KAZA (DAVA) VE HÜKÜM BÖLÜMÜ
(Bu bölümde on fasıl vardır)
BİRİNCİ FASIL
KAZANIN KERAHETİ
İKİNCİ FASIL
ADİL VE ZALİM HAKİM
ÜÇÜNCÜ FASIL
MÜÇTEHİDİN SEVABI
DÖRDÜNCÜ FASIL
RÜŞVET HAKKINDA
BEŞİNCİ FASIL
KAZANIN ÂDABI
ALTINCI FASIL
HÜKMÜN KEYFİYETİ
YEDİNCİ FASIL
İDDİALAR VE BEYYİNELER YEMİNİN ŞEKLİ
SEKİZİNCİ FASIL
ADALET VE ŞEHADET
EHL-İ KİTAB´IN ŞEHADETİ
DOKUZUNCU FASIL
HAPİS VE MÜLAZEMET
ONUNCU FASIL
RESULULLAH´IN HÜKMETTİGİ KAZALAR
UMUMÎ AÇIKLAMA
Kazâ (veya kadâ), dilimize girmiş bir kelimedir. Aynı kökten kazıyye, kadı, kudât gibi başka kelimeler de dilimize girmiş durumdadır. Asıl itibariyle bir şeyi muhkem ve sağlam yapmak ve bitirmek mânasına gelir ise de; hüküm, icra, ilzam… mânalarına da gelir. Kur´ân´da geçen “Yedi göğün yaratılmasını iki günde tamamladı” (Fussilet 12); “İsrailoğullarına Tevrat´ta şöyle hükmettik” (İsra 4) “Rabbin şunu da hükmetti: Ondan başkasına ibadet etmeyin…” (İsra 23) gibi ayetler, kazâ kelimesinin farklı mânalarına örnektir. Hukukî bir tabir olarak hükmü tenfiz mânasına da kullanılmıştır. Hâkim´e, hükmü delillere dayanarak muhkem şekilde verdiği ve sonra da icra ettiği için kâdı denmiştir. Kazâ, şer´î bir ıstılah olarak iki ve daha çok sayıdaki hasım arasındaki husumeti Allah Teâla´nın hükmüyle fasletmek (çözmek) mânasına gelir.
Bu bahis, bugünkü tabiriyle muhakeme ve bununla ilgili meselelere yer verir. Dinî kitaplar bu meselelere kitâbu´lkazâ, kitâbu´l-akdiye, kitâbu´l-ahkâm gibi farklı başlıklar altında yer verirler. Hepsi aynı mânaya gelir. Bu sahanın günümüzde usûl-i muhakemât birkısım meseleleri edebu´lkâdı adını taşıyan bazı kitaplarda müstakillen ele alınmıştır. [1]
BİRİNCİ FASIL
KAZANIN KERAHETİ
ـ4881 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ: مَنْ جُعِلَ قَاضِياً بَيْنَ النَّاسِ فقَدْ ذُبِحَ بِغَيْرِ سِكينٍ[. أخرجه أبو داود والترمذي.ومعناه: مَنْ طَلَبَ الْقضاءَ وَحرص عليه فقد تعرض للذبائح فليحذره.وقوله: »بغيرِ سكينٍ« كناية عما يخاف عليه من هك دينه دون بدنه، والمراد به أن ما ذبح بغير سكين يكون ذبحه تعذيباً، فضرب به المثل ليكون أبلغ في التحذير من الوقوع فيه، وأشد في التوقي منه .
1. (4881)- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim insanlar arasında kâdı tayin edilmiş ise, bıçaksız boğazlanmış demektir.” [Ebu Dâvud, Akdiye 1, (3571, 3572); Tirmizî, Ahkâm 1, (1325).][2]
AÇIKLAMA:
İbnu Salâh´ın açıklamasıyla, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, kadılık mesleğinin zorluğuna ve mesûliyetinin ağırlığına işaret buyurmaktadır. Kesilmekten murad, mânevîdir. Çünkü kadı, dürüst olursa dünya azabına, dürüst olmazsa ahiret azabına maruzdur ve iki sıkıntı arasındadır.” Hattâbî´nin yorumu biraz daha farklı: “Burada bıçakla kesilme mevzubahis edilmemiştir; tâ ki, korkulan şeyden muradın dinî helak olduğu, bedenî helak olmadığı bilinmiş olsun. Bu, hadisin bir veçhidir. Diğer veçhi ise şudur: Bıçakla kesmede kesilen şeye bir rahatlık vardır. Ama boğma, yakma vs. suretlerle öldürme işinde eziyet çok fazladır. Böylece, çok daha müessir bir metodla kadılıktan tahzirde bulunulmuş olmaktadır.”
İbnu Hacer, el-Telhîs´de der ki: “İnsanlardan birkısmı kadılık arzusuyla fitneye düşmüş ve hadisi, siyakından ilk akla gelen normal mânasının dışına çıkarıp “bıçaksız kesilme” ile kadılıktaki rıfka işaret etmiştir.” Eğer bıçakla kesilseydi bu daha meşakkatli olurdu” demiştir. Ancak bu te´vilin fasid olduğu açıktır.” Sübülü´s-Selâm´da şöyle denmiştir: “Hadiste, kadılığı deruhte etmekten ve o mesleğe girmekten tahzîre delil var. Sanki şöyle denmektedir: “Kim kazâ (kadılık) işini üzerine alırsa, nefsini boğazlanmaya mâruz bırakmıştır. Öyleyse ondan sakınsın, kaçınsın. Çünkü, bile bile veya cehâletle hüküm verdi mi cehennemliktir.”
Nefsini boğazlamasından murat onu helâkete atmaktır. Yani, “Kadılığı, üzerine almakla nefsini helâka atmıştır” demektir. Ayrıca “bıçaksız kesilme”den bahsetmiştir; tâ ki, buradaki boğazlamadan maksadın, çoğunlukla bıçakla yapılan damarların kesilmesi olmayıp, bilakis uhrevî azapla nefsin helâk edilmesi olduğu bildirilmiş olsun.”[3]
ـ4882 ـ2ـ وعن بُرَيْدَة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اَلْقُضَاةُ ثَثَةٌ: وَاحدٌ في الْجَنَّةِ، وَاِثْنَانِ في النَّارِ. فأمَّا الَّذِي في الْجَنَّةِ فَرَجُلٌ عَرَفَ الْحَقَّ فقَضى بهِ، وَرَجُلٌ عَرَفَ الْحَقَّ وَجَارَ في الْحُكْمِ فَهُوَ في النَّارِ، وَرَجُلٌ قَضَى لِلنَّاسِ عَلى جَهْلٍ فَهُوَ في النَّارِ[. أخرجه أبو داود .
2. (4882)- Büreyde radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kadı üçtür: Biri cennetlik, ikisi cehennemliktir. Cennetlik olan, hakkı bilip öyle hükmedendir. Hakkı bilip hükmünde (bile bile) adaletsiz davranan cehennemliktir. Halka câhilâne hükümde bulunan da cehennemliktir.” [Ebu Dâvud, Akdiye 2, (3573).][4]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, hakkı bilen ve hakla amel eden kadının cehennemden kurtulabileceğini belirtir. Diğerleri ise kutulamayacaktır. Şu halde burada esas, sadece bilmek değil, onunla amel´dir. Zîra hakkı bilip de onunla amel etmeyenin, aynen cehaletle hükmeden gibi cehennemlik olduğu belirtilmiştir.
Hadiste mühim bir husus şudur: Cehaletle hükmedenin hükmü hakka muvafık olsa da cehennemliktir. Hadisin zâhiri bunu ifade etmektedir. Çünkü mutlak gelmiştir. Böylece hadis, cehaletle hükmetmekten veya hakkı bildiği halde haksız hükmetmekten şiddetle tahzîrde bulunmuş olmaktadır.
Hatîb Şerbînî: “Hükmü infaz edilecek kadı birinci kadıdır, diğer iki sinin hükümlerine itibar edilmez” demiştir.[5]
ـ4883 ـ3ـ وعن عبداللّهِ بنِ مَوْهَبٍ: ]أنَّ عُثْمَانَ بْنَ عَفَّانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَالَ ُبْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: اِذْهَبْ فَاقْضِ بَيْنَ النَّاس. قَالَ: أوَ تُعْفِينِي يَا أمِيرَ الْمُؤْمِنينَ؟ فقَالَ: وَمَا تَكْرَهُ مِنْ ذلِكَ، وَقَدْ كَانَ أبُوكَ قَاضِيّاً. قَالَ: ‘نِّي سَمِعْتُ رَسُولُ اللّهِ #: يَقُولُ: مَنْ كَانَ قَاضِياً فَقَضى بِالْعَدْلِ فَبِالْحَرِىّ أنْ يَنْقَلِيَ مِنْهُ كَفَافاً فَمَا أرْجُو بَعْدَ ذلِكَ[. أخرجه الترمذي.يقال فن »بالحريّ« أن يكرم: أي هو أهل لذلك وحقيق به .
