İDDET VE İSTİBRA BÖLÜMÜ
(Beş fasıldır)
BİRİNCİ FASIL
MUTALLAKA VE MUHTELEA´NIN İDDETLERİ
İKİNCİ FASIL
VEFAT İDDETİ
ÜÇÜNCÜ FASIL
İSTİBRA
DÖRDÜNCÜ FASIL
SÜKNA VE NAFAKA
BEŞİNCİ FASIL
İHDÂD (MATEM)
UMUMÎ AÇIKLAMA
İddet, boşanma veya ölümden sonra geri kalan nikah âsârının ortadan kalkması için şer´an belirlenen muayyen bir müddete denir. Bu müddet dolmadan, erkek veya kadın bir başkasıyla ve bazı hallerde birbirleriyle tekrar evlenemezler.
Şu halde iddet hem erkek için, hem de kadın için gerekli olabilir. Fakat kadınlarda cereyanı asıldır. Bu sebeple yapılan açıklamalar esas itibariyle kadınlarla ilgilidir.
İddeti gerektiren husus, öncelikle neseb karışmasını önlemektir. Bu maksadla kadın-erkek beraberliğini ifade eden durumlardan sonraki ayrılmalar iddet gerektirir. Sözgelimi duhûl veya halvet veya ölüm ile kuvvet bulan sahih nikah iddeti gerektirdiği gibi şibh-i nikah veya şübhe-i nikah ile mukarenet de iddet gerektirir.[1]
İDDETİN ÇEŞİTLERİ
Üç çeşit iddet vardır: Hayız, şühur ve haml-i vaz´ denen doğumdur. Bazan talak ile vefat iddetlerinin hangisi daha uzunsa ona uyulur.
* Hayız ile iddet: Sahih bir nikahla evlenmiş bulunan bir kadın takarrübden veya sahih yahut fâsid halvetten sonra kocasından ric´iyyen veya bâinen talak ile veya kadın-erkek arasında denkliğin bulunmayışı gibi bir sebeple fesh ve tefrik ile ayrılan henüz âyise olmamış[2] ve hayızdan kesilmemiş bulunan hür kadınların iddet müddeti tam üç hayızdır. Cariye olan zevcelerin iddet müddeti tam iki hayızdır. Talak veya fesh veya mütâreke hayız sırasında vukû bulmuşsa, bu sayılmaz. Bundan sonra gelecek üç hayız -veya cariye için- iki hayız müddeti beklemek gerekir.
Teferruat için fıkıh kitaplarına bakılmalıdır.
* Şühur (aylar) ile iddet: Sahih bir nikâhla evlenen bir kadın takarrüb veya halvetten sonra kocasından talâk ile veya fesh ile ayrılan veya ayrılmazdan önce iyâs çağına girmiş bulunan bir kadının iddet müddeti, ayrıldığı tarihten itibaren üç aydır. Cariyelerin iddeti birbuçuk aydır.
Sahih nikahla evlenmiş olan fakat gebe olmayan kadınların kocaları vefat ederse, iddetleri dört ay on gündür. Bunların hayız görüp görmemeleri, aralarında takarrüb ve halvet vuku bulup bulmaması birdir, bu hükme tesir etmez.
Bu müddet, cariye olan zevceler hakkında iki ay beş gündür.
* Vaz-ı haml ile olan iddet: Sahih nikahla evlenen kadın, gebe iken kocası vefat eder veya kocasından talak veya feshle ayrılan bir kadının iddeti, hamlini yani karnındaki yükünü vaz etmekle nihayet bulur. Vaz-ı haml, doğum veya düşük gibi bir hadise ile karnındakini atmasıdır. Şu halde bu hadise, ölüm veya boşanma vak´asından hemen sonra vukûa gelse iddet derhal sona erer. Çünkü bununla rahmin önceki kocadan temizliğine yakîn hâsıl olur. İddetten de zaten maksad budur.
Kadın birden fazla çocuğa yüklü ise, son çocuğun da doğmasıyla iddet sona erer.
Düşük halinde, tamamen veya kısmen hilkat belli ise vaz-ı hamle hükmolunur, değilse onunla iddet sona ermez.
Dolayısiyle kadın, boşanmış olup hayız görmekte ise hayız ile, hayızdan kesilmiş veya iyâs devresine girmiş ise ay ile; kocası ölmüş ise şühur ve eyyam ile (dört ay on gün) iddet bekler. [3]
BİRİNCİ FASIL
MUTALLAKA VE MUHTELEA´NIN İDDETLERİ
ـ4187 ـ1ـ عن أسماء بنت يزيد بن السكن ا‘نصارية رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّهَا طُلِّقَتْ عَلى عَهْدِ رسولِ اللّهِ #، وَلَمْ يَكُنْ لِلْمُطَلَّقَةِ عِدَّةٌ. فَأنْزَلَ اللّهُ تَعالى حِينَ طُلِّقَتْ أسْمَاءُ بِالْعِدِّةِ لِلطََّقِ. فَكَانَتْ أوَّلَ مَنْ نَزَلَ فِيهَا الْعِدَّةُ لِلْمُطَلَّقَاتِ[. أخرجه أبو داود .
1. (4187)- Esmâ Bintu Yezîd İbni´s-Seken el-Ensâriyye (radıyallahu anhâ)´nın anlattığına göre, “Esmâ, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında kocasından boşanmıştır. Ve o sıralarda boşanan kadın için henüz iddet bekleme hükmü yoktu. İşte bu sebeple, Esmâ boşanınca, Allah Teâlâ Hazretleri, boşanan için iddet bekleme emrini indirdi.” [Ebu Dâvud, Talâk 36, (2281).][4]
AÇIKLAMA:
Rivayet, talakla ilgili ilk vahyin Esmâ Bintu Yezîd hakkında indiğini ifade etmektedir. Burada zikri geçen âyet şudur: “Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı hali beklerler, eğer Allah´a ahiret gününe inanmışlarsa, rahimlerinde Allah´ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal değildir” (Bakara 228).][5]
ـ4188 ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ اللّهُ تَعالى: وَالْمُطَلِّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأنْفُسِهِنَّ ثَلثَةَ قُرُوءٍ؛ وَقَالَ اللّهُ تَعالى: وَالّئِي يَئِسْنَ مِنَ الْمَحِيضِ مِنْ نِسآئِكُمْ إنِ ارْتَبْتُمْ فَعِدَّتُهُنَّ ثَلثَةُ أشْهُرٍ… فَنَسَخَ مِنْ ذلِكَ وَقَالَ: وَإنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ أنْ تَمَسُّوهُنَّ فَمَالَكُمْ عَلَيْهِنَّ مِنْ عِدَّةٍ تَعْتَدُّونَهَا[. أخرجه أبو داود والنسائي .
»التربَّصُ« المكث وانتظار.و»القُروءُ« جمع قرء بفتح القاف، وهو الطهر عند الشافعي، والحيض عند أبي حنيفة رحمهما اللّه تعالى .
2. (4188)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Allah Teâlâ Hazretleri: “Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç aybaşı hali beklerler” (Bakara 228) buyuruyor. Yine Allah Teâlâ hazretleri: “Kadınlarınız arasında ay hali görmekten kesilenler ile ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç aydır…” (Talak 4). (Önceki âyet) bu ikinci ile neshedilmiş oldu. Keza Allah Teâlâ hazretleri (birinci âyetten bazı hükümleri neshederek) buyurmuştur ki: “Mü´min kadınlarla nikahlanıp, onları, temasta bulunmadan boşadığınızda, artık onlar için size iddet saymaya lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle serbest bırakın” (Ahzâb 49). [Ebu Dâvud, Talâk 10, (2195), 37, (2282); Nesâî, Talâk 54, (6, 187), 74, (6, 212).][6]
AÇIKLAMA:
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), Nesâî´nin bir rivayetinde nesh hadisesini açıklarken, örnek olarak, talakta vâki olan neshi gösterme zımnında, yukarıdaki beyanatta bulunmuştur.
Hadiste söylenmek istenen, Sindî´nin açıklamasına göre şudur:
a) Önce Bakara suresindeki 228 numaralı âyet nâzil olmuş, bu âyetle boşanan kadınların iddetleri üç aybaşı hali müddeti olarak takrir etmiştir. Arkadan nâzil olan Talak suresinin 4. âyeti ile boşanma ile ilgili bazı surelerde nesih vâki olmuştur, yani âyise olan kadının iddeti ile henüz ay hali girmeyenlerin iddetleri, “üç aybaşı hali” yerine, “üç ay” olarak tadil edilmiştir. Keza İbnu Abbâs üçüncü bir âyetle yani, Ahzâb suresinin 49. âyeti ile gelen neshe dikkat çekmiştir. Temasta bulunmadan boşanmış olan kadınlara iddet gerekmeyeceği beyan edilmiştir.
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), Bakara suresindeki “boşanan kadınlar” şeklinde mutlak ifadenin, müteakip âyetlerle çeşitli boşanma şekillerine ve her bir şekille ilgili farklı iddet hallerine yer verildiğine dikkat çekiyor ve müteâkip âyetlerde gelen tavzihatı, önceki âyetle ilgili “nesih” olarak değerlendiriyor. [7]
ـ4189 ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه في قوله تعالى: ]وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأنْفُسِهِنَّ ثَلثَةَ قُرُوءٍ وََ يَحِلُّ لَهُنَّ أنْ يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّهُ فِى أرْحَامِهِنَّ إنْ كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اŒخِرِ، إلى قوله: إنْ أرَادُوا إصَْحاً؛ وذلِكَ أنَّ الرَّجُلَ كَانَ إذَا طَلَّقَ امْرَأتَهُ فَهُوَ أحَقُّ بِهَا يُرَاجِعُهَا، وإنْ طَلَّقَهَا ثَثاً فَنَسَخَ ذلِكَ فقَالَ: الطََّقُ مَرَّتَانِ فَإمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ أوْ تَسْرِيحٌ بِإحْسَانِ[. أخرجه النسائي .
3. (4189)- Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), “Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç aybaşı hali beklerler, eğer Allah´a ve âhiret gününe inanmışlarsa, rahimlerinde Allah´ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl değildir, kocaları bu arada barışmak isterlerse, karılarını geri almakta daha çok hak sahibidirler” (Bakara 223) âyeti için der ki: “Bu âyete göre, erkek hanımını üç kere de boşasa ona dönmeye hakkı vardı. Bu hüküm şu âyetle neshedildi. “Boşanma iki defadır. (Ondan sonrası) ya iyilikle tutmak, ya güzellikle salmaktır” (Bakara 229). [Nesâî, Talâk 74, (6, 212).][8]
ـ4190 ـ4ـ وعن سليمان بن يسار: ]أنَّ ا‘حْوَصَ هَلَكَ بِالشَّامِ حِينَ دَخَلَتِ امْرَأتُهُ فِي الدَّمِ مِنَ الْحَيْضَةِ الثَّالِثَةِ، وَقَدْكَانَ طَلَّقَهَا. فَكَتَبََ مُعَاوِيَةُ بن ابي سُفْيَانَ إلى زَيْدِ بنِ ثَابِتٍ يَسْألُهُ عَنْ ذلِكَ فَكَتَبَ إلَيْهِ زَيْدٌ: إنَّهَا إذَا دَخَلَتْ في الدَّمِ مِنَ الْحَيْضَةِ الثَّالِثَةِ فَقَدْ بَرِئَتْ مِنْهُ وَبَرِئَ مِنْهَا، وََيَرِثُهُ وََ يَرِثُهَا[. أخرجه مالك .
4. (4190)- Süleyman İbnu Yesâr rahimehullah anlatıyor: “el-Ahvas, hanımını boşamıştı. Hanımı üçüncü hayızın kanama müddetinde iken Şam´da öldü. Hz. Muâviye (radıyallahu anh), Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu anh)´a yazarak bunun hükmünü sordu. Zeyd cevaben şöyle yazdı: “Eğer kadın, üçüncü hayz´ın kanama devresine girmiş idiyse, kocadan tamamen ayrılmış, koca da ondan ayrılmıştır. Ne kadın, kocaya, ne de koca, kadına vâris olamaz.” [Muvatta, Talâk 56, (2, 577).] [9]
AÇIKLAMA:
1- Ahvas İbnu Abd İbni Ümeyye, Hz. Muâviye´nin Bahreyn´deki âmili idi, bazı rivayetlere göre sahâbî olmalıdır.
