burada “hükmedilmek”tir. sıdk sahibinin Allah´ın yanında sıddîk diye yazılıp kaydedilmesi, Allah´ın, onun hakkında bu hükmü vermesi, Mele-i ´lâ denen mukarreb meleklerin teşkil ettiği yüce mecliste onu sıddîk olarak zikretmesi ve bu hükmünü arz ehlinin kalblerine de atmasıdır. İmam Mâlik, hadisi İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´un rivayeti olarak aynen kaydettikten sonra bizce son derece ehemmiyetli ve mânidar olan şu ziyadede bulunur: “…Kul, yalan söylemeye ve yalana tabi olmaya devam eder ve böylece kalbinde siyah bir benek teşekkül eder. (Yalana devam ettikçe büyüyerek) bütün kalbi siyahlaştırır. Böylece, artık Allah indinde yalancılar arasında kaydedilir.”
Ulemâ der ki: “Bu hadiste sıdkı araştırmaya -ki bu ona yönelmek, ona tabi olmak ve ondan ayrılmamak hususlarında itina göstermektir- ve yalandan ve yalan mevzuunda gevşeklik göstermekten sakınmaya teşvik var. Şayet gevşek davranacak olursa, bu hemen artar ve öyle biliniverir.”
Bazı âlimler, hadiste gerek sıdk ve gerekse kizb için taharrî (aramak, araştırmak, peşine düşmek) kelimesinin kullanılmasından şöyle bir sonuç çıkarmışlardır: “Bu kelimenin kullanılmış olması, hakiki sıdk´a yer vererek kizb´den korunan kimseye, sıdk´ın zamanla bir seciyye haline geleceğine ve sıdk ile tavsif edilmeye hak kazanacağına işâret vardır. Yalan´ı taharri edene de aksi durum…”
7- İkinci hadiste şekke ve şüpheye düşülen şeyden kaçma emredilmekle sıdk´ta ulaşılacak kemale veya gerçek sıddîk olabilmede tâkip edilecek yola işâret edilmiş olmaktadır. Yani gerek söz ve gerekse davranıştan yasak mı değil mi, iyi mi kötü mü, sünnet mi-bid´at mı karar veremeyip vicdanen kararsızlık ve tereddüt içerisinde kalındığı hallerde uygun ve selametli olanı, doğruya daha yakın olanı ondan kaçınmaktır, söz ise söylememek, fiil ise yapmamaktır. -Mükellef, bir ucu dine temas eden meselelerde işini kesin bilgi ve yakîne bina etmelidir. Kalbin, bir işte şüpheye düşmemesi o işin sıdkına delil olmaktadır. “Çünkü, diyor Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kalb sıdk´tan mutmain olur, (sükûnete erer).”
Hadiste geçen rîbe, nefsin huzursuzluğu ve ızdırabı yani kararsızlığıdır. Öyleyse bir işin, kalbi şekkte bırakacak mahiyette olması kalbte sıkıntıya sebep olur, işin sahih ve sâdık olması da kalbte itminan ve huzura sebep olur.
Bu hususun daha iyi anlaşılması için şunu da hatırlamamızda fayda var: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), dinde nassla belirlenip tavsif edilmeyen meselelerin varlığına başka hadislerde dikkat çeker:
“Helal olan şeyler beyan edilmiştir, haram olan şeyler de beyan edilmiştir. Bu ikisi arasında durumu belli olmayan şeyler de vardır, insanların çoğu bunları bilemez. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa dinini ve ırzını (şer´î ithamdan) temize çıkarmış olur. Şüpheli şeyleri işleyen haramı işlemiş olur, tıpkı koruluğun (Yasak bölgenin kenarında koyun otlatan çoban gibi; her an koyun buraya kayabilir. Bilesiniz, her melîkin bir koruluğu vardır, bilesiniz Allah´ın koruluğu da O´nun haram kıldıklarıdır…”
Şu halde hayatta her an, âyet ve hadislerde durumu belirtilmemiş yeni meselelerle karşılaşabileceğiz. Bu durumda şüphesiz en selametli yol, “bilen”e sormaktır. Ya bilen de yoksa, veya bilen´in kim olduğunu bilmiyorsak, veya şartlarımız bilene sorup netice alıncaya kadar yeterli fırsat tanımıyorsa vs… Hattâ, bilen diye başvurduğumuz kimseden aldığımız cevap da bizi tatmin etmeyebilir.