3. (4883)- Abdullah İbnu Mevhib anlatıyor: “Osman İbnu Affan, İbnu Ömer radıyallahu anhüm´e: “Git insanlar arasında hükmet!” dedi. Abdullah:
“Ey mü´minlerin emîri, beni bu vazifeden affetmez misiniz ” diye ricada bulundu. Hz. Osman radıyallahu anh:
“Bundan niye kaçıyorsun Senin baban da kadı idi” diye ısrar etmek istedi. Ancak Abdullah dedi ki: “Doğru da, ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın:
“Kim kadı olur ve adâletle hükmederse, bu kimse başabaş (sevap ve günahı eşit) ayrılmaya liyakat kazanmıştır” dediğini işittim. Artı (Resûlullah´ın bu sözünden) sonra ne ümid edebilirim ” [Hz. Osman bunun üzerine İbnu Ömer´e teklifte bulunmadı.]” [Tirmizî, Ahkâm 1, (1322).][6]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer´in Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan yaptığı rivayete göre, kişi iyi niyetle hareket ederek, hakkı bulma hususunda gayret edip hükme varsa, ne sevap ne ikab başabaş kurtaracaktır. Bu durumda kazanılan ne İnanan insan amelinin sevap getirmesini ister. Kadılıkta bu yoksa niye kadılık yapsın ki İbnu Ömer bunu belirterek kadılık vazifesini kabul etmiyor. Hz. Osman da ısrar etmiyor, radıyallahu anhüm.
Hadis, et-Tergîb´te biraz farkla rivayet edilmiştir. “Osman İbnu Affân, İbnu Ömer radıyallahu anhüm´e:
“Git kadı ol!” diye emreder. İbnu Ömer:
“Beni bundan affetmez misiniz ey emîre´lmü´minîn ” der.
“Git insanlar arasında hükmet!” diye emri yeniler Hz. Osman. İbnu Ömer tekrar eder: “Ey emîre´lmü´minîn! Beni affedin ”
Hz. Osman: “Kararım kesindir, gidip kadılık yapacaksın!” der. İbnu Ömer:
“Acele etmeyin. Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Kim Allah´a sığınırsa, bir sığınağa girmiş demektir” dediğini işittim!” der. Hz. Osman, “Evet!” deyince, İbnu Ömer: “Ben kadı olmaktan Allah´a sığınırım!” der. Hz. Osman sorar:
“Seni bundan engelleyen nedir, baban da kadı idi.”
“Çünkü der İbnu Ömer, ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu sözünü işittim:
“Kim cehaletle hükmederse cehennemliktir. Kim de kadı olup zulm ile hükmederse o da cehennemliktir. Kim de kadı olur ve hakla -veya adaletle- hükmederse başabaş kurtulmayı talep eder.”
Öyleyse bu sözden sonra (kadılıktan) ne bekleyebilirim “[7]
İKİNCİ FASIL
ÂDİL VE ZÂLİM HÂKİM
ـ4884 ـ1ـ عن أنَسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنِ ابْتَغَى الْقَضَاءَ وَسَألَ فيهِ شُفَعَاءَ وُكِلَ الى نَفْسِهِ، وَمَنْ أُكْرِهَ عَلَيْهِ أنْزَلَ اللّهُ إلَيْهِ مَلَكاً يُسَدِّدُهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (4884)- Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim kadılık talep eder ve bunun gerçekleşmesinde şefaatçilere baş vurursa (iş) kendisine yıkılır (Allah´ın yardımı olmaz). Kime de o iş zorla verilirse, Allah onu doğruya sevkedecek bir melek gönderir.” [Ebu Dâvud, Akdiye 3, (3578); Tirmizî, 1, (1323, 1324).][8]
ـ4885 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ: مَنْ طَلَبَ قَضَاءَ الْمُسْلِمِينَ حَتّى يَنَالَهُ ثُمَّ غَلَبَ عَدْلُهُ جَوْرَهُ دَخَلَ الْجَنَّةَ. وإنْ غََلَبَ جَوْرُهُ عَدْلَهُ فَلَهُ النَّارُ[. أخرجه أبو داود .
2. (4885)- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa, ateş onundur”. [Ebu Dâvud, Akdiye 2, (3575).][9]
ـ4886 ـ3ـ وعن ابْنِ أبي أوْفَى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اللّهُ تَعالى مَعَ الْقَاضِي مَا لَمْ يَجُرْ، فإذَا جَارَ تَخَلّى عَنْهُ وَلَزِمَهُ الشَّيْطَانُ[. أخرجه الترمذي .
3. (4886)- [Abdullah] İbnu Ebî Evfa anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kadı zulmetmedikçe, Allah Teâla hazretleri onunla birliktedir (yardımcısıdır). Zulme yer verdiği zaman onu terkeder, artık şeytan onunla beraber olur.” [Tirmizî, Ahkâm 4, (1330).][10]
AÇIKLAMA:
1- Bu üç hadis, kadılıkta adaletli olmaya teşvik etmektedir. Adaletin gerçekleşmesinde, mühim amillerden biri, hâkimin liyâkatine binaen, aranan kişi olmasına bağlıdır. Kendi talebi ile ve hele şefaatçilerin yardımıyla kadılık elde eden kimse, adaleti tam bir bîtaraflıkla yürütemeyeceği için, Resûlullah bunu takbih etmektedir. Kadı, o işin talibi olmamalı, sultan tarafından aranmalıdır. Aranma işi, layık olduğuna dair şöhret kazanmış olmasına bağlı olduğu için, burada kadılık arzulayanların liyaketliliğine hazırlanmalarına zımmî bir teşvikten de bahsedilebilir.
Adil olan kadıya Allah´ın melek göndererek yardımcısı olması, yüce bir şereftir. Zalim olan, bilerek insanların haklarını payimal eden kadıya şeytanın arkadaşlık edip, zulme teşvikte yardımcı olması büyük bir hüsrandır, ebedî cehenneme gitmesine vesiledir.
2- 4885 numaları Ebu Hüreyre hadisi ile az yukarıda 4883 numarada kaydedilen Abdullah İbnu Mevhib hadisi arasında tearuz görülmektedir. Zîra birinde adil kadıya cennet vaadedilirken, diğerinde kefâf yani başabaş kurtulur, ne sevap ne de günah vaadedilmektedir. Önceki hadis adalet müessesesinin hassasiyetine, ehemmiyetine, sorumluluğunun büyüklüğüne dikkat çekmeye matuftur. Sonuncu hadis ise, adil olmanın adaletle hükmetmenin mükâfaatının büyüklüğüne dikkat çekmeye matuftur diye te´lif edilebilir. Nitekim, müteakiben kaydedilecek Amr İbnu´l-Âs radıyallahu anh hadisi (4887), iyi niyetle hükmeden kadıya hakkı bulamasa bile mükâfaat vaadetmekte, hatasından dolayı sorumluluğun olmadığını belirtmektedir. Normalde bu mâna esastır. Aksi takdirde adalet mekanizmasının işlememesi veya o müessesenin uhrevî mesuliyetten korkusu olmayan kimselerin elinde kalması gerekir. Dinimiz buna fetva vermez. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), 4897 numaları hadiste göreceğimiz üzere, zahire, delile göre hükmetmeyi prensip edinmiş, sahte delillerle lehinde hüküm istihsal etmeyi ateşten parça koparmak olarak tavsif etmiştir. Hadiste: “Ola ki biriniz, diğerine nazaran getireceği delili ile daha ikna edici olur. Ben de işittiğime dayanarak lehine hükmederim…” denmekle zahire göre hükmetmek, nefsü´l-emri aramamak teşri edilmiş olmaktadır. Öyleyse, kadı, hakkı bulmak arzusu ile zâhire göre hükmedince kararından dolayı sorumlu olmamalıdır. [11]
ÜÇÜNCÜ FASIL
MÜÇTEHİDİN SEVABI
ـ4887 ـ1ـ عن عَمْرُو بْنِ العَاصٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا اجْتَهَدَ الْحَاكِمُ فَأصَابَ فَلَهُ أجْرَانِ، وَإنِ اجْتَهَدَ فأخْطَأ فَلَهُ أجرٌ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
1. (4887)- Amr İbnu´l-Âs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki:
“Hâkim içtihad eder ve isabet ederse kendisine iki ücret (sevap) verilir. Eğer içtihad eder ve hata edese ona bir ücret vardır.” [Buhârî, İ´tisâm 21; Müslim, Akdiye 15, (1716); Ebu Dâvud, Akdiye 2, (3574); Tirmizî, Ahkâm 2, (1326); Nesâî, Kazâ 3, (8, 224).)[12]
AÇIKLAMA:
1- Alimler bu hadisten, alim kimsenin âdabına uygun şekilde içtihad yaptıktan sonra, isabet edemeyip, hataya düştüğü için hükümünün veya fetvasının reddedilmiş olmasından günaha girmeyeceği hükmünü çıkarmışlardır. “Bilakis, derler, eğer iyi niyetle bütün gayretini ortaya koymuşsa ücrete mazhar olur, eğer isabet etmişse ecri katlanır. Ancak hakkında ilmi bulunmayan bir meselede cüret edip, ileri atılır, hüküm veya fetva vermeye kalkarsa günahkâr olur.”
İbnu´l-Münzir der ki: “Hâkim, içtihadı bildiği halde içtihad ederek hata yaparsa ücrete mazhar olur. Ama alim olmazsa ücret almaz.” İbnu´l-Münzir, bu hükmü verirken 4882 numarada kaydettiğimiz Büreyde hadisine dayanır. Orada: “Kadı üçtür” dendikten sonra, “Haksız yere hükmeden kadı cehennemliktir, câhilâne hükümde bulunan da cehennemliktir” buyrulmuştur.