2- Bu rivayet, Kur´anda geçen kuru kelimesi ile tuhûr anlaşıldığının bir delili olmaktadır. Daha önce de temas edildiği üzere, bu Kur´ânî tabir ezdâd´dandır, hem temizlik, hemde kanama devresi ma´nâlarına gelmektedir. Ülemânın bir kısmı “temizlik” bir kısmı da “hayız” hali olarak anlamıştır. Şâfiî ve Ehl-i Hicaz, “tuhur = temizlik” kabul edenlerdendir. Ebu Hanîfe ve Ehl-i Irâk ise “hayız” kabul edenlerdendir. Kelimenin zıt ma´nâda kullanılış sebebini İbnu´l-Esir, kar´ kelimesinin asıl itibariyle malum vakit ma´nâsına gelmesiyle izah eder.[10]
ـ4191 ـ5ـ وعن الربيع بنت معوذ رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّهَا اخْتَلَعَتْ عَلى عَهْدِ رسولِ اللّهِ # فَأمَرَهَا النبيُّ # أوْ أُمِرَتْ أنْ تَعْتَدَّ بِحَيْضَةٍ[. أخرجه الترمذي والنّسائِي.»اختِعُ في ألفاظِ الفِقْهِ« وهو أن يطلقها على عوض، وفائدته إبطال الرجعة إ بِنِكَاحٍ جديد .
5. (4191)- Rebî Bintu Muavvız (radıyallahu anhâ)´nın anlattığına göre, “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, kocasından muhâla´a yoluyla ayrılmıştır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da ona bir hayız müddetince iddet beklemesini emretmiştir (veya kadına… emredilmiştir).” [Tirmizî, Talâk 10, (1185); Nesâî, Talâk 53, (5, 186).][11]
AÇIKLAMA:
1- Muhâla´a veya hul´ elbise, ayakkabı gibi eşyayı bedenden soyup çıkarma ma´nâsına gelen hall´ kelimesinden alınmadır. Âyette kadının erkek için, erkeğindekadın için bir elbise olduğu ifade edilmesine (Bakara 187) mebni, boşanmaya da hul´ veya muhâla´a denmiştir. Bu suretle boşanan kadına da muhteli´a denir. Ancak bu boşanma, kadının erkeğe bir karşılık ödeyerek elde ettiği boşanmadır. Bu, bazan mehirden vazgeçmekle gerçekleşir. Bazan da ilave bir şeyler ödeyerek. İslâm, esas itibariyle boşama yetkisini erkeğe tanımıştır, ama kadınında boşanma hakkını tamamen ortadan kaldırmamıştır. Nikahın gerçekleşmesinde, kadının razı olacağı bir meblağda mehir ödeme işini erkek yaptığı için, nikah akdinin bozulması, erkek tarafını maddi zarara uğratır. Şu halde kadının boşanma isteği karşısında erkeğin bu zararı telafi edilmelidir. İslam muhala´a yoluyla boşanmayı tecviz ederek bu zararı kaldırmıştır. Kadının ödeyeceği ivazın miktarı karşılıklı mutabakata bırakılmıştır.
2- “Muhâla´a yoluyla boşanan kadının iddeti bir hayız müddetidir” diyenler bu hadisle istidlal etmiştir. Hattâbî, muhala´aya iddet olarak bir hayız müddetinin belirlenmesini delil kılarak, bunun bir boşanma değil, nikah akdinin feshi olduğunu söyler. “Çünkü der, Cenâb-ı Hakk boşananların üç kuru´ müddeti beklemelerini (Bakara 228) emretmektedir, muhala´a boşanma olsaydı bunun için tek kuru´ ile yetinilmezdi.”
Tirmizî, hadisin sonunda şu bilgiyi verir: “Resulullah´ın ashabından ve diğerlerinden ilim ehlinin çoğuna göre muhtelia´nın iddeti, mutallaka´nın iddeti gibidir. Süfyan-ı Sevrî, Kûfe ülemâsı, Ahmed İbnu Hanbel, İshak bu görüştedir. Ashab ve diğerlerinden bazıları da muhteli´a´nın iddeti bir hayız müddetidir” demiştir. İshak bu görüş için: “Bunu benimseyen çıksa, bu sağlam bir görüştür” demiştir.” [12]
İKİNCİ FASIL
VEFAT İDDETİ
ـ4192 ـ1ـ عن أم سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّ امْرَأةً مِنْ أسْلَمَ يُقَالُ لَهَا سُبَيْعَةُ تُوفِّي عَنْهَا زَوْجُهَا وَهِيَ حُبْلى فَخَطَبَهَا أبُو السَّنَابِلِ بْنِ بَعْكِكٍ مِنْ بَنِي عَبْدِ الدَّارِ. فَأبَتْ أنْ تَنْكِحَهُ، فقَالَ: واللّهِ مَا يَصْلِحُ أنْ تَنْكِحي حَتّى تَعْتَدِّي آخِرَ ا‘جْلَيْنِ. فَمَكَث قَريباً مِنْ عَشْرِ لَيَالٍ ثُمَّ نُفِسَتْ ثُمَّ جَاءَتِ النّبيّ # فقَالَ: انْكِحِي[. أخرجه الستة إ أبا داود، وهذا لفظ البخاري .
1. (4192)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Benî Eslem´den Sübey´a adında bir kadın hamile iken kocası ölmüştü. Benî Abdi´ddâr´dan Ebu´s-Senâbil İbn Ba´kik, kadınla evlenmek istedi. Kadın onunla evlenmekten imtina etti. Adam: “Vallahi, iki müddetin sonuncusuna kadar iddet beklemedikçe evlenmen caiz değil!” dedi. Kadın yirmi gün kadar bekledi, derken nifas oldu. Sonra da Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek durumu arzetti. Aleyhissalâtu vesselâm: “Evlen!” buyurdu.” [Buhârî, Talâk 39, Tefsir, Talak 2; Müslim, Talâk 57, (1485); Muvatta, Talak 83, (2, 589, 590); Tirmizî, Talâk 17, (1193); Nesâî, Talak 56, (6, 190, 191).][13]
ـ4193 ـ2ـ ولفظ مسلم ]أنَّ أُمَّ سَلَمَةَ قَالَتْ: إنَّ سُبَيْعَةَ نُفِسَتْ بَعْدَ وَفَاةِ زَوْجِهَا بِلَيَالٍ وَأنَّهَا ذَكَرْتَ ذلِكَ لِرَسُولِ اللّهِ # فَأمَرَهَا أنْ تَتَزَوَّجَ[ .
2. (4193)- Müslim´deki rivayet şöyledir: “Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) dedi ki: “Sübey´a, kocasının vefatından birkaç gece sonra nifas oldu. Kadın, durumunu Resulullah´a zikretti, Aleyhissalâtu vesselâm evlenmesini söyledi.” [Müslim, Talâk 57, (1485).] [14]
AÇIKLAMA:
1- Sadedinde olduğumuz rivayette bazı teferruata yer verilmemiş. Başka rivayetlerdeki ziyadelere göre, kocası ölen Sübey´a (radıyallahu anhâ)´ya biri genç, diğeri yaşlı iki talip çıkar. Sübey´a gence evet der ve yaşlıyı reddeder. Kadının bu esnada ailesi Medine´de değildir.
Evlenmesi biraz geciktiği takdirde, yakınları gelecek. Yaşlı zatın ümidi bu gecikmede… Ailesi döndükleri takdirde, onlar vasıtasıyla Sübey´a´yı kendisiyle evlenmeye razı edebilecek. Bu sebeple, onun derhal evlenemeyeceğini, “iki müddet”in sonunu beklemesi gerektiğini söyler. Kadın, bunun üzerine Resulullah´a gidip durumunu arzeder. Aleyhissalâtu vesselâm, evlenebileceğini söyler. Hikayede zikredilen yaşlının, hadisin sadedinde olduğumuz vechinde ismi geçen Ebu´s-Senâbil olduğu anlaşılmaktadır.
2- Hadiste geçen “iki müddetinin sonuncusunu bekleyeceksin” tabiri şu demektir: “Eğer dört ay on gün geçmeden önce doğurursa bu müddetin dolmasını bekleyecek; sırf doğumla kadın helal olmaz, eğer doğumdan önce dört ay on günlük müddet dolarsa doğuma kadar bekleyecektir.”
3- Selefin cumhuru ve fetva veren imamlar, “Hâmile kadın çocuğunu doğurur doğurmaz iddetini tamamlamış olur ve evlenebilir” demekte ittifak ederler.
Sahabe ve diğer selef büyüklerinden bazıları: İki müddetin sonuncusuna kadar iddet bekler demiştir. Bunun ne demek olduğunu açıkladık. Hz. Ali ve İbnu Abbâs´ın bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir.
Şârihler, önceki görüşün esahh olduğunu, muhalif görüş sahiplerine, sadedinde olduğumuz rivayetlerin ulaşmamış olabileceğini söylerler.[15]
ـ4194 ـ3ـ وعن أبي سلمة بن عبدالرحمن قال: ]بَيْنَا أنَا وَأبُو هُرَيْرَةَ عِنْدَ ابنِ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم. جَاءَتْهُ امْرَأةٌ فَقَالَتْ: تُوفِى عَنْهَا زَوْجُهَا وَهِيَ حَامِلٌ فَوَلَدَتْ ‘دْنَى مِنْ أرْبَعَةِ أشْهُرٍ مِنْ يَوْمِ مَاتَ. فَقَالَ ابنُ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: آخِرُ ا‘جَلَيْنِ. فقَالَ أبُو سَلَمَةَ: أخْبَرَنِي رَجُلٌ مِنْ أصْحَابِ رسولِ اللّهِ أنَّهُ # أمَرَ مِثْلَ هذِهِ أنْ تَتَزَوَّجَ. قالَ أبُو هُرَيْرَة: وَأنَا أشْهَدُ عَلى ذلِكَ[. أخرجه النسائي.
3. (4194)- Ebu Seleme İbnu Abdurrahman anlatıyor: “Ben ve Ebu Hüreyre, İbnu Abbâs (radıyallahu anhüm)´ın yanında iken, bir kadın gelerek: “Ben hamileyken kocam öldü, çocuk da kocamın ölmesinden dört ay geçmeden doğdu. (İddetim dolmuş sayılır mı) ” diye sordu. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “İddetin, iki müddetin sonuncusudur” dedi. Ebu Seleme: “Bana Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Ashab´ından bir adam, böyle bir durumda Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın evlenmeyi emrettiğini haber verdi” dedi. Ebu Hüreyre der ki: “Buna ben de şehâdet ederim.” [Nesâî, Talâk 56, (6, 194).][16]
ـ4195 ـ4ـ وعن نافع قال: ]سُئِلَ ابْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما عَنِ الْمَرْأةِ يَتَوَفَّى عَنْهَا زَوْجُهَا وَهِيَ حَامِلٌ. فقَالَ: إذَا وَضَعَتْ فَقَدْ حَلَّتْ. وَقَالَ عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: لَوْ وَضَعَتْ وَزَوْجُهَا على السَّرِيرِ لَمْ يُدْفَنْ بَعْدُ حَلَّتْ[. أخرجه مالك .
4. (4195)- Nâfi rahimehullah anlatıyor: “Hz. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e hamile iken kocası ölen kadından sorulmuştu. “Çocuğu doğurunca helal olur, (evlenebilir)” cevabını verdi. [Orada bulunan bir adam ilave etti]: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) de: “Kocası yatakta, henüz defnedilmemiş iken doğum yapsa da kadın (evlenmeye) helaldir” demişti.” [Muvatta, Talâk 84, (2, 589).][17]
ـ4196 ـ5ـ وعن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]َ تُلْبِسُوا عَلَيْنَا سُنَّةَ نَبِيِّنَا #. عِدَّةُ الْمُتَوَفِّي عَنْهَا زَوْجُهَا أرْبَعَةُ أشْهُرٍ وَعَشْرٌ، يَعْنِي فِي أمِّ الْوَلَدِ[. أخرجه أبو داود .