İşte bütün bu durumlarda, bazı rivayetlerde beyan edilmiş olan bir prensiple daha da açıklanmış olan sadedinde olduğumuz hadis bize rehber olmalıdır. Sözünü ettiğimiz prensip, “günah”ı kalbin titremesi, istikrahı olarak tarif etmektedir; “Günah kalblerin titremesidir.” Bir başka rivayet, böylesi şüpheli meselelerde fetvâ alırsa bile, yine vicdanın sesinin esas alınabileceğine parmak basar: “Fetva verenler sana fetva vermiş olsa bile, nefsine bir sor, fetvayı nefsinden al.”
Münâvî: Bu nefsin, (nefs-i emmâre değil, Rabbinin emir ve yasaklarından razı olmuş) “nefs-i mutmainne” olduğunu, bu nefsin hak ile bâtılı, sıdkla kizbi tefrik edip ayıran bir nur olduğunu söyler. Resulullah bu tavsiyeyi Ashab-ı Kiram´dan Vâbısa (radıyallahu anh)´ya yapmıştır. O´nun bu evsafta bir şahsiyet olduğu belirtilir.
Münâvî der ki: “Nefsin, akibeti iyi veya kötü olan şeyi hissedecek bir şuuru vardır.” Yani bir bakıma, tamamen tefessüh etmedikçe, fıtratı tamamen bozulmadıkça, iyiyi ve kötüyü hissedip iyiye iyi, kötüye körü diyebilecek bir cihazın her vicdanda bulunduğu kabul edilmektedir. Bu cihaz Vâbısa (radıyallahu anh) gibi bazılarında hassastır, faaldir. Bazılarında ise sönmüştür, paslanmıştır, aktif değildir. Nefs-i emmârenin galebe çaldığı her şeyi egosentrik gözle değerlendiren insanların derûnlarından gelen sese nasıl güvenilebilir, bu ses hakiki fıtrî vicdandan mı yoksa nefisten mi geliyor nasıl ayırdedilebilir
İşte bu sebeple şârihler umumiyetle bu hükmün Hz. Vâbısa ile alâkalı olduğunu, genelleştirilemiyeceğini söylemişlerdir. Vâbısa´dan başkası için de olabilme ihtimali üzerinde duranlar: “Hadis, Allah´ın kalblerini yakîn nuruyla parlattığı, bu sebeple başkasına, şer´î delile dayanmaksızın sırf sezgi (hads) veya meyil ile fetva verenler hakkındadır´ demiştir. Aksi takdirde: “şer´î delile dayanarak verilen fetvaya, gönlünden tasvib gelmese de uyması gerekir” derler.
Müftülerin fetvası karşısında ihtiyatlı olmayı gerektiren bir sebep, Hüccetü´l-İslam tarafından özede şöyle açıklanmıştır: “müçtehitler ve onların mukallidleri, hükümlerini (nefsülemr´e göre değil) kendilerine zâhir olan delillere göre verirler. Bundan dolayı fetvadan sonra verâ sahiplerine, bir de: “Onlar sana fetva vermiş de olsa kalbine de danış” denir. çünkü günahın kalbte hasıl ettiği titremeler vardır. Meselâ, (dâvâ sonunda haklı çıkıp, ihtilaflı) malı kabzeden kimse, içinde bir titreme duyuyorsa Allah´tan korkması gerekir. O malı, zâhirî delillerle kendisine hükmeden ülemânın fetvasına dayanarak helal addetmemelidir. Çünkü onları fetvayı öyle vermeye zorlayan bir kısım zaruri kayıtlar, tahminler vardır. Şüpheleri aşmak ve çekinmek dindarların hâli ve âhiret yolcularının âdetidir.”[7]
——————————————————————————–
[1] Burada kıssa´dan murad, rastgele anlatılan bir hikaye, muhayyel edebi bir vak´a tasviri değildir. Herhangi bir şahsı zemm veya medh gibi, bir hakkı elde etmek, birini hakkından mahrum etmek gibi maksatlarla mesele çıkarmak, meseleyi saptırmak tağyir etmek vs.dir.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/5-7.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/7-8.
[4] Buharî, Edeb: 69; Müslim, Birr: 102, 103, (2606, 2607); Muvatta, Kelam: 16, (2, 989); Ebu Dâvud, Edeb: 88, (4989); Tirmizî, Birr: 46, (1972); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/9.
[5] Tirmizî, Kıyâmet: 61, (2520); Nesâî, Eşribe: 50, (8, 327, 328); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/9.
[6] Bir âyet meali şöyle: “Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz birr (iyi olmak) değildir. Lâkin birr (iyi olan) Allah´a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O´nun sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren ve âhidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir…” (Bakara 177).
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/9-14.