Hattâbî, kadı´nın hata yapsa bile ücrete mazhar olma şartını açıklama sadedinde şöyle der: “Müçtehid, içtihad için şart olan vasıfları nefsinde cem´etmiş ise, (içtihadın usulünü, kıyasın çeşitlerini vs. biliyorsa) ücrete mazhar olur. Böylesi müçtehid hatasından mâzurdur. Ama mütekellif (yani içtihad için gerekli evsafı nefsinde cem´etmeden yersiz bir cüretle içtihada tevessül etmiş biri) ise onun sorumluluğundan korkulur. Ayrıca, âlim kimseye ücret verilmesi, hakkı aramada gayret sarfetmenin ibadet olmasındandır. Bu hüküm isabet etme haline bağlıdır. Ama isabet etmezse, hatalı hükmüne ücret yoktur, fakat günahından eksiltilir.” Hattâbî´nin bu sözünden onun, hadiste geçen “…ona bir ücret vardır” ibaresini, günahın eksiltilmesini ifade eden bir mecaz kabul ettiği anlaşılmaktadır.
2- Hadiste geçen isabet etmekten murad, nefsü´l-emirdeki Allah´ın hükmüne tesadüftür. Hata etmekten murad da, müçtehidin “hak, şu cihettedir” diye verdiği hükmün nefsü´l-emirdekinin hilafına tesadüf etmiş olmasıdır.
3- İsabet edene verilen iki ücretten biri içtihad ücreti, diğeri de isabet ücretidir. İsabet edemeyen ise sadece içtihad ücreti alır. 4897 numarada içtihadda hata meselesine temas edilecektir.
Muhtasar-ı Şerhi´s-Sünne´de denir ki: “Müçtehid olmayanın kaza (hüküm verme) işine girmemesi gerekir. İmamın böyle olmayanı kaza işlerine tayin etmesi de caiz olmaz.”
Devamla müçtehid hakkında şu bilgi verilir: “Müçtehid, şu beş ilmi nefsinden cem´eden kimsedir:
* Kitabullah ilmi,
* Resûlullah´ın sünnetinin ilmi,
* Selef ulemâsının icma ve ihtilaflarına ait ilim,
* Lügat ilmi,
* Kıyas ilmi…
Kıyas: Kur´ân, sünnet veya icmada sarih olarak görülemeyen bir meselenin Kur´ân ve sünnetten hükmünün çıkarılması yoludur. Bu sebeple kitap ilmi olarak, Kur´ân´ın nasihini, mensuhunu, mücmel ve müfesserini, hâs ve âmm olanını, muhkem ve müteşâbihini, kerahet ve tahrimini, mübâh ve mendubunu bilmek gerekir. Sünnet ilmi olarak da bu sayılanların bilinmesi gerekir. İlaveten sünnetin sahihini, zayıfını, müsned ve mürselini, sünnetin Kur´ân´a karşı, Kur´ân´ın sünnete karşı durumu nedir bilmek gerekir. Sözgelimi zâhiri Kur´ân´a muvafık düşmeyen bir hadisle karşılaşınca ne yapacaktır Çünkü temel prensip şudur: Sünnet, Kur´ân´ı beyan eder, ona muhalefet etmez. Müçtehidin, sünnette varid olan şer´î ahkâmı, kısas, ahbâr ve mevâizden ayrı olarak bilmesi gerekir.
Keza müçtehid lügat ilminden bütün Arapçayı olmasa da, Kur´ân ve sünnette gelen ahkâmla ilgili lügatı bilmesi gerekir.
Keza müçtehid, sahâbe ve tâbiînin ahkâmla ilgili akvâlini (sözlerini) ve ümmetin gelip geçen fakihlerinin fetvalarını çoğunluk itibariyle bilmelidir ki, vereceği bir hüküm onların akvâline muhalif düşmesin; böylece icmayı delmeyeceğinden emin olunur.
Şu halde sayılan bu ilim çeşitlerini bilen kimse müçtehidtir. Bilmediği takdirde ona düşen (önceki müçtehidleri) taklid etmektir.
Burada katılmakta zorluk çekilecek bir husus, taklid etme tavsiyesidir. Çünkü taklid, mevcut bir hükme uymaktır. Halbuki, asıl meselemiz, yeni çıkan bir meselenin hükmünü araştırmaktır. Bu durumda neyi, kimi taklid edeceğiz Belki şöyle söylemek daha uygun düşecektir: İçtihad için gerekli şartları haiz olmayanlar, eslâfın içtihad edip hükme bağladığı meselelerde yeniden içtihada gitmeyip taklidi esas almalı, yeni meselelerde de ehliyetli olanlar söz söylemelidir. Ehliyetli olmayıp da hevesli olanlar, önce kendilerini yetiştirerek gerekli şartları nefislerinde cem ettikten sonra, mesele çözümüne tevessül etmelidir; dinle oynanmaz.”
4- Mevzu ile ilgili olarak, ulemânın bir münakaşasına da burada temas edeceğiz: Her müçtehid hakka isabet eder mi, yoksa sadece biri mi isabet eder Bu meselede Hanefî ve Şâfiî ulemâya göre bir mesele hakkında muhtelif hükümler veren ulemadan yalnız biri hakka isabet etmiştir. Diğerleri hata etmiştir. Ancak mâzur oldukları için günahkâr sayılmazlar. Yukarıda belirtildiği üzere hatalı hükme varanlar birer ecir alırlar.
Diğer birkısım ulemaya göre, her müçtehid hakka isabet eder; aralarında farklılıklar olsa da. Mâzirî, her iki görüşü temsil eden ulemanın sadedinde olduğumuz aynı hadise dayandıklarını söyler. “Sadece biri hakka isabet eder” görüşünü benimseyenler buna dayanır. “Çünkü derler, eğer herkes hakka isabet etseydi, onlardan birine hata ıtlak olunmazdı. Zîra bir tek halde iki zıt cem olmaz, muhaldir.” Herkes hakka isabet eder diyenler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “herkesin ücrete mazhar olacağı”nı söylemesini delil yaparlar. “Eğer isabet olmasaydı ücret de olmazdı” diye istidlâl ederler ve hadisteki hata ıtlakını, nassdan gâfil olarak veya içtihada gidilmesi câiz olmayan kat´iyyât ve icmaya muhalif olan hususlarda içtihadda bulunanla izah ederler. Zîra böyle birisi, içtihadında hata edecek olsa, vardığı hüküm ve verdiği fetva nesholur, icma ile içtihad etse bile. İşte hata ıtlakı bunun hakkında sahih olur.
Ama “nass veya icma bulunmayan bir meselede içtihadda bulunan kimseye hata ıtlak olunmaz…” tahlilini bu şekilde derinleştiren Mâzirî sözlerini şöyle noktalar: “Her iki tarafta da hak vardır diyenler, fukaha ve mütekellimînin ekseriyetini teşkil eder. Her birinden bu meselede ihtilaf rivayet edilmiş de olsa Eimme-i Erbaa (dört imam) da bu görüştedir.”
İbnu Hacer der ki: “Şâfiî merhumdan maruf olan, birinci görüştür. Kurtubî, el-Müfhim´de der ki: “Mezkûr hükmün, iki hasım arasında hükmeden hâkime mahsus olması daha uygundur. Zira burada, tek bir meselede iki kısmın niza ettikleri muayyen bir hak mevzubahistir, (bu hak iki olamaz). Bu hakkı iki taraftan biri lehine hükmetti mi diğerinin hakkı kesinlikle ibtal olur. İşte burada hakkın biri batıl olur ve hâkim gerçeği bilemez. Burada ayrı hükme gidilmiş olsa, birinin isabet edeceği, diğerinin hata edeceği, münakaşa gerektirmeyen bir husustur. Her müçtehidin musib (doğruyu bulmuş) olması hasebiyle, musib birdir şeklindeki ihtilafın, hakkın delalet yoluyla kendilerinden çıkarıldığı meselelere has olması uygunluk arzetmektedir. İbnu´l-Arabî der ki: “Bu hadiste alimlerin, etrafında dönüp yakalayamadıkları ziyade bir faide görüyorum. O da şudur: “Kâsır (kişide kalan) amelin ücreti tek bir amiledir. Ama müteaddi (başkasına sirayet eden) amele mukabil ücret kat kattır. Çünkü kendi nefsinde ücret gördüğü gibi, aynı cinsten ona müteallik olan başkalarının ücreti de kendine müncer olur. Böylece hakka hükmetti ve hakkı sahibine verdi mi ona hem içtihad ücreti gelir, hem de hakka müstehak olanın ücreti gelir. İki hasımdan biri hüccet beyanında daha açıkgöz çıkarak, haksız olduğu halde onun lehinde hükmetse hâkime sadece içtihad ücreti gelir.”
İbnu Hacer der ki: “Bu sözü şöyle tamamlamak uygundur: “Hâkim, hakkı, haksız olan tarafa verecek olsa, onu kasten yapmadığı için muâheze olunmaz. Lehine hükmolunan kimsenin günahı kendinde kalır, hâkime geçmez. Şurası açıktır ki, bu durum, liyakatli kimsenin, hakkı bulmak için samimiyetle bütün gücünü harcamış olma şartına bağlıdır. Aksi taktirde, bu şartları ihlal etti mi hâkime de vebal gelir.”
Son olarak tekrar edelim ki: “İslâm uleması şu hususta icma etmiştir: “Sadedinde olduğumuz hadis, hüküm vermeye ehliyetli müçtehid hakkındadır. Böyle bir hâkim, içtihadda bulunur da isabet ederse, biri içtihadına, biri de isabetine mukabil olmak üzere kendisine iki ecir verilir. Hata ederse yalnız içtihadına mukabil bir ecir verilir.”