5. (4196)- Amr İbnu´l-Âs (radıyallahu anh) dedi ki: “Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sünnetini bize çarpıtmayın. Kocası ölen kadının iddeti dört ay on gündür yani ümmü veled hakkında.” [Ebu Dâvud, Talâk 48, (2308).][18]
ـ4197 ـ6ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّهُ كَانَ يَقُولُ: عِدَّةُ أُمِّ الْوَلَدِ إذَا تُوفِّيَ عَنْهَا سَيِّدُهَا حَيْضَةٌ[. أخرجه مالك.
6. (4197)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) diyordu ki: “Efendisi olan ümmü veledin iddeti bir hayız devresidir.” [Muvatta, Talâk 92, (2, 593).][19]
AÇIKLAMA:
Son iki rivayet ümmü veledin, yani efendisinden çocuk doğuran cariyenin iddeti hakkındadır. Görüldüğü üzere, bu mesele ihtilaflıdır:
* Evzaî, İshak İbnu Râhûye, İbnu´l-Müseyyeb, Saîd İbnu Cübeyr, İbnu Sîrîn, Hasan Basrî gibi bir kısım ülemâ Amr İbnu´l-Âs hadisini (4196) esas alarak ümmü veled´in iddetini hür kadınların iddetiyle bir tutarak dört ay on gün kabul etmiştir.
* Süfyan Sevrî, Ashab-ı rey, Atâ, Nehâî, Ali İbnu Ebî Tâlib, İbnu Mes´ud gibi bir kısım selef de “ümmü veled´in iddeti üç hayız müddetidir” demiştir.
* İmam Mâlik, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, İbnu Ömer, Urve İbnu Zübeyr, Kasım İbnu Muhammed, Şâbî, Zührî gibi bir kısım selef de “ümmü veled´in iddeti bir hayız müddetidir” demiştir. [20]
ÜÇÜNCÜ FASIL
İSTİBRA
İstibra بَرِءَ (berî olmak)´dan gelir. Burada, kadının rahminin hamile olup olmadığının açıklık kazanması ma´nâsınadır. Bu kelime, küçük abdestten sonra, idrar yolundaki son sızıntıdan halas olma ma´nâsına da kullanılır.[21]
ـ4198 ـ1ـ عن أبي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]بَعَثَ رَسُولُ اللّهِ# يَوْمَ حُنَيْنِ جَيْشاً إلى أوْطَاسٍ فَلَقِيَ عَدُوّاً فَقَاتَلُوهُمْ فَظَهَرُوا عَلَيْهِمْ وَأصَابُوا لَهُمْ سَبَايَا فَكَأنَّ نَاساً مِنْ أصْحَابِ النّبيِّ # تَحَرَّجُوا مِنْ غِشْيَانِهِنَّ مِنْ أجْلِ أزْوَاجِهِنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ. فَأنْزَلَ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ في ذلِكَ: وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ النِّسَاءِ إَّ مَا مَلَكَتْ أيْمَانُكُمْ: أيْ فَهُنَّ لَكُمْ حََلٌ إذَا انْقَضَتْ عِدَّتُهُنَّ[. أخرجه الخمسة إ البخاري .
1. (4198)- Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Huneyn seferi sırasında Evtâs´a bir ordu gönderdi. Ordu düşmanla karşılaştı ve çarpıştılar. Müslüman askerler onlara galebe çaldı, bir miktar kadını da esir etti. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın Ashabından bir kısımları, ele geçirilen cariyelere teması, müşrik kocaları sebebiyle sanki günah addettiler. Bunun üzerine azîz ve celîl olan Allah şu âyeti inzal buyurdu. (Meâlen): “Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Mâliki bulunduğunuz cariyeler müstesna…” (Nisa 24) Yani “bunlar (esir aldıklarınız) iddetlerini doldurunca size helaldir.” [Müslim, Radâ´ 33, (1456); Tirmizî, Nikâh 36, (1132); Ebu Dâvud, Nikah 45, (2155, 2157) Nesâî, Nikah 59, (6, 110).][22]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, savaşta elde edilen esirlerin, müslüman erkeklere helal olduğunu ifade etmektedir. Esaret, kadınların kocalarıyla olan nikah akidlerini feshetmektedir. Öyleyse, kadının istibrası ile müslüman erkeklere helal olmaktadır. Bu durumdaki kadınların istibrası:
* Hamile ise, doğumla hâsıl olur.
* Hamile değilse, hayız olmakla hâsıl olur.
Hattâbî der ki: “Hadîs şunu beyan etmektedir: “Eğer karıkoca birlikte esir edilecek olsa, aralarında ayrılık hâsıl olur. Sanki birisi tek başına esir edilmiş gibi… İmam Mâlik, Şâfiî, Ebu Sevr bu görüştedirler. Derler ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) esirleri taksim edip şöyle emretti: “Hamileye doğuruncaya kadar, hâmile olmayana da hayız oluncaya kadar temas etmeyin” Bu meyanda onların kocalı olanı olmayanı, kocasıyla beraber esir edileni veya tek başına esir edileni hiç mevzubahis etmedi.”
Hattâbî açıklamasına devam eder:
* “Ebu Hanîfe der ki: “Karıkoca beraber esir edilirlerse, onlar eski nikahları üzere devam ederler.”
* Evzaî der ki: “Taksimde beraber olanlar eski nikahları üzeredirler. Kadını bir erkek satın almışsa, dilerse kocasıyla birleştirir, dilerse aralarını ayırır ve istibradan sonra kadını kendisi câriye yapar.”
* İbnu Abbâs, âyeti: “satın alınan ve kocası olan cariye hakkındadır” diye te´vil etti ve dedi ki: “Onun satışı, talâkıdır. Müşteri kendisine ayırabilir.” Ancak bu söz, ülemânın sözüne aykırı düşmektedir. Berîre hadisi bunun hilafına delalet eder.”
4201 numaralı hadîste bazı ilave açıklama görülecektir.[23]
ـ4199 ـ2ـ وعن العرباض بن سارية رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رسولُ اللّهِ # أنْ تُوطَأ السَّبَايَا حَتّى يَضَعْنَ مَا فِى بُطُونِهِنّ[. أخرجه الترمذي .
2. (4199)- İrbâz İbnu Sâriye radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), karınlarındaki yükü vaz´ etmedikçe (doğurmadıkça) esîrelere temasta bulunmayı yasakladı.” [Tirmizî, Siyer 15, (1564).][24]
ـ4200 ـ3ـ وعن رويفع بن ثابت ا‘نصاري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَحِلُّ ِمْرِئٍ يُوْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اŒخِرِ أنْ
يَسْقِي مَاءَهُ زَرْعَ غَيْرِهِ: يَعْنِى إتْيَانَ الْحَبَالَى، وََ يَحِلُّ ِمْرئٍ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اŒخِرِ أنْ يَقَعَ عَلى امْرَأةٍ مِنْ سَبْيٍ حَتّى يَسْتَبْرِئَهَا، وََ يَحِلُّ ِمْرئٍ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمَ اŒخِرِ أنْ يَبِيعَ مَغْنَماً حَتّى يُقْسَمَ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
3. (4200)- Ruveyfi´ İbnu Sâbit el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah´a ve âhiret gününe inanan bir kimseye, suyunu başkasının ekinine dökmesi, yani hâmile (esîre)ye teması helal değildir. Keza Allah´a ve ahirete inanan mü´min kişiye, istibra hâsıl olmazdan önce esîre kadına temas helal olmaz. Keza Allah´a ve âhirete inanan kimseye, taksim edilmezden önce ganimet malından satması helal değildir.” [Ebu Dâvud, Nikâh 45, (2158, 2159); Tirmizî, Nikah 35, (1131).][25]
ـ4201 ـ4ـ وعن أبي الدرداء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَظَرَ رسولُ اللّهِ # فِى بَعْضِ أسْفَارِهِ إلى امْرَأةٍ مَجِحٍّ بِبَابِ فُسْطَاطٍ فَسَألَ عَنْهَا. فَقِيلَ أمَةُ فَُنٍ. فقَالَ: لَعَلَّهُ يُرِيدُ أنْ يُلِمَّ بِهَا. فَقَالُوا نَعَمْ. قَالَ: لَقَدْ هَمَمْتُ أنْ ألْعَنَهُ لَعْناً يَدْخُلُ مَعَهُ قَبْرَهُ. كَيْفَ يُوَرِّثُهُ وَهُوَ َ يَحِلُّ لَهُ؟ أوْ كَيْفَ يَسْتَخْدِمُهُ وَهُوَ َ يَحِلُّ لَهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود.»المجِحُّ« بجيم ثم حاء مهملة: المرأة الحامل إذا دنا وقت ودتها.و»الفُسطَاطٍ« الخيمة الكبيرة.و»ألَمْ بِهَا« يلم إذا قاربها والمراد به هنا الجماع؛ والضمير في يورثه ويستخدمه راجع إلى الولد الذي في بطنها. والمعنى أن أمرها مشكل، إن كان ولده لم يحل له استعباده، وإن كان ولد غيره لم يحل له توريثه .
4. (4201)- Ebu´d-Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtuvesselâm) seferlerinin birinde, bir çadırın kapısında, doğumu yakın olan hâmile bir kadın gördü. Kadın hakkında sual etti:
“Falancının câriyesi!” dediler.
Aleyhissalâtu vesselâm: “Herhalde o, câriyeye temas etmek istiyor!” buyurdu. Muhatapları “Evet!” deyince: “Ona, kabre kadar onunla beraber olacak bir lânetle lanet etmek içimden geldi. O nasıl olur da kendine helal olmadığı halde (kadının karnındaki çocuğu) kendine vâris kılar veya nasıl olur da kendine helal olmayan (bebeği) hizmetçi kılar ” buyurdular.” [Müslim, Nikah 139, (1441); Ebu Dâvud, Nikah 45, (2156).][26]
AÇIKLAMA:
Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadîslerde, savaş sırasında esîr alınan kadınlara temasla ilgili temel prensibi vaz´ etmektedir:
* Hamile olanlarına, doğumlarına kadar temas haramdır. Allah´a ve âhirete inanan mü´min bunu asla yapmamalıdır. 4201 numaralı rivayette, hâmileye teması, “Helal olmadığı halde çocuğu mirasçı yapmak, haram olduğu halde çocuğu hizmetçi yapmak” olarak tavsif etmektedir. Bu ne demektir Nevevî bunu şöyle açıklar: “Kadının, çocuğu doğurması altı ay gecikebilir. Bu durumda çocuğun, kadını esir alan bu adamdan olması da muhtemeldir, kendisinden önceki kocasından olması da muhtemeldir. Çocuğun kendinden olması halinde, çocuk onundur ve baba-oğul birbirine vâris olurlar. Çocuğun eski kocadan olması halinde, aralarında karâbet olmadığı için bunlar birbirlerine vâris olamazlar. Bilakis, adamın çocuğu istihdam etme hakkı vardır, zira onun kölesidir. Bu esas anlaşılınca hadîsi şöyle takdir etmek gerekir: “Adam, çocuğu kendi evladı sayarak onu kendine vâris kılabilir, halbuki, çocuğun kendinden olmaması sebebiyle bunu yapması ona helal değildir. Öte yandan, çocuğun kendine ait olmasına rağmen, onu eski kocadan sayarak köle addetmesi de mümkün. Bu durumda helal olmadığı halde, hür insanı köleleştirmiş olacak, köle muamelesi yapmış bulunacaktır. Öyleyse, kadın, çocuğun her ikisinden de olması ihtimaline imkan verecek bir müddet içerisinde doğurması hâlinde, bu kargaşa araya gireceği için, câriye sâhibine, ona temastan imtina etmesi vâcib olur. Hadîsin zâhirinden çıkan ma´nâ budur.”
Kâdî İyaz, hadîse bir başka te´vil getirmiştir: “Hadisin ma´nâsı, bu çocuğun, kadını elinde tutan efendinin menîsiyle büyüyeceğine, böylece çocuğun iki kişiye birden ait olmak gibi orta bir durum taşıyacağına ve istihdamdan kaçınmasına bir işarettir.” Kâdî İyaz devamla bu hadîsin, muhteva itibariyle, (4200 numarada kaydedilmiş olan) “Allah´a ve âhiret gününe inanan bir kimseye, suyuyla başkasının çocuğunu sulaması helal olmaz” mealindeki hadîsin bir nazîri olduğunu söyler.
Nevevî, Kâdî´nin bu te´vilini makul bulmaz.
Hamile olan esîre´ye, doğum yapıncaya kadar temas edilmeyeceği hususunda Şâfiîler, Hanefîler, Nehâî, Mâlik ittifak ederler.
* Hadislerin vaz´ettiği diğer prensip, hamile olmayan esîrelerle ilgili. Bunlarla da temas yapabilmek için istibranın hâsıl olması lazım. Yani, hamile olup olmadıklarının tebeyyün etmesi ve açıklık kazanması gerekir, bu da bir hayız müddetinin geçmesi ile olur. Çünkü, kadın hayız gördü mü, bu, onun hâmile olmadığının delilidir.
* Burada şunu da belirtelim, ülemâ bâkire olan esîrelere temas hususunda ihtilaf etmiştir. Bazıları hadîslerin zâhirine bakıp, bâkirelerle ilgili bir istisnanın olmayışına binaen, onlar için de istibra gerekir demiş ve bu maksadla bir hayız müddetince beklemeye hükmetmiştir. Nitekim iddet meselesiyle ilgili kıyas da bu hükmü te´yîd eder. Çünkü, rahmin beraeti bilindiği halde iddet müddeti geçmeden kadın yeni evlilik yapamaz.
Ancak, bazı âlimler, “İstibra, rahmi hamilelikten berî olup olmadığı bilinmeyenler hakkında gereklidir. Bu husus bilinen kadın hakkında istibra yoktur. Öyle ise bâkire hakkında istibra olmamalıdır” demiştir. Buhârî de, İbnu Ömer´den yapılan bir rivayete göre “Cariye bâkire ise, sahibi isterse istibra aramaz” demiştir.
Mevzu üzerine bazı ilave açıklamalar 4198 numaralı hadîste geçti.[27]
ـ4202 ـ5ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]إذَا وُهِبَتِ الْوَلِيدَةُ الَّتِي تُوطَأُ أوْ بِيعَتْ أوْ أُعْتِقَتْ فَلْيَسْتَبِرئْ رَحِمَهَا بِحَيْضَةٍ، وََ تُسْتَبْرَا الْعَذْرَاءُ[. أخرجه رزين. قلت وعلقه البخاري، واللّه أعلم .
5. (4202)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: Ô”Temas edilmiş bulunan bir cariye hediye edilir veya satılır veya azad edilirse onun rahmi bir hayız müddetince istibra edilsin. Bâkirenin istibrası aranmaz.” [Rezîn tahric etmemiştir. Buhârî, bu rivayeti muallak olarak zikretmiştir. (Büyû 111).] [28]
AÇIKLAMA:
İbnu Hacer, bu rivayetin açıklaması sadedinde, önceden kaydettiklerimiz meyanında yer vermediğimiz bazı farklı nakillere yer verir. Onların mühimlerini zikrediyoruz:
* Hasan Basrî Hazretleri, istibra´dan önce câriyeyi öpme ve mübâşerette bulunma da bir beis olmadığı kanaatindedir ve ferci dışında cariyenin her tarafına dokunabileceğini söylemiştir. Ancak İbnu Sîrîn bunu mekruh addetmiştir.
* İbnu Ömer, “Bâkirede istibra aranmaz” görüşünü, bekâretin hâmileliğe mani olacağı veya hamileliğin bulunmadığına veya temasta bulunulmamış olduğunu delil teşkil ettiği kanaatine dayandırmıştır. [29]
DÖRDÜNCÜ FASIL
SÜKNÂ VE NAFAKA
ـ4203 ـ1ـ عن فاطمة بنت قيس رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّ زَوْجَهَا طَلَّقَهَا ألْبَتَّةَ وَهُوَ غَائِبٌ فَأرْسَلَ إلَيْهَا وَكِيلُهُ بِشَعِيرٍ فَسَخِطَتْهُ. فَقَالَ: وَاللّهِ مَالِكِ عَلَيْنَا مِنْ شَوْءٍ فَجَاءَتْ رسولَ اللّهِ # فَذَكَرَتْ ذلِكَ لَهُ. فَقَالَ: لَيْسَ لَكِ عَلَيْهِ نَفَقَةٌ، وَأمَرَهَا أنْ تَعْتَدَّ فِي بَيْتِ أُمِّ شَرِيكٍ ا‘نْصَارِيَّةِ رَضِيَ اللّهُ عَنْها. ثُمَّ قَالَ: تِلْكَ امْرَأةً يَغْشَاهَا أصْحَابِي. اعْتَدِّي عِنْدَ ابْنِ أُمِّ مَكْتُومٍ فَإنَّهُ رَجُلٌ أعْمى، تَضَعِينَ ثِيَابَكِ. فَإذَا حَلَلْتِ فَآذِنِينِي. فَلَمَّا حَلَلْتُ ذكَرْتُ لَهُ أنَّ مُعَاوِيَةَ بْنَ أبِى سُفْيَانٍ وَأبَا جَهْمٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما خَطَبَانِي. فَقَالَ #: أمَّا أبُو جَهْمٍ فََ يَضَعُ عَصَاهُ عَنْ عَاتِقِهِ، وَأمَّا مُعَاوِيَةُ: فَصُعْلُوكٌ َ مَالَ لَهُ. أنْكِحِي أُسَامَةَ بْنَ زَيْدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما. فَكَرِهْتُهُ؛ ثُمَّ قَالَ: أنْكِحِي أُسَامَةَ. فَنَكَحْتُهُ فَجَعَلَ اللّهُ فِىهِ خَيْراً وَاغْتَبَطْتُ بِهِ[. أخرجه الستة إ البخاري.قوله: »يَغْشَاهَا أصْحَابِي« أي يأتون منزلها كثيراً.وقوله: »فآذنيني« أي أعلميني.وأراد بقوله: »َ يَضَعُ عَصَاهُ عَنْ عَاتِقِهِ« التأديب والضرب، وقيل أراد به كثرة ا‘سفار عن وطنه .
1. (4203)- Fâtıma Bintu Kays radıyallahu anhâ´nın anlattığına göre, “kocası kendisini talâk-ı bette ile boşamıştır. Kocası ortalıkta olmadığı halde, vekilini (bir miktar) arpa ile Fatıma´ya göndermiş, Fatıma da bunu pek az bulmuştu. (Veya vekile kızmıştı.) Vekil: “Vallahi bizim üzerimizde (nafaka hakkı olarak) bir şeyin yok!” demiştir. Fatıma da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek durumu anlatmış. Aleyhissalâtu vesselam da : “Senin onun üzerinde nafakan yok” buyurmuş ve Ümmü Şerik el-Ensâriyye radıyallahu anhâ´nın yanında iddetini geçirmesini emretmiştir. Sonra, Fatıma´ya: “Bu kadın, ashâbımın çokça uğradıkları birisidir. Sen iddetini İbnu Ümmi Mektûm´un yanında geçir. Zira o, âmâ birisidir, örtünü de (onun yanında) çıkarabilirsin. (İddetin bitip) helal oldun mu bana haber ver!” buyurdu. (Fatıma der ki): “Helal hale geldiğim zaman, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelip Muâviye İbnu Ebî Süfyân ve Ebu Cehm (radıyallahu anhümâ)´nın benimle evlenmek istediklerini haber verdim. Aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki “Ebu Cehm, sopasını omuzundan indirmez. Muâviye ise fakirdir, parası yoktur. Sen Üsâme İbnü Zeyd radıyallahu anhümâ ile evlen!”
Üsame hoşuma gitmedi. (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu seçmiş olacak ki tekrar): “Sen Üsame´yle evlen!” buyurdu. Ben de onunla evlendim. Allah Teâlâ Hazretleri onu bana hayırlı kıldı. Onunla mes´ud oldum.” [Müslim, Talâk 36, (1480); Muvatta, Talâk 23, (2, 580, 581); Ebu Dâvud, Talâk 39, 40, (2284, 2285, 2286, 2287, 2288, 2289, 2290, 2291); Tirmizî, Nikâh 38, (1135), Talâk 5, (1180); Nesâî, Nikâh 21, (6, 74); Talâk, 69, (6, 207), 71, 72, (6, 210).][30]
AÇIKLAMA:
1- Rivayette, kocası tarafından boşanan Fatıma Bintu Kays radıyallahu anhâ´ya, kocasının nafaka vermediğini, vekille gönderilen arpanın pek az olması üzerine Fatıma radıyallahu anhâ´nın durumu Resûlullah´a şikayet ettiğini, ancak Aleyhissalâtu vesselâm´ın da Fatıma´nın nafakaya hakkı olmadığını söylediğini görüyoruz. Aleyhissalâtu vesselam, onu, iddeti tamamlanıncaya kadar, önce Ümmü Şerîk radıyallahu anhâ´nın yanına göndermek istemiş, ancak oranın sıkça uğranılan bir ev olduğunu hatırlayınca gözleri âmâ olan İbnu Ümmi Mektum´un yanına göndermiştir. Zengin bir Ensârî olan Ümmü Şerîk radıyallahu anhâ´nın evi, misafirlerin ağırlandığı bir merkez durumunda idi: Fatıma Bintu Kays´ ın, âmânın yanında kalabilmesine ruhsat veren bu rivayete dayanan bazı âlimler, kadının erkeğe bakabileceği, bunun haram olmayacağını söylemiş, ancak Cumhur bu görüşü reddetmiştir. Şöyle derler: “Erkeğin yabancı kadına bakması haram olduğu gibi kadının da yabancı erkeğe bakması haramdır. Çünkü âyette kadına bakmak erkeğe yasaklandığı gibi, erkeğe bakmak da kadına yasaklanmıştır” (Nur 30-31), Keza Ümmü Seleme hadîsinde de “(Âmâ sizi görmüyorsa) siz de mi onu görmüyorsunuz, (madem ki siz onu görüyorsunuz, öyleyse âmâ´nın yanında örtünün)” buyurulmuştur. Keza bu hadîste Fatıma´ya âmâya bakma ruhsatı yoktur. Bilakis, kadının onun yanında yabancı nazardan emniyette olacağı ifade edilmiştir. O zaten gözünü, ondan sakınmakla emredilmiştir.
2- Ebu Cehm´le ilgili olarak “sopasını omuzundan indirmez” tabiri iki ma´nâya muhtemel görülmüştür:
* Çok seyahat yapar.
* Çok döver. Bu ma´nâ esahh kabul edilmiştir, çünkü başka rivayette “kadınları çok döven kimse” olduğu tasrîh edilmiştir.
3- Nevevî: “Bu hadîs, istişare sırasında bir insanın kusurunu söylemenin, nasîhat taleb etmenin cevazına delildir. Bu, haram olan gıybet değildir, vacib olan nasîhattendir” der.
4- Resûlullah, Üsame´nin mümtaz vasıflarını yakînen bildiği için Fatıma´ya onu tavsiye etmiştir. Üsame, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın terbiyesinde yetişme şerefine eren nadir bahtiyarlardan biridir, radıyallahu anh. Nitekim, Fatıma da ondan hayır ve berekete ve saadete mazhar olduğunu kendisi itiraf etmiştir.