İçtihada ehil olmayan kimsenin hüküm vermesi hiçbir surette helal değildir. Bu kimse içtihadla verdiği hükümden dolayı sevap değil, günah kazanır. Verdiği hüküm hakkı bulsa da bulmasa da, hiçbir değeri yoktur. İnfaz edilmez. Verdiği hüküm isabetli bile olsa şer´î bir esasa değil, tesadüfe dayandığı için Allah´a asi olmuştur, dini hafife almıştır. Binaenaleyh günahkârdır. Bir mü´mini böylesi cinayetlerden Allah korusun.[13]
ـ4888 ـ2ـ وعن يَحْيى بِنْ سَعيدٍ قالَ: ]كَتَبَ أبُو الدَّرْدَاءِ الى سَلْمَانَ الْفَارِسِيّ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: أنْ هَلُمَّ الى ا‘رْضِ الْمُقَدّسَةِ. فَكَتَبَ إلَيْهِ سَلْمَانُ: إنَّ ا‘رْضَ َ تُقَدِّسُ أحَداً إنَّمَا يُقَدّسُ ا“نْسَانَ عَمَلُهُ، وَقَدْ بَلَغَنِي أنَّكَ جُعَلْتَ طَبِيباً تُدَاوِي. فَإنْ كُنْتَ تُبْرِئُ فَنَعِمَّا لَكَ، وَإنْ كُنْتَ مُتَطَبِّباً فَاحْذَرْ أنْ تَقْتُلَ فَتَدْخُلَ النَّارَ. فَكَانَ أبُو الدَّرْدَاءِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه إذَا قَضى بَيْنَ اثْنَيْنِ ثُمَّ أدْبَرَا عَنْهُ نَظَرَ إلَيْهِمَا وَقَالَ: مُتَطَبّبٌ وَاللّهِ ارْجِعَا الىّ فَأعِيدا عَليّ قِصّتَكُمَا[. أخرجه مالك.»كَنّى بِالطِّبِّ هُنَا« عن القضاء ‘ن منزلة القاضي من الخصوم، وفصل الحكم بينهم بمنزلة الطبيب من إصح البدن.و»الْمُتَطببُ« هو الَّذِي يتعانى الطب و يجيد معرفته .
2. (4888)- Yahya İbnu Saîd anlatıyor: “Ebu´d-Derdâ, Selman-ı Fârisî radıyallahı anhüma´ya:
“Arz-ı Mukaddese´ye gel!” diye yazmıştı. Selman ona şöyle cevap yazdı:
“Arz kimseyi takdis etmez. İnsanı mukaddes kılan şey amelidir. Bana ulaştığına göre, sen orada tabîb kılınmışsın ve hastaları tedavi ediyormuşsun. Eğer tedavi edebiliyorsan ne mutlu sana. Eğer mütetabbib isen, insanları öldürüp cehennemlik olmaktan sakın!”
Ebu´d-Derdâ radıyallahu anh iki kişi arasında hükmedince, onlar yanından ayrıldıkları vakit onlara bakar ve:
“Vallahi mütetabbibdir. Bana geri dönün. Kıssanızı bana iade edin (meselenizi iyice tetkik edeyim)!” derdi.” [Muvatta, Vasiyyet 7, (2, 769).][14]
AÇIKLAMA:
1- Şârih Zürkânî, hadiste geçen tabîb kelimesini kadı olarak anlar ve hadisi: “Bana ulaştığına göre sen orada kadı nasbedilmişsin” şeklinde mânalandırır. Ebu´d-Derdâ´nın Şam´a kadı tayin edilmiş olduğunu ve orada kadılık vazifesini ilk alan kimsenin o olduğunu belirtir. Ebu´d-Derdâ´ nın tabîb şeklinde isimlendirilmesini mânevî hastalıkları tedavi etmesiyle izah eder.
2- Mütetabbib, tabib olmadığı halde tedaviye yeltenen demektir; sahte tabib de denebilir. Burada kadılıkta yetersiz mânasında anlamak gerekecek. Nitekim hadisin sonunda, kendisine dava arzeden iki kişi arasında hükmetmesi mevzubahis olmakta ve onlara; “hükümden sonra geri dönün, kıssanızı yeniden anlatın (daha iyi araştırayım)” dediği mevzubahis olmaktadır. Bu sözler tabib kelimesinin kadı mânasında kullanıldığına delil olmaktadır. [15]
DÖRDÜNCÜ FASIL
RÜŞVET HAKKINDA
ـ4889 ـ1ـ عن أبي هريرة وابن عَمْرو بْنِ الْعَاصٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم قا: ]لَعَنَ رَسُولُ اللّهِ # الرَّاشي وَالْمُرْتَشِي في الْحُكْمِ[. أخرجه أبو داود عن ابنِ عَمْرو وحده، والترمذي عنهما.»الرّاشِي« معطي الرشوة لينال بها باط أو يتوصل بها الى ظلم، فأما معطيها ليتوصل بها الى الحق، أو يدفع الظلم بها عن نفسه فغير داخل في هذا الوعيد.و»المرتشي« آخذها فهي عليه حرام سواء أبطل بها حقاً أو دفع بها باطً .
1. (4889)- Ebu Hüreyre, İbnu Amr İbni´l-Âs radıyallahu anhüm anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hükümde rüşvet alan ve rüşvet veren [ve aracılık eden] kimseyi lanetlemiştir.” [Tirmizî, Ahkâm 9, (1336); Ebu Dâvud da bu hadisi sadece İbnu Ömer radıyallahu anh´tan tahric etmiştir (Akdiye 4, (3580).][16]
AÇIKLAMA:
Rüşvet lügat açısından, müdâhene (yağcılık) ile gayeye ulaşmak mânasına gelir. Kelime dilimize girmiştir. Öncelikle devlet kapısında olmak üzere, gayeye ulaşmak için yetkiliye gayr-ı meşru olarak verilen paraya denir. Râşi, rüşvet veren, mürteşî de rüşvet alan demektir. Bazı rivayetlerde râiş de zikredilmiştir ki, bu işte aracılık yapan demektir.
İslâm´ın üzerinde titrediği adalet müessesesini yerle bir edecek en mühim âmil olan rüşvet, hadiste de görüldüğü gibi şiddetle yasaklanmıştır. Kişinin, gasbedilen hakkını almak için başka yol kalmadığı taktirde- veya maruz kaldığı zulmü defetmek için verdiği rüşvetin haram kısma dahil olmadığı söylenmiştir. Mirkât´da rüşvet şöyle tarif edilmiştir: “Rüşvet: Bir hakkın iptali veya bir bâtılın hak kılınması için verilen şeydir.”
Mevzu üzerinde daha önce genişçe durulduğu için burada teferruata girmeyeceğiz.[17]
ـ4890 ـ2ـ وعن معاذ بن جبل رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]بَعَثَنِي رَسُولُ اللّهِ # الى اليَمَنِ فَلَمّا سِرْتُ أرْسَلَ في أثَري فَرُدِدْتُ. فقال أتَدْري لِمَ بَعَثْتُ إلَيْكَ؟ قال: َ تُصِيبَنَّ شَيْئاً بِغَيْرِ إذْني فَإنَّهُ غُلُولٌ، وَمَنْ يَغْلُلْ يَأتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، لهذا دَعَوْتُكَ فَامْضِ لِعَمَلِكَ[. أخرجه الترمذي .
2. (4890)- Muâz İbnu Cebel radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Yemen´e göndermişti. (Hareket edip) yürüdüğüm zaman arkamdan birini göndererek geri çağırdı. (Yanına varınca):
“Sana niye adam gönderip (geri çağırdığımı) biliyor musun ” buyurdular ve ilave ettiler:
“Benim iznim olmadan hiçbir şey almayacaksın. Zîra bu gulûldür (hırsızlık). Kim gulûl yaparsa, aldığı şeyle kıyamet günü (Allah´ın huzuruna gelir). İşte bu (hususu tenbih etmek için) seni çağırdım, artık işine gidebilirsin.” [Tirmizî, Ahkâm 8, (1335)].[18]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Muâz´ı tam yola çıktığı sırada tekrar geri çağırtarak rüşvetle ilgili hatırlatmada bulunuyor. Bu davranış, rüşvet meselesinin zihinde canlı kalması gayesini gütmelidir. Öyle ki, bu hususu, yaptığı başkaca tenbihler, nasihatler meyanında söyleseydi, Hz. Muâz bu kadar canlı şekilde hatırlayamaz, zaman içinde unutabilirdi. Fakat bu tarzla meselenin tebliği, onun hafızasında canlı olarak kalmasında müessir olmuştur.
2- Hadisin son kısmı, âyet-i kerimeden muktebesdir: “Kim emânete hıyanet ederse kıyamet gününde hıyanetinin günahıyla birlikte Allah´ın huzuruna gelir…” (Âl-i İmran 161). [19]
BEŞİNCİ FASIL
KADILIK ÂDÂBI
ـ4891 ـ1ـ عن عليّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]بَعَثَنِي رَسُولُ اللّهِ # الى اليَمَنِ قَاضِياً وَأنَا حَدِيثُ السّنّ َ عِلْمَ لِي بِالْقَضَاءِ. فقَالَ: إنَّ اللّهَ سَيُهْدِي قَلْبَكَ وَيُثَبّتُ لِسَانَكَ فإذَا جَلَسَ بَيْنَ يَدَيْكَ الْخَصْمَانِ فََ تَقْضِينَّ حَتّى تَسْمَعَ كََمَ اŒخَرِ كَمَا سَمِعْتَ كََمَ ا‘وّلِ، فإنَّهُ أحْرَى أنْ يَتَبَيّنَ لَكَ الْقَضَاءُ. قَالَ: فَمَا زِلْتُ قَاضِياً وَمَا شَكَكْتُ في قَضَاءِ بَعْدُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (4891)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “´Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Yemen´e kadı olarak gönderdi. O sıralarda henüz yaşım küçüktü, kazayı (hüküm vermeyi) bilmiyordum (Beni takviye için):
“(Sen tereddüt etme, git! Bu vazife için) Allah kalbine hidayet koyacak ve delili de sâbit kılacak. Yanına iki hasım geldiği vakit, birinciyi dinlediğin gibi, diğerini de dinlemeden sakın hüküm verme. Böyle yapman (daha isabetli) karar vermen için gereklidir!” buyurdular.
Hz. Ali devamla der ki: “Ondan sonra hep kadılık yaptım. Henüz, bir kerecik olsun hükümde tereddüde düşmedim.” [Ebu Dâvud, Akdiye 6, (3582); Tirmizî, Ahkâm 5, (1331); İbnu Mâce, Ahkâm 1, (2310).][20]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, muhâkemenin en mühim şartlarından birini beyan etmektedir: Şikayet eden kadar da, şikayet edileni dinlemek. Hadisteki birinciden maksat şikayetçidir, diğeri de maznûndur yani şikayete uğrayan. Şimdilerde davacı, davalı kelimeleriyle ifade etmekteyiz.
2- Hattâbî der ki: ” Hadiste, hâkimin gâib hakkında hükmedemeyeceğine delil vardır. Şöyle ki: “Aleyhissalâtu vesselâm, hâkimi, huzuruna gelmiş bulunan iki hasmı da dinlemezden önce hüküm vermekten men ederse, huzuruna gelmemiş bile olan gâib hakkında hüküm vermekten yasaklaması evladır. Bu yasağın gerekçesi açıktır: “Gâibin yanında, iddiayı iptal edecek bir hüccet bulunabilir.” Şâfiî´ye göre, namaz kısaltma mesafesinde yer alan gâib hakkında hüküm caiz olduğu için, bazı âlimler, Hattâbî´nin burada “gâib”le hüküm mahallinde bulunmayan kimseyi kasdetmiş olabileceğini söylemiştir.
Şevkânî, “Kadı her iki tarafın delillerini dinlemeden hükme gidecek olursa, o hükmün infaz edilmeyeceğini, davanın usûlünce yeniden görülmesi gerekeceğini, mağdur tarafın bir başka kadıya giderek dava açma hakkına sahip olacağını” belirtir. İbnu Ebî Leyla ve Ebu Hanîfe de “gaib üzerine mutlak olarak hüküm verilemez” demişlerdir. “Ancak derler, delillerin ikamesinden sonra suçlu kaçar veya gizlenirse hâkim üç sefer ona nida eder, gelmezse, hüküm aleyhine infaz edilir.” İbnu Battâl, Mâlik, Şâfiî, Leys, Ebu Ubeyd ve bir cemaatin, gaibe hükmetmeye cevaz verdiğini söylemiştir. Ahmed İbnu Hanbel´den gelen bir rivayete göre, o da câiz görmüştür.
3- Hadis, İbnu Mâce´de biraz teferruatlı olarak şöyle rivayet edilmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Yemen´e gönderdi. Ben: “Ey Allah´ın Resûlü dedim, ben daha genç olduğum halde onlar arasında kazaya (davalarını görmeye) gönderiyorsunuz. Ben kazanın ne olduğunu (nasıl yapılacağını) bilmiyorum” dedim. Bunun üzerine eliyle göğsüme vurdu, sonra: “Allahım, kalbine hidayet, diline sebat ver” diye dua etti. Ondan sonra iki kişinin arasında hükmederken hiç şekke düşmedim.”
Hz. Ali´nin, Kur´ân ve sünneti iyi bilen birisi olmasına rağmen “Ôbilmiyorum” demesi, o sırada onun kaza âdâbıyla ilgili tecrübesinin yokluğunu ifade eder.[21]
ـ4892 ـ2ـ وعن ابن الزُّبير رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَضَى رَسُولُ اللّهِ # أن الْخَصْمَيْنِ يَقْعُدَانِ بَيْنَ يَدِي الْحَاكِمِ[. أخرجه أبو داود .
2. (4892)- İbnu´z-Zübeyr radıyallahu anhüma dedi ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), iki hasmın da kadı´nın önüne oturmasına hükmetmiştir.” [Ebu Dâvud, Akdiye 8, (3588).][22]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, hasımlardan birinin gayr-ı müslim olmadığı müddetçe, davalı olsun davacı olsun, hâkimin önünde eşit seviyede oturmalarının teşrî edildiğine delildir. Biri gayr-i müslim olma halinde Müslüman daha yükseğe oturur. [23]
ـ4893 ـ3ـ وعن أبي بكرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنّهُ كَتَبَ الى ابْنِهِ عَبْدِ اللّهِ وَهُوَ قَاضٍ بِسِجِسْتَانِ: أنْ َ تَحْكُمَ بَيْنَ اثْنَيْنِ وَأنْتَ غَضْبَانُ فإنّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: َ يَحْكُمُ أحَدٌ بَيْنَ اثْنَيْنِ وَهُوَ غَضْبَانُ[. أخرجه الخمسة .
3. (4893)- Ebu Bekre radıyallahu anh´ın anlattığına göre, Sicistan´da kadılık yapan oğlu Abdullah´a şöyle yazmıştır: “İki kişi arasında, öfkeli olduğun zaman hüküm verme. Zîra, ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim: “Kimse, öfkeli iken iki kişi arasında hüküm vermesin.” [Buhârî, Ahkâm 13; Müslim, Akdiye 16, (1717); Tirmizî, Ahkâm 7, (1334); Ebu Dâvud, Akdiye 9, (3589); Nesâî, Kudât 17, (8, 337, 238).][24]
AÇIKLAMA:
Kadılık adabıyla ilgili bir prensip, öfkeli iken hüküm vermemektir. İslâm âlimleri bunu umumî bir prensip olarak benimsemişlerdir. Sebep olarak da gadab halinin, hâkimi bîtaraf ve hakkıyla hükmetmekten alıkoyabileceğini gösterirler. İbnu Dakîkıl Îd, fukahânın “bu mânada olan diğer hallerde de kadının hükmetmemesi gerektiği”ni söylediklerini belirtir. Aşırı açlık ve susuzluk, uyuklama hâlinin galebesi gibi, nazarı, verilecek hükümden dağıtacak bütün haller. Hadiste, sadece öfke halinin zikredilmiş olması, onun, hükme tesir edecek mezkur hallerin en müessiri, en şiddetlisi, mukavemeti nefse en zor olanı olması sebebiyledir.
İmam Şâfiî, el-Ümm´de: “Hâkimin aç veya yorgun veya kalbi bir şeylerle meşgul iken hüküm vermesinden hoşlanmam. Çünkü bu haller kalbi tağyir eder” demiştir.
Cumhur: “Hâkim muhâlefet edip öfkeli halde hükmedecek olsa, hakkı bulması halinde câiz ise de, kerâhetten hâlî değildir” diye hükmetmiştir. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Zübeyr´in komşusuyla olan sulama ihtilafında, komşusunun davranışına öfkelenen Resûlullah, o halde iken Zübeyr lehine hükmetmiş ise de, âlimler, bu hâdisenin, öfkeli halde hükmetmenin meşruiyyetine delil olmayacağı, çünkü Resûlullah´tan başka kimsenin “ismet” imtiyazına sahip olmadığına hükmetmiştir. Aleyhissalâtu vesselâm´ın, öfke halinde de, rıza halinde olduğu gibi hakkı söyleyeceği, başka nasslarda beyan edilmiştir. Ondan başka kimse böyle bir garantiye sahip değildir.
Ayrıca hadiste gadab hali mutlak gelmiştir ve sebebi de zikredilmemiştir. Bu sebeple alimler, gadab az veya çok, ne miktarda olursa olsun, sebebi de ne olursa olsun, o halde hükmün kerahetine hükmetmişlerdir. Bu cumhurun görüşüdür. İmamu´l-Harameyn ve Bagavî, “Öfke Allah için olursa” diye bir istisna koyarak, bu halde mekruh olmayacağını söylemiştir.
Bu hususta ulemanın farklı değerlendirmeleri mevcut ise de teferruata girmeyeceğiz.[25]
ـ4894 ـ4ـ وعن عَوْفِ بْنِ مالكٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَاضَى رَسُولُ اللّهِ # بَيْنَ رَجُلَيْنِ. فَلَمَّا أدْبَرَا قَالَ الْمُقْضِيُّ عَلَيْهِ: حَسْبِىَ اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ. فقَالَ #: إنَّ اللّهَ يَلُومُ عَلى الْعَجْزِ، وَلكِنْ عَلَيْكَ بِالْكَيْسِ. فَإذَا غَلَبَكَ أمْرٌ فَقُلْ: حَسْبِيَ اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ[. أخرجه أبو داود .