5- Hadîs üç talakla boşanan kadınların iddet esnasında, nafaka ve süknâ hakkı bulunmadığını söyleyenlere delil olmaktadır. Nevevî der ki:[31] “Bâin talakla boşanan, hâmile olmayan kadınlar hakkında ülemâ ihtilaf etmiştir: Bunların nafaka ve süknâ hakkı var mı yok mu ” diye…
* Ömer İbnu´l-Hattâb, Ebu Hanîfe ve başka bazı selef: “Kadın, nafaka ve süknâ hakkına sahiptir” demiştir.
* İbnu Abbâs ve Ahmed: “Nafaka hakkı da yok, süknâ hakkı da yok” demiştir.
* İmam Mâlik ve Şâfiî ve başkaları, “Süknâ gerekir, nafaka gerekmez” demiştir.
Süknâ ve nafaka, her ikisi de var diyenler, “Boşadığınız, fakat iddeti dolmamış kadınları gücünüz nisbetinde, kendi oturduğunuz yerde oturtun. Onları sıkıntıya sokmak için zarar vermeye kalkışmayın” (Talâk 6) âyetiyle ihticac ederler, “burada süknâ emri var” derler. Onlara göre kocanın yanında mahpus durumda olunca, nafaka verme gereği de anlaşılır. Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu meselede şöyle demiştir:
“Biz bilmeyen yahut unutmuş bulunan bir kadının sözüyle Rabbimizin Kitabını, Peygamberimizin sünnetini bırakacak değiliz.” Âlimler, “Rabbimizin kitabındaki” ile süknâ´nın kastedildiğini söylerler.
“Süknâ ve nafaka vacib değildir” diyenler de sadedinde olduğumuz Fatıma Bintu Kays hadisiyle amel etmişlerdir.
Nafaka olmaksızın süknâ´ya vacib diyenler, az yukarıda kaydettiğimiz âyetin zâhiriyle amel ederler, çünkü orada kocanın beraberinde ikamet ettirilmesi emredilmektedir.
Fatıma hadîsinden başka, “Boşadığınız, fakat iddeti dolmamış kadınları gücünüz nisbetinde kendi oturduğunuz yerde oturtun. Onları sıkıntıya sokmak için zarar vermeye kalkışmayın. Eğer hamile iseler, doğurmalarına kadar nafakalarını verin…” (Talâk 6) mealindeki âyet de kadınlar hâmile olmadıkları takdirde nafaka verilmeyeceğini ifâde etmektedir.
* Hâmile kadın, bâin talakla boşandığı takdirde (iddet sırasında) hem süknâ, hem nafaka vâcib olur.
* Ric´i talakta her ikisinin de vacib olduğu bi´l-icma sâbittir. Kocası ölene de nafaka bi´l-icma vacib değildir.
“Bize (Şâfiîlere) göre esahh olan, kadına süknânın vacib olmasıdır, kadın hâmile de olsa meşhur görüşe göre nafaka yoktur, tıpkı gayr-ı hâmileye olmadığı gibi. Ancak nafaka da vacibtir diyen olmuş ise de, bu galattır.” (Nevevî)[32]
ـ4204 ـ2ـ وعن نافع: ]أنَّ بِنْتَ سِعِيدِ بنِ زَيْدٍ كَانَتْ تَحْتَ عَبْدِاللّهِ بْنِ عَمْرِو بْنِ عُثْمَانَ فَطَلَّقَهَا ألْبَتَّةَ. فَانْتَقَلَتْ. فَأنْكَرَ ذلِكَ عَلَيْهَا عَبْدُاللّهِ بْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما[. أخرجه مالك .
2. (4204)- Nâfi´ rahimehullah anlatıyor: “Saîd İbnu Zeyd´in kızı Abdullah İbnu Amr İbnu Osmân´ın nikahı altında idi. Kadını, kocası talâk-ı bette ile boşadı. Kadın, kocasının evini (iddeti dolmadan) terketti. Onun bu davranışını Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) hoş karşılamadı.” [Muvatta, Talâk 64, (2, 579).][33]
AÇIKLAMA:
Abdullah İbnu Ömer radıyallahu anhümâ kadının evini terketmesini ayet-i kerime´ye muhalif bulduğu için hoş karşılamamıştır. Çünkü önceki hadîsin açıklamasında kaydettiğimiz üzere, Talâk sûresinin altıncı âyetinde, boşanan kadınların (iddet boyunca) kocalarının yanlarında iskan ettirilmeleri emredilmiştir. Bu âyete dayanarak, çoğunlukla âlimlerimiz boşanan kadının süknâ hakkını kabul ederler (Önceki hadîste Nevevî´den kaydettiğimiz açıklama görülmelidir).[34]
ـ4205 ـ3ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]طُلِّقَتْ خَالِتِي فَأرَادَتْ أنْ نَجُدَّ نَخْلَهَا فَزَجَرَهَا رَجُلٌ أنْ تَخْرُجَ. فَأتَتِ النَّبِىِّ #. فقَالَ: بَلَى، فَجُدِّي نَخْلَكِ، فَعَسى أنْ تَتَصَدّقِي أوْ تَفْعَلِي مُعْرُوفاً[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائي.»جَدَّ النَّخَلَ« إذا قطع ثمرها .
3. (4205)- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Teyzemi kocası [üç talakla] boşamıştı. Teyzem hurmalarının meyvesini kesmek istedi Bir adam onu evden çıkmaktan men etti. Teyzem de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelip durumunu arzetti. Aleyhissalâtu vesselâm: “Tabiî, hurmalarını devşir, ondan dilersen tasadduk eder, dilersen ma´ruf üzere tasarruf edersin!” buyurdu.” [Müslim, Talak 55, (1483); Ebu Dâvud, Talâk 41, (2297); Nesâî, Talak 70, (6, 209).][35]
AÇIKLAMA:
Hattâbî der ki: “Hadisin hükmü şudur: “Boşanma iddeti bekleyen bir kadın gündüzleyin evden dışarı çıkabilir. Zira, hurma toplama işi, örfte ancak gündüzleri yapılabilir. Gece toplaması yasaklanmıştır.” Ensâr´ın hurmalıkları evlerine yakındı. Kadın sabah erkenden bu maksadla çıktı mı, mesafenin yakınlığı sebebiyle akşama evinde olması mümkündü. Bu hüküm üç talakla boşanan kadınlar hakkındadır. Eğer talak ric´î ise, gece de çıkamaz, gündüz de.” Ebu Hanîfe rahimehullah der ki: “Mebtûte[36] olan kadında, tıpkı ri´ciyye gibi gecegündüz de çıkamaz.” Şâfiî hazretleri ise; “Hadisin zahirine göre, gündüz çıkar, gece çıkamaz” demiştir.
Aliyyu´l-Kâri der ki: “Hadiste zikredilen illet ya çıkmak içindir- böylece anlaşılır ki: “Eğer tasadduk olmasaydı, kadının çıkması da caiz olmayacaktı- ya da tenvî içindir. Bu ikinci durumda farz olan tasadduktan (zekât), farz olmayan hayır, hediye, komşuya ihsan gibi nafile tasaddukların arzu edilmiş olması esastır. Yani Aleyhissalâtu vesselâm, “Malın nisaba ulaşmışsa zekatını öde, değilse tasadduk, ihsan, hediye gibi iyilikler yap(mak kaydıyla çık)” demiş olur. Hadiste, malın muhâfazasına, onun hayırda harcanması için el altına alınmasına ruhsat verilmiş olmaktadır.”
Talâk-ı bâinle boşanan kadının gece de gündüz de evinden çıkamayacağını söyleyen Hanefîler şu mealdeki âyete dayanırlar: “Onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar, ancak âşikar bir kötülük yapmışlarsa o başka” (Talâk 1).
Âyette temas edilen âşikar kötülük için “zina” denmiştir. Zâniye, hadd-ı şer´înin tatbiki için evden çıkarılır. Bazı hükümler: “Bundan murad “kadının itaatsizliği”dir, itaatsiz kadınlar süknâ (mesken) hakkını kaybederler” demiştir. Bununla “ağzı bozukluk” kastedildiğini söyleyen de olmuştur.
Şu halde kötülük hali olmadıkça kadın evinden çıkamaz, zaten nafakası kocasına aittir, çıkmaya ihtiyacı yoktur. Ancak, önce de belirtildiği gibi vefat iddetinde nafaka olmadığı için çıkabilir, geçimliğini temin eder. Bu maksadla çıkınca günün erken saatinden gecenin ilk saatlerine kadar dışarıda kalabilir.
Geceyi iddetini beklediği evde geçirmesi şarttır.[37]
ـ4206 ـ4ـ وعن مجاهد في قوله تعالى: ]وَالَّذِىنَ يُتَوفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ أزْوَاجاً اŒيةَ. قالَ: كَانَتْ هذِهِ الْعِدَّةُ، تَعْتَدُّ عِنْدَ أهْلِ زَوْجِهَا وَاجِباً فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: وَالَّذِىنَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ أزْوَاجاً وَصِيَّةً ‘زْوَاجِهِمْ مَتَاعاً إلى الحَوْلِ غَيْرِ إخْرَاجٍ فَإنْ خَرَجْنَ فََ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا فَعَلْنَ في
أنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍ. قَالَ: جَعَلَ اللّهُ تَعالى لَهَا تَمَامَ السَّنَةِ، سَبْعَةَ أشْهُرٍ وَعِشْرِينَ لَيْلَةً وَصِيَّةً، إنْ شَاءَتْ سَكَنَتْ فِي وَصِىَّتِهَا، وَإنْ شَاءَتْ خَرَجَتْ. وَهُوَ قَوْلُهُ تَعالى غَيْرَ إخْرَاجٍ فَإنْ خَرَجْنَ فََ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ. فَالْعِدَّةُ كَمَا هِيَ وَاجِبٌ عَلَيْهَا. قَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: نَسَخَتْ هذِهِ اŒيَةُ عِدَّتَهَا عِنْدَ أهْلِهَا فَتَعْتَدُّ حَيْثُ شَاءَتْ. قَالَ عَطَاءٌ: ثُمَّ جَاءَ الْمِيرَاثُ فَنَسَخَ السُّكْنَى فَتَعْتَدُّ حَيْثُ شَاءَتْ وََ سُكْنى لَهَا[. أخرجه البخاري وأبو داود والنسائي .
4. (4206)- Mücâhid rahimehullah, “İçinizden ölenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler” (Bakara 234) mealindeki âyetle ilgili olarak demiştir ki: “Kadının, bu iddeti, kocasının yanında beklemesi vacibtir. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri şu âyeti inzal buyurdu: “İçinizden ölüp, eşler bırakacak olanlar, evlerinden çıkarılmaksızın senesine kadar eşlerinin geçimini sağlayacak şeyi vasiyet etsinler. Eğer kadınlar çıkarlarsa kendilerinin meşru olarak yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur” (Bakara 240).
Mücahid devamla der ki: “Allah Teâlâ Hazretleri böylece kadına tam bir yıl (iddet) kıldı, bunun yedi ay yirmi günü vasiyet yoluyla tanınacak. Kadın dilerse bu vasiyet müddetinde kocasının evinde kalacak, dilerse terkedecek. Âyette geçen “evlerinden çıkarılmaksızın… Eğer çıkarlarsa… size sorumluluk yoktur” ibaresinin ma´nâsı budur. Esas iddet ise, onu beklemesi kadına vacibtir.”
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) der ki: “Bu âyet, kadının kocası yanında iddet geçirme mecburiyetini neshetmiştir, kadın dilediği yerde iddetini geçirir.”
Atâ der ki: “Sonra miras âyeti geldi, o da, süknâyı neshetti. Böylece kadının, koca yanındaki süknâsı kalktı, artık dilediği yerde iddetini geçirir.” [Buhârî, Tefsir, Bakara 41, Talâk 50; Ebu Dâvud, Talâk 42, 45, (2298, 2301); Nesâî, Talâk 60, (6, 200).][38]
AÇIKLAMA:
1- Görüldüğü üzere ülemânın ihtilaf ettiği bir mesele ile karşı karşıyayız. İbnu Hacer, Mücahid´in görüşüne ne müfessir ne fakih hiç kimsenin katılmadığını ve benzeri bir anlayışa hiç kimsenin yer vermediğini belirtir.