4. (4894)- Avf İbnu Malik (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) iki kişi arasında bir hükümde bulunmuştu. Hasımlar ayrıldıkları vakit, aleyhine hükmedilen kimse:
“Hasbiyallahu ve ni´melvekil (Allah bana yeterlidir, O ne iyi vekildir)!” dedi. (Bu sözü işiten) Aleyhissalâtu vesselâm:
“Allah Teala Hazretleri aczi levmediyor (kötülüyor). Fakat sana akıllılık düşer. Ama bir şey sana galebe çalacak olursa o zaman “hasbiyallahu ve ni´melvekil” de!” buyurdular.” [Ebu Davud, Akdiye 28, (3624).][26]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere, ihtilafa düşen iki şahıs hakkında Aleyhissalâtu vesselâm hüküm vermiş, bu hüküm birinin lehine diğerinin aleyhine olmuştur. Aleyhine hükmedilen kimse, burada hakkının yendiği kanaatindedir. Bu sebeple “hasbiyallahu ve ni´melvekil, yani Allah bana yeter, o ne iyi vekildir (işimi O´na bırakıyorum)” demiştir.
Resulullah´ın müdahalesinde alimler şu mânayı görürler: “Allah, aczi yani işini gevşek tutmayı, (sözgelimi mahkeme önünde kendini müdafaa edecek delilleri ibraz etmemeyi, kendini delilsiz bırakacak şekilde tedbirsiz hareket etmiş olmayı; alışverişi senede sepete bağlamamayı, şahid işini ihmal etmeyi vs.) sevmez.”
Keys, burada “acz”in zıddıdır. Öyleyse Aleyhissalâtu vesselâm´ın: “Sana keys (akıllılık) düşer” sözü, şu mânayı ifade etmektedir: “Gevşek, ihmalkâr olma, uyanık ol, gözünü dört aç, işlerini sıkı takip et, esbaba yapışmayı unutma; insanların iyi niyetine güvenip zevahire mürâcatı terketme. Zîra Allah bu çeşit kusurları sevmez. Allah uyanık ve müteyakkız olmayı takdir ve tahmid etmektedir.”
Fethu´l-Vedud´da şu açıklama yapılmıştır: “Keys, işlerde teyakkuz (uyanıklık) ve tedbire tevessül, erbabı gözeterek maslahatı arama, sonuç hususunda fikri kullanmaktır”, yani “Sana, muamelende müteyakkız olman gerekirdi. Şimdi hasmın galebe çalınca hasbiyallahu ve nime´lvekil diyorsun. Zamanında müteyakkız olmadan, senin yaptığın gibi, iş işten geçtikten sonra hasbiyallahu ve ni´me´lvekil denmesi aczdir, uygun değildir” demektir.”
Aliyyu´l-Kârî: “Hadiste hükme bağlanan husus belki de bir borçtu. Adam delilsiz olarak ödeyince, Resulullah adamı, şahidsiz olarak ödediği için, itab etmiştir” der.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), muamelelerinde gevşek ve tedbirsizliği sebebiyle haksızlığa uğrayan kimseyi itab etmiş olmasına rağmen, tedbirsizin gafletinden istifade ile hileye başvuran kimsenin fiiline bir meşruiyet kazandırmaz. Onun uhrevî mesuliyetinde bir eksiklik hasıl etmez. Müslüman, her işinde müteyakkız olmalıdır. Fakat gafilin gafletinden istifade ile haksızlığa da tevessül etmemelidir.[27]
ـ4895 ـ5ـ وعن عمرو وعليّ وغيرهما رَضِيَ اللّهُ عَنْهم أنهم قالوا: ]يَقْضِيَ الْقَاضِي وَالْحَاكِمُ في الْمَسْجِدِ فإذَا أتَى عَلى حَدّ أُقِيمَ خَارِجَ الْمَسْجِدِ[. أخرجه البخاري ترجمة .
5. (4895)- Hz. Ömer, Hz. Ali ve diğer bir kısım Ashab (radıyallahu anhüm) demişlerdir ki: “Kadı ve hâkim mescidde hüküm verebilir. Şayet bir haddle ilgili hüküm vermişlerse, bunun icrası mescidin dışında yapılır.” [Buhârî, bab başlığı olarak kaydetmiştir. Ahkâm 19.][28]
AÇIKLAMA:
Bu mâna, Buhârî´de bab başlığı olarak yer almıştır. “Mâna” diyoruz, çünkü bab başlığındaki elfaz, bu mânayı ifade etse de, farklıdır. İbnu Hacer´in açıkladığına göre, bu meselede, yani mescidde muhakeme yapma işinde esas olan, mescidde bulunanları rahatsız edecek bir şeyin olmamasıdır. Eğer öyle bir durum mevzubahis olursa, bunun mescidde cereyanı caiz olmaz. Nitekim, muhakemenin hadd tatbiki kısmı, hariçte icra edilecek; mescid, kirlenmelere karşı korunacaktır.
Hz. Ali ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ) ile ilgili rivayetler başka kaynaklarda mevsul olarak gelmiştir. Rivayetlerde, kendilerine intikal eden hadd davalarında, her ikisinin de haddin tatbiki için, mücrimlerin mescidden dışarı çıkarılmalarını emrettikleri görülür.[29]
ALTINCI FASIL
HÜKMÜN KEYFİYETİ
ـ4896 ـ1ـ عن الحارث بن عمرو بن أخي المغيرة بن شعبة يرفعه الى معاذ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]لَمَا بعثهُ رَسُولُ اللّهِ # الى اليمن قال له: كَيْفَ تَقْضَى إذَا عَرَضَ لَكَ قَضَاءٌ؟ قَالَ: أقْضِي بِكِتابِ اللّهِ. قَالَ: فإنْ لَمْ تَجِدْ؟ قَالَ: أقْضي بِسُنَّةِ رَسُولِ اللّهِ # قَالَ: فإنْ لَمْ تَجِدْ في سُنّةِ رَسُولِ اللّهِ # وََ في كِتَابِ اللّهِ؟ قَالَ: قُلْتُ أجْتَهِدُ بِرَأيِى وََ آلُو. قَالَ: فَضَرَبَ رَسُولُ اللّهِ # صَدْرِي، وَقَالَ: الْحَمْدُ للّهِ الَّذِي وَفّقَ رَسُولَ اللّهِ # لِمَا يُرْضَي رَسُولَ اللّهِ #[. أخرجه أبو داود والترمذي.» آلُو« أى أقصر .
1. (4896)- Haris İbnu Amr İbni Ahi´l-Muğîre İbni Şu´be, Muaz (radıyallahu anh)´dan naklen anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Muaz´ı Yemen´e gönderdiği zaman kendisine sorar: “Sana bir dava geldiği vakit nasıl hükmedeceksin ”
“Allah´ın kitabıyla hükmedeceğim” der Muaz.
“(Meseleyi Kitabullah´ta) bulamazsan ”
“Resulullah´ın sünnetiyle hükmedeceğim!”
“Ne Kitabullah´ta ve ne de Resulullah´ın sünnetinde bulamazsan ”
“Kendi re´yimle ictihad edeceğim, (hüküm vermekten) geri durmayacağım.”
Hz. Muaz der ki: “Bu cevabım üzerine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (memnun kaldı), göğsüme eliyle vurup:
“Allah´ın elçisinin elçisini, Allah´ın elçisini memnun edecek usulde muvaffak kılan Allah´a hamdolsun!” buyurdular.” [Ebu Davud, Akdiye 11, (3592, 3593); Tirmizî, Ahkâm 3, (1327, 1328).][30]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, senet yönüyle bazı arızalara maruz ise de, ifade ettiği hüküm yönüyle bütün fukahaca telakki-i bi´lkabule mazhar olmuş, mana yönünden sıhhatinde şüpheye düşülmemiştir. Mükerrer olarak belirttiğimiz gibi, bir kere daha belirtmede fayda var: Hadis uleması, bir hadisi zayıf diye damgalarken, zahirî şartlara göre bu hükmün verildiği, o rivayetin nefsü´l-emirde sahih olabileceğini söylemiştir. Bu sebeple, bilhassa Hanefî ulema, bir hadis münferid bile olsa, fukahanın ittifakla ameli sebebiyle ona “hükmen mütevatir” demekten çekinmemiştir. Sadedinde olduğumuz hadis buna bir misal olabilir: Senet yönüyle zayıf da olsa, İslam fukahası, hükmüyle amel etmede müttefiktir. Hadisi tenkidde ileri giden İbnu´l-Cevzî de bununla bütün fukahanın amel ettiğini, mânasının sahih olduğunu söyler. Şunu da belirtelim ki, sadedinde olduğumuz hadisin, Hz. Ömer, İbnu Mes´ud, Zeyd İbnu Sabit, İbnu Abbas gibi sahabenin büyüklerinden mevkuf şahidleri mevcuttur. Beyhakî, Sünen´inde bu hadisi tahric ettikten sonra, takviye maksadıyla bunları kaydetmiştir.
2- İctihad: “Kitab ve sünnete kıyas ederek hüküm aramada alimin bütün gayretini sarfetmesi” olarak tarif edilmiştir. Hattâbî, “içtihad”la verilecek hükmü, kıyas yoluyla, Kitab ve sünnetin mânasına göndermenin kastedildiğini, Kitab ve sünnetten bir asla dayanmadan, kalbe doğan veya hatıra gelen şahsî re´yin kastedilmediğini” belirtir. Hattâbî devamla, “Bu hadiste kıyasın sabit ve bu yolla hüküm vermenin vacib olduğunun görüldüğünü” söyler.[31]
ـ4897 ـ2ـ وعن أمّ سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]سَمِعَ رَسولُ اللّهِ # جَلَبَةَ خَصْمٍ بِبَابِ حُجْرَتِهِ فَخَرَجَ إلَيْهِمْ فَقَالَ: إنَّمَا أنَا بَشَرٌ، وإنَّهُ يَأتِىنِي الْخَصْمُ، وَلَعَلّ بَعْضُهُمْ أنْ يَكُونَ أبْلَغَ مِنْ بَعْضٍ فَأحْسِبُ أنّهُ صَادِقٌ فَأقْضِي لَهُ، فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِحَقّ مُسْلِمٍ فإنَّمَا هِىَ قِطْعَةِ مِنَ النَّارِ، فَلْيَحْمِلْهَا أوْ لِيَذَرْهَا[. أخرجه الستة .