İddet meselesinde esas olan, bir yıllık iddetin mensuh olmasıdır. Ölen kocanın ailesinden kadının nafaka istemesi de mevzubahis olmamaktadır, çünkü miras âyeti, kocanın malına kadını da varis kıldığı için ayrıca birde nafakaya gerek kalmamıştır.
Esasen bir yıllık nafaka vasiyet etmeyi âmir olan 240 numaralı âyet, zevceye mirasın gelmediği ilk yıllara ait olmalıdır. Çünkü, miras âyeti inince hem “ölenin hanımını mirasa iştirak ettirip vâris kılmış, hem de varislere vasiyette bulunmayı yasaklamıştır.” Öyleyse kocasının evinde bir yıllık iddetle ilgili âyet mensuhtur. Mezkur âyeti nesheden muahhar âyet de iddet müddetini dört ay on gün olarak tesbit eden âyettir.
2- Atâ´nın “miras âyeti süknâyı kaldırdı” demesi, miras âyetiyle nafaka kalktı demektir. Süknâ nafakanın bir parçası sayılmıştır. Miras hakkının verilmesiyle nafaka kalkınca, süknâ da kendiliğinden kalkmış oluyor. Sadece İmam Şâfiî nafaka ile süknâyı ayrı mütâlaa etmiş ise de, bu dirayeten zayıf görülmüştür. Keza bu meselede, yukarıda kaydettiğimiz Mücahid´in münferid kavlinin esas alınmış olması sebebiyle rivayeten de zayıf addedilmiştir.[39]
ـ4207 ـ5ـ وعن يحيى بن سعيد قال: ]جَاءَتِ امْرَأةٌ إلى ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فَذَكَرتْ لَهُ وفَاةَ زَوْجِهَا وَذَكَرَتْ حَرْثاً لَهُمْ بِقَنَاةٍ، وَسَألَتْهُ: هَلْ يَصْلُحُ لَهَا أنْ تَبِيتَ فِىهِ فَنَهَاهَا عَنْ ذلِكَ. وَكَانَتْ تَخْرُجُ إلَيْهِ سَحَراً فَتَظَلُّ فِيهِ. ثُمَّ تَدْخُلُ الْمَدِينَةَ فَتَبيتُ في بَيْتِهَا[. أخرجه مالك .
5. (4207)- Yahya İbnu Saîd rahimehullah anlatıyor: “Bir kadın, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e gelip kocasının öldüğünü ve kendilerinin (Medine´nin) Kanât nam mevkiinde bir ekinlerinin olduğunu söyledi ve geceyi orada geçirmesinin kendisi için caiz olup olmadığını sordu.
“İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) kadını bundan nehyetti. Bu sebeple kadın, erkenden oraya gider, orada gölgelenir, sonra akşama Medine´ ye döner, evinde gecelerdi.” [Muvatta, Talâk 88, (2, 592).] [40]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet kocası ölen bir kadının iddeti içerisinde, ihtiyaçlarını görmek üzere, gündüzleri kocasının evinden çıkabileceğini ifade etmektedir. [41]
BEŞİNCİ FASIL
İHDÂD (MATEM)
ـ4208 ـ1ـ عن حميد بن نافع قال: أخبرتني زينب أبي سلمة بهذه احاديث الثثة. قالت: ]دَخَلْتُ عَلى أُمِّ حَبِيبَةَ زَوْجِ النَّبِيِّ # حِينَ تُوُفِّيَ أبُوهَا أبُو سُفْيَانَ ابْنُ حَرْبٍ فَدَعَتْ أُمُّ حَبِيبَةَ بِطِيبٍ فيهِ صُفْرَةٌ، َخَلُوقٌ أوْ غَيْرَهُ، فَدَهَنَتْ مِنْهُ جَارِيَةً ثُمَّ مَسَّتْ بِعَارِضَيْهَا. ثُمَّ قَالَتْ: وَاللّهِ مَالِي بِالطِّيبِ مَنْ حَاجَةٍ، غَيْرَ أنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: َ يَحِلُّ مْرَأةٍ تُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اŒخرِ أنْ تَحِدَّ عَلى مَيِّتٍ فَوْقَ ثََثِ لَيَالٍ إَّ عَلى زَوْجٍ أرْبَعَةَ أشْهُرٍ وعَشْراً. قَالَتْ زَيْنَبُ: فَدَخَلْتُ عَلى زَيْنَبَ بنْتِ جَحْشٍ حِينَ تُوُفِّيَ أخُوهَا فَدَعَتْ بِطِيبٍ فَمَسَّتْ مِنْهُ. ثُمَّ قَالَتْ: أمَا وَاللّهِ مَالِي بِالطِّيبِ مِنْ حَاجَةٍ غَيْرِ أنِّي سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: َ يَحِلُّ “مْرَأةٍ تُؤْمِنُ باللّهِ وَالْيَوْمِ اŒخِرِ، وَذَكَرَتْ نَحْوَهُ. قَالَتْ رَيْنَبُ: وَسَمِعْتُ أُمِّي أُمِّ سَلَمَةَ تَقُولُ: جَاءَتِ امْرَأةٌ إلى النَّبِيِّ # فَقَالَتْ: إنَّ ابْنَتِي تَوَفِّي عَنْهَا زَوْجُهَا وَقَدِ اشْتَكَتْ عَيْنَهَا أفَنَكْحُلُهَا؟ فقَالَ # َ، مَرَّتَيْنِ أوْ ثَثاً. كُلُّ ذلِكَ يَقُولُ َ. ثُمَّ قَالَ: إنَّمَا هِيَ أرْبَعَةُ أشْهُرٍ وَعَشْرٌ. وَقَدْ كَانَتْ إحْدَاكُنَّ فِي الْجَاهِلِيَّةِ تَرْمِي بِالْبَعْرِةِ عَلى رَأسِ الْحَوْلِ. قَالَتْ زَيْنَبُ رَضِيَ اللّهُ عَنْها كَانَتِ الْمَرْأةُ إذَا تُوُفِّي زَوْجُهَا دَخَلَتْ حِفْشاً وَلَبِسَتْ شَرَّ ثِيَابِهَا وَلَمْ تَمَسَّ طِيباً حَتّى تَمُرَّ بِهَا سَنَةٌ. ثُمَّ تُؤْتى بِدَابَّةٍ، حِمَارٍ أوْ شَاةٍ أوْ طَيْرٍ،
فَتَفْتَضُّ بِهِ، فَقَلَّمَا تَفْتَضُّ بشَىْءٍ إَّ مَاتَ. ثُمَّ تَخْرُجُ فَتُعْطى بَعْرَةً فَتَرْمِى بِهَا. ثُمَّ تُرَاجِعُ بَعْدُ مَا شَاءَتْ مِنْ طِيبٍ أوْ غَيْرِهِ[.قَالَ مَالك: »تَفْتَضُّ« تَمْسَحْ بِهِ جلدهَا أخرجه الستة.»الحِفْشُ« بيت صَغِير قَصِير سُمِّيَ خفشاً لضيقه .
1. (4208)- Humeyd İbnu Nâfi´ anlatıyor: “Bana Zeyneb Bintu Ebî Seleme şu üç hadisi haber verdi:
Dedi ki: “Babası Ebu Süfyan İbnu Harb vefat edince, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevce-i pâkleri Ümmü Habîbe´nin yanına girdim. (Ben yanında iken) Ümmü Habîbe içerisinde sarı renk bulunan bir sürünme maddesi (tîyb) getirtti, bu halûk veya bir başkası idi. Ondan bir cariyeye sürdü, sonra da yanaklarına süründü. Sonra dedi ki: “Vallahi benim sürünüp süslenmeyi ihtiyacım yok. Ancak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim: “Allah´a ve âhiret gününe inanan bir kadına, bir ölü üzerine üç geceden fazla mâtem tutması helal olmaz. Fakat kocası müstesna, ona dört ay on gün mâtem tutar.”
Zeyneb dedi ki: “Kardeşi öldüğü zaman Zeyneb Bintu Cahş (radıyallahu anhâ)´nın yanına girdim. O da bir tîyb istedi ve ondan süründü. Sonra dedi ki: “Doğrusu, vallahi sürünmeye bir ihtiyacım yok. Ancak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim: “Allah´a ve âhiret gününe inanan bir kadına…” diye başlayan önceki hadisi aynen zikretti.”
Zeyneb (üçüncü rivayetinde) dedi ki: “Annem Ümmü Seleme´yi işittim, diyordu ki: “Bir kadın Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek: “Kızımın kocası öldü. Gözünden de hasta, gözüne (ilaç niyetiyle) sürme çekebilir miyiz ” diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: “Hayır!” dedi. Kadın iki veya üç sefer aynı talebte bulundu. Aleyhissalâtu vesselâm her seferinde “Hayır!” dedi ve sonuncuda ilave etti: “Onun mâtem müddeti dört ay on gündür. Cahiliye devrinde sizden biri, sene başına mayıs atardı.”
[Ravi Humeyd der ki: “Zeyneb´e “Senenin başına mayıs atma” nedir ” diye sordum] Zeyneb (radıyallahu anhâ) dedi ki: “Kocası ölen bir kadın hıfş (denen hücre)´ına çekilir, en kötü elbisesini giyer, üzerinden bir yıl geçmedikçe tîyb sürünmez (yıkanmaz, tırnak kesmez, hiçbir temizlik ameliyesinde bulunmaz, sonra bir yıl tamam olunca berbat bir manzara ile çıkar)dı. Sonra ona bir hayvan getirilirdi. Bu eşek veya koyun veya bir kuş olabilirdi. Bu (hayvanı önüne sürmek suretiyle iddet halini) kırardı. İddetini kırmada kullandığı hayvan hemen hemen ölürdü. Sonra (iddetten) çıkardı, kendisine mayıs verilirdi, o da bunu [önüne] atardı. (Böylece evlenmeye helal olurdu.) İşte bundan sonra tîyb ve diğer (süslenme ve başka) şeylere müracaat ederdi.” [Buhârî, Talâk 46, 47, 50, Cenâiz 31; Müslim, Talâk 58 (1486-1489); Muvatta, Talâk 101, (2, 596-598); Ebu Dâvud, Talâk 42, (2299) Tirmizî, Talâk 18, (1195, 1196, 1197); Nesâî, Talâk 61, (6, 201), 60, (6, 205).][42]
AÇIKLAMA:
1- İhdâd: Mâtem olarak tercüme ettiğimiz bu kelime, İbnu´l-Esir´in, en-Nihaye´de açıklamasına göre, daha çok kadınlar için kullanılır: Kocası ölen kadının, bu ölüme üzülmesi, üzüntüsünü üzüntü elbisesi giyerek izhar etmesidir. Bu halde olan kadına muhidd veya hâdd denmiş olması, yani ism-i failin müzekker sîga ile gelmesi bu kelimenin sadece kadınların mâtem halini ifade için kullanıldığını gösterir. Bu haliyle dilimizde tam karşılığı olmayan bir kelimedir. Zira mâtem kelimesini erkek ve kadın için de kullanırız. Diğer taraftan yas tutmak da ihdâd´ı tam karşılamaz. Çünkü yas, ölenin arkasından ilk günlerde ağlayıp sızlayarak; onun iyiliklerini, hâtıralarını, ölümüyle maruz kalınacak zararları, acıları ifade zımnında acıklı sözler söyleyerek sesli surette yapılan mâteme denir.
İhdâd ise, kadının, kocasını kaybetmiş olmanın alâmeti olarak, her çeşit süslenmeyi, normal giyimi terkedip, mâtem alameti taşıyan bir kıyafete girmesidir. Sadedinde olduğumuz rivayetin son kısmı, cahiliye devrinde İhdâd´ın örfen bir yıl sürdüğünü, sağlık kaidelerine, insan haysiyetine uymayan bir mahiyet taşıdığını ifade etmektedir. Bir yıl boyu -en-Nihaye´nin ifadesiyle- tavanı son derece basık, dar ve adi bir hücreden ibaret hıfş´a çekilip, yıkanma, tıraş, tırnak kesimi, çamaşır değişmesi gibi her çeşit temizliği terketmek, sonra da berbat bir manzara ile çıkmak… İslam bu haysiyet kırıcı işi kaldırıp, mahiyetini de değiştirerek ihdâd´ı dört ay on güne indirmiştir. Üstelik İslam´ın kadınlardan talebi, süslenmenin terkinden ibarettir. Bundanda maksad, kadının o esnâda evlenemeyecek durumda olduğunun ilânıdır. Zira süslendi, tîybini süründü mü evlenebilecek durumda demektir.
Burada, esasen Kur´anî bir tesbit olan bu dört ay on gün rakamı nereden çıkmış hangi mülâhaza ile bu rakam tesbit edilmiş olabilir diye hatıra gelebilecek bir sorunun da cevabını verelim. İbnu Kesir, tefsirinde ilgili âyeti açıklarken der ki: “Saîd İbnu´l-Müseyyeb, Ebu´l-Âliye ve başkalarının zikrine göre, ölüm iddetini dört ay on gün kılmadaki hikmet, kadının rahminde, hamilelik ihtimalinin bulunmasıdır. Kadın bu müddet esnasında bekledi mi, hamileliğin olup olmadığı ortaya çıkar. Nitekim Sahîheyn´de İbnu Mes´ud ve başkalarınca da rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Sizden birinizin yaratılışı anne rahminde ilk kırk günde (azayı esasiyeyi muhtevî bir rüşeym halinde) bütünlenen bir nutfe olur. Bundan sonra aynı müddette alaka (rahmin cidarına asılmış bir parça), sonra da bu kadar zamanda mudga (et parçası) olur, sonra da bir melek gönderilerek ona ruh üflenir.”
Bu hadiste üç tane kırk zikredilir ki tam dört ay yapar. Bazı aylar eksik olduğu ve bir de ruh üflenmesinden sonra hareketin zuhuru için on gün de ihtiyat payı ilave edilmiş, dört ay on gün olmuştur. Gerçeği Allah bilir. İbnu´l-Esir, müteakiben “Ongün”ün hikmeti hususunda muhtelif âlimlerin yorumlarını kaydeder. Aşağı yukarı hepsi bu müddeti ruhun üflenme vakti olarak değerlendirirler.
Şunu da ilave edelim: İbnu Kesir´in kaydettiği üzere, âlimler çoğunluk itibâriyle cariyelerin iddetini, hürre´lerin iddetinin yarısı olarak değerlendirdiği halde meseleyi yukarıda açıkladığımız fıtrî durum açısından değerlendiren Muhammed İbnu Sîrîn ve bazı Zâhirî alimler hür ve köle herkesin aynı fıtrî kanunlara tabi olduklarını ileri sürerek arada fark görmemiş, cariyelerinde hürler gibi aynı müddet esnasında iddet beklemeleri gerektiğini söylemiştir.
2- Hadiste Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), mâtem halinde olan kadına, tedavi maksadıyla da olsa, sürme çekilmesine izin vermiyor. Âlimler, bu hususu münakaşa etmiş, bazıları mutlak haram olarak değerlendirirken, diğer bazıları da İslam´ın kolaylık dini olmasından hareketle, tedavi için sürme kullanmanın haram olmayacağını söylemiş ve hadisin Muvatta´da gelen bir vechini de delil olarak göstermiştir. O vecihte, Aleyhissalâtu vesselâm: “Sürmeyi geceleyin çek, gündüz olunca sil” buyurmuştur. Nihâî hüküm şöyle olmaktadır: “İddetli kadın, normalde sürme çekemez, sıhhî gerek olursa gündüz silmek kaydıyla gece çekebilir.” Şu halde hadisteki nehiy tahrim değil, kerâhet-i tenzihiyye ifade etmektedir.
Nevevî, kocası ölen kadının, bir sene iddet bekleyeceğinden bahseden âyetin bu hadisle sarahaten neshedildiğini de söyler.
3- Hadiste geçen mayıs atma´nın ne olduğu da farklı yorumlara sebep olmuştur.
* İmam Mâlik´ten yapılan bir rivayete göre, “Kadın bir koyun veya deve mayısını atardı. Mayısı önüne atar, bu onun iddetten çıkışı olurdu.”
* İbnu´l-Vehb´in rivayetinde: “Koyun mayısını arkasına atardı” diye açıklanmıştır.
* Bazı âlimler: “İddeti, hayvan mayısı atar gibi attığına işarettir” demiştir.
* “Kadının tezeği tefe´ül için yani bir daha böyle bir hal başıma gelmesin” ma´nâsında attığını söyleyen de olmuştur. Bir cahiliye âdeti olması sebebiyle hurâfemsi ma´nâlar da mümkündür, nitekim başka yorumlar da yapılmıştır.
4- Mâtem halinin hayvanla kırılması tabiri de farklı yorumlara bâis olmuştur. فَتَفَتَضُّ بِهِ tabiri Hattâbî´ye göre, “Kadın, içinde bulunduğu mâtem halini bu hayvanla kırardı” demektir. Zira kelimenin aslı olan فضى kırmak, dağıtmak ma´nâsına gelir. Ahfeş´e göre, “Kadın o hayvanla temizlenirdi” demektir. Ona göre, kelime gümüş demek olan فِضَّةٌ ´dan alınmadır, temizlik de beyazlığı, saflığı temsil eden gümüşle ifade edilmiştir.
İbnu Kuteybe der ki: “Ben bu kelimeyi Hicazlılara sordum. Dediler ki: “Cahiliye devrinde iddet bekleyen kadın koku sürünmez, yıkanmaz, tırnak kesmez, hiç bir temizlik yapmaz. Bir sene sonunda çok berbat bir halde çıkar, sonra içinde bulunduğu hali, önüne sürdüğü bir kuş ile kırar ve kuşu atardı. Kuş da artık hemen hemen yaşayamazdı.” Ezherî, İmam Şâfiî´nin فَتفتصى kelimesini فَتقصى şeklinde rivayet ettiğini yazmıştır. Bu durumda bir şeyi parmaklarıyla yakalardı ma´nâsına gelir.
İmam Mâlik´in kelimeyi “Kadın hayvanla cildini silerdi” diye anladığı, İbnu Vehb´in: “Kadın eliyle hayvana ve onun sırtına dokunurdu” diye anlattığı rivayet edilmiştir. Bazı âlimler de “Kadın hayvana dokunur, sonra temiz su ile gümüş gibi bembeyaz oluncaya kadar paklanırdı” şeklinde anlamıştır.
Şu halde bunlar cahiliye adeti olması hasebiyle farklı yorumlara açık hurafelerdi.
İslam bunlara hâtime çekmiştir.[43]
ـ4209 ـ2ـ وعن أم عطية رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كُنَّا نُنْهى أنْ نُحِدَّ
عَلى مَيِّتٍ فَوْقَ ثَثٍ إَّ عَلى زَوْجٍ أرْبَعَةَ أشْهُرٍ وَعَشْراً. وََ نَكْتَحِلُ، وََ نَتَطَيِّبُ، وََ نَلْبَسُ ثَوْباً مَصْبُوغاً إَّ ثَوْبَ عَصْبٍ، وَقَدْ رُخِّصَ لَنَا عِنْدَ الظُّهْرِ إذَا اغْتَسَلَتْ إحْدَانَا مِنْ مَحِيضِهَا في نُبْذَةٍ مِنْ كُسْتِ أظْفَارٍ، وَكُنَّا نُنْهى عَنْ اِتِّبَاعِ الْجَنَائِزِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.»النُّبْذَةُ« القدر اليسير من الشئ.»والكُسْتُ« لغة في القسط وهو معروف.»وَا‘ظْفَارُ« ضرب من العطر .
2. (4209)- Ümmü Atiyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Biz, kocalarımız hâriç, herhangi bir ölü üzerine üç günden fazla mâtem tutmaktan men edilmiştik. Kocalarımız için dört ay on gün mâtem tutmalıydık. Bu esnada ne sürme çekerdik, ne tîyb sürünürdük, ne de boyalı elbise giyerdik. Giyebildiğimiz, sadece asb (denen daha dokunmazdan önce boyanmış kumaşlardan mâmul) elbise idi. Mâtemli kadına, hayız halinden çıkıp temizlik dönemine girince, yaptığı yıkanmada azıcık koku kullanmasına izin verildi.” [Buhârî, Talâk 48, 49, Hayız 12, Cenâiz 30, 31; Müslim, Cenâiz 34, (938), Talâk 66, (938); Ebu Dâvud, Talâk 46, (2302, 2303); Nesâî, Talâk 63-64, (6, 203, 204).][44]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet de kadınların kocaları dışındaki yakınlarının ölüleri için üç günden fazla mâtem alameti taşımalarının yasaklandığını, mâtemin kocaları için de dört ay on gün olarak sınırlandığını belirtir. Ayrıca hadiste mâtem âdâbı da açıklanmaktadır: Sürme, tîyb, koku, renkli elbise yasağı.
Ruhsat verilen koku, hayızdan çıkarken yapılan gusülde azıcık kust veya za´fer kokusudur. Kust (küst veya küşt de denir). Bedevilerce kullanılan bir nevi buhurdur. İbnu Baytar buna isin de dendiğini söylemiştir.
Ezfâr da bir nevi siyah buhurdur. Parçası tırnağa benzediği için bu ismi almış olmalı.
Nevevî, bu maddelerin kullanılmasına, kokulanmak için değil, hayız kanının bıraktığı pis kokunun bastırılıp giderilmesi için ruhsat tanındığını belirtir. İbnu Battâl der ki: “Hayız gören kadına gerek iddetli olsun ve gerek olmasın, hayızdan yıkanırken kanın kokusunu gidermek için kust ile buhurlanmasına ruhsat verilmiştir. Bunu, namaz kılmak ve kanın eseri olarak devam edecek olan pis kokudan melekleri korumak için yapar.”
Hadiste, iddet sırasında renkli elbiseler de yasaklanmakta, sadece asb denen bir kumaşa izin verildiği belirtilmektedir. Asb Yemen´de yapılan bir kumaştır. Daha iplikken boyandığı belirtilir. Bazı âlimler bunu çizgili kumaş olarak açıklar. Şöyle de tarif edilmiştir: “İpliği toplanır, sımsıkı bağlanır, sonra boyanır, sıkı bağlanması sebebiyle bazı yerlerinde boya işlemez, dokununca tabiî bir desen, bir nevi çizgiler hâsıl eder.” Âlimler mâtem döneminde siyah renkli kumaşın meşru ve helal olduğunu da belirtirler.[45]
ـ4210 ـ3ـ وعن أم سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَلْبَسُ الْمُتَوََفِّى عَنْهَا زَوْجُهَا الْمُعَصْفَرَ مِنَ الثِّيَابِ، وََ الْمُمَشَّقَةَ، وََ الْحُلِّي، وََ تَخْتَضِبُ، وََ تَكْتَحِلُ، وََ تَمْشِطُ بِشَىْءٍ إَّ بِالسِّدْرِ تُغَلِّفُ بِهِ رَأسَهَا[. أخرجه ا‘ربعة إ الترمذي، وهذا لفظ أبي داود.»المُمَشَّقَةُ« ما صبغ بالمشق، وهي المغرة بسكون الغين .