2. (4897)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), odasının kapısında bir münakaşa işitmişti. Yanlarına çıkıp:
“Ben bir beşerim. Bana ihtilaflılar gelir. Bunlardan biri, diğerine nazaran daha belagatlı (ikna edici) olur. Ben de onun doğru söylediğini zanneder, lehine hükmederim. Ancak kime bir Müslümanın hakkını vermiş isem, bunun ateşten bir parça olduğunu bilsin. O ateşi ister yüklensin, ister terketsin (kendisi bilir)” buyurdular.”[32]
ـ4898 ـ3ـ وفي رواية للشيخين: ]إنّمَا أنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ، وإنّكُمْ تَخْتَصِمُونَ اليّ، وَلَعَلّ بَعْضُكُمْ، أنْ يَكُونَ ألْحَن بِحُجَّتِهِ مِنْ بَعْضٍ فَأقْضِى لَهُ بِنَحْوِ مَا أسْمَعُ. فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِشَىْءٍ مِنْ حَقّ أخِيهِ فإنَّمَا أقْطَعُ لَهُ قِطْعَةً مِنَ النَّارِ[.ومعنى »ألْحَنَ بِحُجّتِهِ« أي أقوم بها منه وأقدر عليها، من اللحن بفتح الحاء وهو الفطنة .
3. (4898)- Sahiheyn´in bir rivayetinde hadis şöyledir: “Ben de sizin gibi bir insanım. Siz davalarınızın halli için bana geliyorsunuz. Bazınızın hüccet yönüyle, diğer bazısından daha ikna edici olması, böylece benim, işittiğime dayanarak onun lehine hükmetmem mümkündür. Kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şey hükmetmişsem (bilsin ki), onun için cehennemden bir ateş parçası kesmiş oluyorum.” [Buharî, Şehadat 27, Mezalim 16, Hiyel 9, Ahkam 20, 29, 31; Müslim, Akdiye 5, (1713); Muvatta, Akdiye 1, (2, 719); Ebu Davud, Akdiye 7, (3583, 3584); Tirmizî, Ahkam 11, (1339); Nesâî, Kudat 13, (8, 233).][33]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, açıkgözlük, hile gibi yollara başvurarak, ihtilaflı meselede haksız bir surette lehine karar çıkartmanın haram olduğu belirtilmektedir.
2- Hadiste geçen “Müslüman”, “kardeş” gibi ifadeler, bu haksızlığı gayr-ı müslime karşı yapmanın caiz olacağı mânasına gelmez. İbnu Hacer, “bu meselede Müslüman, zımmî, muâhid, mürted hepsinin eşit olduğunu” belirtir. Beşerî hukukun gasbına dinimiz hiçbir surette müsaade etmez. Mahkemede hile haramsa, bu kime karşı işlenirse işlensin aynı şekilde haramdır. İmam Şafii bu hadisi zikrettikten sonra: “Zîra, hâkimin hükmü ne haramı helal, ne de helali haram kılar” demiştir.
3- Hadis, hâkimlerin zahire, delile göre hükmedeceğini, böyle hükmedince haksız bir hüküm de verse sorumlu olmayacağını belirtir. Ancak, hakkı bulma hususunda gereken gayret gösterilecektir. Bu husus daha geniş olarak açıklandı (4887. hadis).
4- Hadisin bir veçhinde, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Kimin lehine kardeşinin hakkından bir şeye hükmetmişsem (bilsin ki), onun için cehennemden bir parça kesmiş oluyorum. Artık dileyen alsın, dileyen terketsin” sözünden sonra şu ziyade gelmiştir: “Muhakeme olan her iki adam da ağladılar ve her biri: “Hakkım senin olsun” dediler. Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm): “Madem böyle yapıyorsunuz, öyleyse (ihtilaf ettiğiniz malı) taksim edin, hakkı arayın!” buyurdular. Onlar da hisselerini aldılar ve helallaştılar.”
5- Hadisin bazı vecihlerinde, bunun bir miras ve eskimiş mallar ihtilafı olduğu tasrih edilmiştir.
6- Hadisin bazı vecihlerinde gelen “O, ateşi ister yüklensin, ister terketsin, (kendisi bilir)” şeklindeki ifade, muhatabı muhayyer bırakmak için değil, tehdid için söylenmiştir.[34]
7- BAZI FEVAİD:
Yukarıda kaydettiklerimizden başka, hadisten çıkarılan bazı hükümler şunlardır:
* Bir kimse bir hak iddia etse, delil yokluğu sebebiyle hâkim müddea aleyhe yemin ettirse ve lehine hükmetse; bu, adamı batında tebrie etmez. İddia sahibi sonradan delil getirse, iddiası dinlenir; önceki hüküm iptal edilir.
* Bir kimse hile yollarından biriyle, batıl bir iş için hileye tevessül etse ve zahirde hak onun olsa ve lehine hükmedilse, batında onu alması kendisine helal olmaz. Verilen hükümle, günah üstünden kalkmaz. Sadece Ebu Hanife: “Hâkimin hükmü, malların helal olmasını sağlamazsa da, ferçleri helal kılar, kararda zikri geçen batını helal kılar” demiştir. Bu, hadis ve icmaya muhalif bulunmuştur.
* Resulullah, vahiy gelmeyen hususlarda şahsî re´yi ile ictihad ederdi. Bu husus münakaşalı ise de bu hadis, ictihad-ı nebevî hususunda açıktır.
* Resulullah, zahire göre verdiği hükmünde, içtihadı O´nu, bazan batındaki gerçek duruma uymayan hükme götürmüştür. Ancak, ismeti sebebiyle bu hata üzerinde istikrar hasıl olmamıştır.
Resulullah´ın mutlak olarak hata yapmayacağını söyleyenler derler ki: “Eğer Aleyhissalâtu vesselâm´ın hükmünde hatanın vukuu caiz olsaydı, mükelleflere hatayı emretmesi gerekirdi. Zîra bütün hükümlerine uyma hususunda emir sabittir. Nitekim Allah Teala Hazretleri (mealen): “Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme, gönüllerinde hiçbir şüphe ve sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle razı olup uymadıkça, hakkıyla iman etmiş olmazlar” (Nisa 65) buyurmuştur. Ayrıca, icma, hatadan ma´sumdur. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), rütbesinin yüceliği sebebiyle masumiyete evladır.”
Birinci mütalaaya şöyle cevap verilir: Eğer mesele, hata vukuunu gerektirirse, onda bir mazhar yoktur. Çünkü hata mukallidler hakkında da mevcuttur. Zîra onlar, müftüye ve hâkime, hata etmeleri caiz bile olsa, ittiba etmekle emrolunmuşlardır.
İkinci noktanın cevabı şöyledir: Mülazemet (beraberlik) merduttur. Çünkü icmanın varlığı farzedilse, bu, dayanağını Resulullah´tan gelen rivayetten alır. Böylece, icmanın kendine değil, Resulullah´a ittiba edilmiş olur.[35]
ـ4899 ـ4ـ وعن ا‘شْعث بن قيس: ]أنَّه اشْتَرَى رَقيقاً مِنَ الْخُمُسِ مِنْ عَبْدِاللّهِ بِعِشْرِينَ ألْفاً فَارْسَلَ إلَيْهِ عَبْدُاللّهِ في ثَمَنِهِمْ. فقَالَ: إنّمَا أخَذْتُهُمْ بِعَشْرَةِ آَفٍ. قَالَ عَبْدُاللّهِ: فَاخْتَرْ رَجًُ يَكُونُ بَيْنَ وَبَيْنَك. فقالَ ا‘شْعَثُ: كُنْ أنْتَ بَيْنِى وَبَيْنَ نَفْسِكَ. فقَالَ عَبْدُاللّهِ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: إذَا اخْتَلَفَ الْبَيِّعَانِ وَلَيْسَ بَيْنَهُمَا بَيّنَةٌ، فَهُوَ مَا يَقُولُ رَبُّ السِّلْعَةِ أوْ يَتَتَارَكَانِ[. أخرجه أبو داود، وأخرجه النسائي منه المسند فقط .
4. (4899)- Eş´as İbnu Kays´ın anlattığına göre, Humus´tan bir köleyi Abdullah´tan yirmi bin (dirhem)e satın almış ve Abdullah kölenin bedelini almak üzere kenisine bir adam göndermiştir. Adam gelince: Eş´as:
“Ben onu on bine satın aldım” dedi. Abdullah da:
“Öyleyse seninle benim arama (hakem olacak) bir kimse tayin et!” dedi. Eş´as:
“Benimle kendi aranda sen hakem ol!” dedi. Bunun üzerine Abdullah:Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Alışveriş yapan iki kişi ihtilafa düşerlerse ve aralarında da delil yoksa, mal sahibinin söylediği esas alınır veya (alışverişi) terkederler” dediğini işittim” dedi. [Ebu Davud, Büyû 74, (3511); Nesâî, Büyû 82, (7, 302, 303), Nesâî´de sadece müsned (Resulullah´a ait) kısım kaydedilmiştir.][36]
AÇIKLAMA:
Hattâbî bu meselede ulemanın ihtilaf ettiğini belirtir:
* Malik ve Şafiî rahimehümallah: “Satıcıya: “Malı söylediğin fiyata sattığına dair yemin et!” denir. Satan yemin ederse müşteriye: “Ya satıcının söylediği fiyata malı alırsın, ya da söylediğin fiyata sattığına dair yemin edersin!” denir. Eğer yemin ederse, mal, satana iade edilir. Şafiî´ye göre, malın mevcut olması ile telef olmuş bulunması arasında fark yoktur, hüküm böyledir. Çünkü her ikisi de yemin etmiş birbirinin söylediği fiyatları reddetmiştir” demişlerdir. Muhammed İbnu´l-Hasen de bu görüştedir.