3. (4210)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kocası ölen kadın sarıya boyanmış veya kırmızıya boyanmış elbise giymez, zinet takınmaz, kına yakınmaz, sürmelenmez, başını tararken kokulu madde kullanmaz, başını sidre ile kaplar.” [Ebu Dâvud, Talâk 46, (2304); Nesâî, Talâk 65, (6, 203); Muvatta, Talâk 104-108, (2, 598, 600).][46]
AÇIKLAMA:
Hadisin Ebu Dâvud´da gelen bir vechi, iddet bekleyen kadınların durumu ile ilgili olarak daha bir açıklık getirmektedir. Şöyle ki: “Muğîre İbnu´d-Dahhâk anlatıyor: “Ümmü Hakîm Bintu Esîd, annesinden bana nakletti ki, kocası ölmüştü, kendisi iddet bekliyordu. Bu sırada gözleri hastalandı ve (ilaç niyetiyle) gözlerine cila sürmesi´nden çekti. Bir hizmetçisini de Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)´ya gönderdi ve cila sürmesinden sordu. Bu halde gözüne çekmesi caiz mi diye. Ümmü Seleme: “Sana sıkıntı veren ciddi bir sebep olmadıkça çekme! Bu durumda da gece çeker gündüz silersin” diye cevap verdi. Ayrıca bu sırada Ümmü Seleme dedi ki: “(Eski kocam) Ebu Seleme öldüğü sıralarda ben iddette iken, (bir gün) yanıma Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) girdi. O sırada gözüme sabır çekmiştim. Bana: “Bu da ne ey Ümmü Seleme ” buyurdu. “Ya Resulallah, bu sabırdır içerisinde tîyb (koku) yoktur!” dedim. “Ama, dedi, o yüze tazelik verir, sakın sürünmeyesin. Ancak, gündüz kaldırman şartıyla gece sürebilirsin. Saçlarını ne tîyb ne de kına ile tara. Zira kına boyadır.”
Ümmü Seleme der ki: “Ey Allah´ın Resûlü, öyleyse ne ile taranayım dedim de şu cevabı aldım: “Sidr ile, onunla başını kapla!.”
Sübülü´s-Selam´da bu hususla ilgili olarak şu açıklama dermeyan edilir: “Cumhur, Mâlik, Ahmed, Ebu Hanîfe ve Ashâbı, iddet bekleyen kadına iddeti içerisinde (ihtiyaç halinde) ismid sürmesi çekebileceğine hükmetmiştir. Bu hükme giderken -yukarıda kaydettiğimiz- Ebu Dâvud´da gelen Ümmü Seleme hadisine dayanmışlardır.” İbnu Abdilberr der ki: “Benim nazarımda da cevaz esastır, hatta bu, Ümmü Seleme´nin, gözden endişe edilmesine rağmen sürme çekmeyi yasaklayan bir diğer rivayetine[47] muhalif olsa da. Ancak her iki muhalif rivayeti cem etmek mümkündür. Şöyle ki: Aleyhissalâtu vesselâm, yasakladığı durumda, gözün sürmeye olan ihtiyacının ciddi ve zarurî olmadığını bildi. Onun için mevcut rahatsızlığa rağmen müsaade etmedi. Geceleyin çekmeye izin verdiği durumda ise, gözdeki rahatsızlık ciddi idi, sürmeye olan ihtiyaç şiddetli ve zaruri idi.”[48]
ـ4211 ـ4ـ وعن ابنِ المُسَيِّبِ وَسليمان بن يسار: ]أنَّ طُلَيْحَةَ ا‘سَدِيَةَ كَانَتْ تَحْتَ رَشِيدِ الثَّقَفِيِّ فَطَلَّقَهَا فَنَكَحَتْ فِي عِدَّتِهَا. فَضَرَبَهَا عُمَرُ وَزَوْجَهَا بِالْمَخْفَقَةِ ضَرَبَاتٍ، وَفَرَّقَ بَيْنَهُمَا ثُمَّ قَالَ: أيُّمَا امْرَأةٍ نَكَحَتْ فِى عِدَّتِهَا، فَإنْ كَانَ زَوْجُهَا الَّذِى تَزَوَّجَ بِهَا لَمْ يَدْخُلْ بِهَا فُرَّقَ بَيْنَهُمَا، وَاعْتَدَّتْ بَقِيَّةَ عِدَّتِهَا مِنَ ا‘وَّلِ، ثُمَّ كَانَ اŒخِرُ خَاطِباً
مِنَ الخُطَّابِ. فَإنْ دَخَلَ بِهَا فُرِّقَ بَيْنَهُمَا، ثُمَّ اعْتَدَّتْ بَقِيَّةَ عِدَّةِ ا‘وَّلِ، ثُمَّ اْعَتدَّتْ مِنَ اŒخِرِ. ثُمَّ َ يَجْتَمِعَانِ أبَداً. قَالَ ابْنُ الْمُسَيَّبِ وَلَهَا مَهْرُهَا كَامًِ بِمَا اسْتَحَلَّ مِنْهَا[. أخرجه مالك .
4. (4211)- İbnu´l-Müseyyeb ve Süleymân İbnu Yesâr rahimehumullah anlatıyor: “Tuleyhâ el-Esediyye, Reşîd es-Sakafî´nin nikahı altında idi. Reşîd, Tuleyhâ´yı boşadı. Kadın, iddeti içerisinde iken evlendi. Hz. Ömer (radıyallahu anh), ona da kocasına da değnekle çokça vurdu ve aralarını ayırdı. Sonra şunu söyledi: “İddeti içerisinde hangi kadın evlenirse, onun evlenen kocası, gerdek yapmamış bile olsa araları ayrılacak ve kadın, önceki iddetinden geri kalan kısmı tamamlayacak. Sonra ikincisi, taliblerden bir talib olacak. Eğer erkek; kadınla gerdek yapmış idiyse, araları ayrılır, kadın önceki iddetini tamamlar. Sonra ikinciden dolayı yeniden iddet bekler. Bunlar ebediyyen evlenemezler.”
İbnu´l-Müseyyeb der ki: “Erkek, kadını kendine helal addettiği için ona tam mehir öder.” [Muvatta, Nikah 27, (2, 536).][49]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, iddeti içerisinde kadınla evlenmenin haram olduğunu göstermektedir. Gerdek yapmamış olanların nikahları bozulmakta, kadın iddetini tamamlayınca, önceki nikah akdi erkeğe hiçbir rüçhan hakkı tanımaksızın, kadınla evlenebilme imkanı doğmaktadır. Kadın, dilerse onunla, dilerse bir başkasıyla evlenmektedir.
İddeti dolmadan nikah akdi yapan erkek, kadınla gerdek yapmışsa, nikah yine bozulmakta, kadın önceki iddete yeni bir iddet daha ekleyip, iddetini tamamlamakta, ama bu sefer, erkek, kadına mehrini tam olarak ödemekle birlikte, onunla ebediyyen evlenememektedir.[50]
ـ4212 ـ5ـ وعن نافع: ]أنَّ صَفِيَّةَ بِنْتَ أبِي عُبَيدِ اشْتَكَتْ عَيْنَيْهَا وَهِيَ حَادٌّ عَلى زَوْجِهَا ابْنِ عُمَرَ فَلَمْ تَكْتَحِلْ حَتّى كَادَتْ عَيْنَاهَا تَرْمَصَانِ[. أخرجه مالك.»الرَّمصُ« البياض الذي تقذفه العين رطبا.
5. (4212)- Nâfi anlatıyor: “Safiyye Bintu Ebî Ubeyd, kocası İbnu Ömer´den iddet beklerken gözlerinden hastalandı. Gözleri nerdeyse çapaklanıyordu, yine de sürme çekmedi.” [Muvatta, Talâk 107, (2, 599).][51]
ـ4213 ـ6ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ تََ قَولَهُ تَعالى: وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأنْفُسِهِنَّ ثََثَةَ قُرُوءٍ، وَقَوْلَهُ تَعالى: إذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَطَلِّقُوهُنَّ لِعِدَّتِهِنَّ وَأحْصُوا الْعِدَّةَ؛ وَالَّŒئِى يَئِسْنَ مِنَ الْمَحِيضِ مِنْ نِسآئِكُمْ إنْ ارْتَبْتُمْ فَعِدَّتُهُنَّ ثََثَةَ أشْهُرٍ، وَالَّŒئِي لَمْ يَحِضْنَ. فَقَالَ هذِهِ عِدَدُ الْمُطَلَّقَاتِ وَاسْتَثْنى اللّهُ تَعالى مِنْ ذلِكَ غَيْرَ الْمَدْخُولِ بِهَا بَقَوْلِهِ: يَا أيُّهَا الَّذِىنَ آمَنُوا إذَا نَكَحْتُمُ الْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ أنْ تَمَسُّوهُنَّ فَمَا لَكُمْ عَلَيْهِنَّ مِنْ عَدَّةٍ تَعْتَدُّونَهَا. وَقَالَ تَعالى: وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ أزْواجاً يَتَرَبَّصْنَ بِأنْفُسِهِنَّ أرْبَعَةَ أشْهُرٍ وَعَشْراً. ثُمَّ أنْزَلَ اللّهُ رُخْصَةَ الْحَوَامِلِ مِنْهُنَّ بِقَوْلِهِ وَأُوَتُ ا‘حْمَالِ أجَلُهُنَّ أنْ يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ مِنْ مَطَلَّقَةٍ أوْ مُتَوَفّى عَنْهَا زَوْجُهَا[. أخرجه رَزِين .
6. (4213)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh), kendi anlattığına göre, şu âyeti okumuştu (Meâlen): “Boşanan kadınlar, kendi kendilerine, üç aybaşı hali beklerler…” (Bakara 228). Ve şu âyeti (meâlen): “Ey peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları, iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah´tan sakının. Onları, -apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana- evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar. Bunlar, Allah´ın sınırlarıdır. Allah´ın sınırlarını kim aşarsa, şüphesiz, kendine yazık etmiş olur. Bilmezsin, olur ki, Allah bunun ardından (gönlünüzde sevgi gibi) bir hal meydana getirir. Kadınların iddet süreleri biteceğinde, onları ya uygun şekilde alıkoyun, ya da uygun bir şekilde onlardan ayrılın; içinizden de iki adil şâhid getirin, şahidliği Allah için yapın. İşte bu, Allah´a ve âhiret gününe inananan kimseye verilen öğüttür. Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir. Allah´a güvenen kimseye O yeter. Allah buyurduğunu yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü var etmiştir. Kadınlarınız içinde ay hali görmekten kesilenler ile, henüz ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilinki, onların iddet beklemesi üç aydır…” (Talâk 1-4).
Ve dedi ki: “Bu, boşanan kadınların iddetleridir. Allah Teâlâ hazretleri bundan henüz temas edilmemiş olan kadınları, “Ey iman edenler, mü´min kadınlarla nikahlanıp, onları, temasta bulunmadan boşadığınızda artık onlar için size iddet saymaya lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle serbest bırakın” (Ahzab 49) meâlindeki âyetle istisna etmiştir.
Yine Allah Teâlâ buyurur ki, (meâlen): “İçinizden ölenlerin bırakmış olduğu eşler, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler; müddetleri sona erdiğinde, onların kendi haklarında uygun şekilde yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur” (Bakara 234). Sonra Allah Teâlâ Hazretleri, kadınlardan hamile olanların ruhsatını şu âyetle indirmiştir. (Meâlen): “(Boşanan veya kocası ölen kadınlardan) gebe olanların iddeti doğumları ile tamamlanır.” (Talâk 4). [Rezîn tahric etmiştir.] [52]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/33.
[2] Ayise, belli bir yaşa varıp hayızdan kesilen kadınlara denir. Bu hale de iyâs denir. İyâs yaşı her şahsa göre değişebilir. Ortalama 55 yaş kabul edilmiştir.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/33-34.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/35.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/35.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/36.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/36.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/37.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/37.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/38.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/38.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/38-39.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/40.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/40.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/41.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/42.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/42.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/42.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/43.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/43.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/44.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/44.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/44-45.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/45.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/46.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/46-47.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/47-48.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/48.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/49.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/50-51.
[31] Nevevî´den bazı teferruatı almadık.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/51-53.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/53-54.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/54.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/54.
[36] Mebtûte, talak-ı bette (kesinlikle) boşanan demektir. Ric´iyye geri dönebilecek durumda olan demektir. (Tabirler Talak bölümü´nün baş kısmında açıklandı.)
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/54-55.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/56.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/56-57.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/57.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/58.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/60-61.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/61-63.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/64.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/64-65.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/65.
[47] Bu rivayet bu babın birinci hadîsinde (4208) geçti.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/65-66.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/67.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/67.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/68.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/68-69.