* Nehâî, Sevrî, Evzâî, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf: “İstihlâktan sonra, yemin edince müşterinin sözü esas alınır. İmam Malik de, iki rivayetten en meşhurunda, bunların, “İstihlaktan sonra” sözlerine yakın bir şey söylemiştir. Onların bu hükme, bazı rivayetlerde “Mal kaim olduğu halde alışveriş yapanlar ihtilaf ederlerse, satıcının sözü muteber olur veya alışverişi terkederler” şeklinde gelen beyana dayandığı belirtilmiştir. Ulema: “Malikin malın kıyamını şart koşması, malın istihlaki halinde hükmün farklı olacağına delildir” demiştir.[37]
YEDİNCİ FASIL
DÂVÂLAR VE BEYYİNELER
ـ4900 ـ1ـ عن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ لِى رَسُولُ اللّهِ #: اَلْبَيّنَةُ عَلى الْمُدّعِي وَالْيَمِينُ عَلى الْمُدّعَى عَلَيْهِ[. أخرجه الترمذي .
1. (4900)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana dedi ki: “Beyyine davacı üzerine, yemin de davalı üzerine düşer.” [Tirmizî, Ahkâm 12, (1341).][38]
ـ4901 ـ2ـ وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنّ امْرَأتَيْنِ كَانَتَا تَخْرُزَانِ في بَيْتٍ فَخَرَجَتْ إحْدَاهُمَا وَقَدْ أُنفذَ بإشْفَافِى كَفِّهَا، فادَّعَتْ عَلى ا‘خْرى، فَرُفِعَ ذلِكَ الى ابْنِ عَبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فقَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَوْ يُعْطَى النَّاسُ بِدَعْوَاهُمْ ُدّعَى رِجَالٌ دِمَاءَ قَوْمٍ وَأمْوَالَهُمْ، وَلَكِنَّ الْبَيِّنَةُ عَلى الْمُدّعِي، وَالْيَمِينُ عَلى مَنْ أنْكَرَ. ذَكِّرُوهَا بِاللّهِ، وَاقْرَءُوا عَلَيْهَا: إنَّ الَّذِينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّهِ وَأيْمَانِهِمْ ثَمناً قَلِيً اŒيَةَ فذَكّرُوهَا فَاعْتَرَفَتْ[. أخرجه الخمسة، وهذا لفظ البخاري .
2. (4901)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “İki kadın bir odada deri dikiyorlardı. Bunlardan biri avucuna bîz batırılmış olarak dışarı çıktı. Bunu diğerinin yaptığını iddia etti. Dava İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´a götürüldü. İbnu Abbas dedi ki:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuşlardı: “Eğer insanlara sırf iddialarıyla (delil olmadan) talep ettikleri verilseydi, insanlar başkalarının kan ve mallarını istemeye kalkarlardı. Ancak iddia sahibine beyyine gerekmektedir. İddiayı inkar edene de yemin gerekmektedir. (Bu kadına) Allah´ı (yalan yere yemin etmenin günahını) hatırlatın. Ona şu ayeti okuyun: “Allah´ın ahdini ve yeminlerini az bir pahaya değişenler, işte bunlar için ahirette hiçbir nasib yoktur” (Al-i İmran 77).
Kadına bu hatırlatıldı. Bunun üzerine kadın suçunu itiraf etti.” [Buhârî, Tefsir, Al-i İmran 3, Rükûn 6; Müslim, Akdiye 2, (1711); Ebu Davud, Akdiye 23, (3619); Tirmizî, Ahkâm 13, (1343); Nesâî, Kudât 35, (8, 248).][39]
ـ4902 ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَضَى رَسُولُ اللّهِ # بِيَمِينٍ وَشَاهِدٍ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
3. (4902)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (iddia sahibi iki şahid bulamazsa) bir yemin ve bir şahid(in yeterli olacağın)a hükmetmiştir.” [Müslim, Akdiye 3, (1712); Ebu Davud, Akdiye 21, (3608).][40]
AÇIKLAMA:
1- İslam şeriatı, ilk iki hadisten anlaşılacağı üzere, davacıya, iddiasına beyyineyi şart koşmuştur. Davalıya da yemin etmeyi şart koşmuştur. Beyyine, iddiayı isbatlayıcı delil ve hüccet demektir. Normalde davacı (müddeî) hakkında beyyine, belli şartları taşıyan iki şahittir. İddia sahibinin beyyinesi yoksa, davalıya (müddea aleyh) yemin teklif edilir.
2- Üçüncü rivayet (4902) dava sahibi iki şahid bulamaz da tek şahid bulursa, bir şahid yerine de yeminin yeterli olacağı görüşünü takrir etmektedir. Ancak bu mesele ulema arasında ihtilaflıdır: Ebu Hanife, Şa´bi, Evzâî, Leys ve İmam Malik´in ashabından Endülüslü olanlar, bir şahid ve yeminle hiçbir surette hüküm verilemeyeceğini, iki şahidin şart olduğunu söylemişlerdir. Ancak, diğer üç imam ve cumhur, bir şahidle davacının yemininin malla ilgili davalarda yeterli olacağına hükmetmiştir. Mala girmeyen davalarda yemin ve şahidin kabul edilmeyeceğinde hepsi ittifak eder.[41]
ـ4903 ـ4ـ وعن عبداللّهِ بن عُبَيْدِ اللّهِ بْنِ أبِى مُلَيْكَةَ: ]أنَّ بَنِى صُهَيْبٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ادَّعَوْا عِنْدَ مَرْوَانَ بَيْتَيْنِ وَحُجْرَةً، اَعْطَاهَا رَسُولُ اللّهِ # صُهَيْباً رَضِيَ اللّهُ عَنْه. فقَالَ مَرْوَانُ: مَنْ يَشْهَدُ لَكُمْ بذلِكَ؟ فقَالُوا: ابْنُ عُمَرَ. فَدعَاهُ فَشَهِدَ أنَّ رَسُولَ اللّهِ # أعْطَى صُهَيْباً بَيْتَيْنِ وَحُجْرَةً. فَقَضَى مَرْوَانُ بِشَهَادَتِهِ لَهُمْ[. أخرجه البخاري.
4. (4903)- Abdullah İbnu Ubeydillah İbni Ebî Müleyke anlatıyor: “Benî Süheyb (radıyallahu anh), Mervan nezdinde, iki ev ve bir odanın kendilerine ait olduğunu, bunları (babaları) Süheyb´e Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın verdiğini iddia ettiler. Mervan: “Söylediğiniz şeye şahidiniz var mı ” dedi. Onlar: “İbnu Ömer!” dediler. Mervan İbnu Ömer´i çağırdı. O, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Süheyb (radıyallahu anh)´e iki ev ve bir oda verdiğini söyledi. Mervan sadece onun şehadetiyle onlar lehine hükmetti.” [Buhârî, Hibe 30.][42]
AÇIKLAMA:
Burada tek şahidle davanın sübut bulması ve hüküm verilmesine örnek var. Bazı müteahhir alimler, “İddia sahiplerine yemin de ettirilmiştir” te´vilini yapmıştır. Ancak rivayette bunu te´yid eden bir açıklık yok. Bu rivayete dayanan bir kısım müteahhir ulema: “Sıdkına karine bulunduğu takdirde tek şahid de yeterlidir” demiştir. Seleften Şureyh de böyle hükmetmiştir.
Ebu Davud, Sünen´inde “Hakim, şahidin sıdkını bilirse, tek şahidle hükmetmesi caizdir” diye açtığı bir babta, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şahideteyn (iki şahid) tesmiye ettiği Huzeyme İbnu Sabit Kıssasını kaydeder. Ancak ulema, bu durumun Resulullah´a has bir vak´a olduğunda ittifak etmiştir. İbnu´t-Tin, bu rivayete şöyle bir yorum getirir: “Muhtemelen Mervan, bunu Allah´ın malından, nazarında ihsana müstehak olana bağış şeklinde vermiştir. Eğer Aleyhissalâtu vesselâm vermiş idiyse, böylece bu bağış infaz edilmiş oldu, yok vermemiş idiyse, kendisi bu bağışı yapmış oldu.” İbnu´t-Tîn demek ister ki, tek şahidle dava hükme bağlanmaz. Öyleyse bu rivayetin te´vili gerekir. İbnu´t-Tîn ayrıca, bu hâdisenin fey´le ilgili olduğunu, (insanlar arasında bir dava olmadığını) belirtir. Ömer İbnu Şeybe´nin Ahbar-ı Medine´de zikrettiğine göre, Süheyb´in evi Ümmü Seleme´ye aitti. Süheyb´e bağışladı. Belki de bunu Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın emriyle yaptı veya mecaz yoluyla Ümmü Seleme´ye nisbet etti. Ev hakikatte Resulullah´ın idi. Onu Süheyb´e bağışladı veya o, dava mevzuu olan evden başka bir evdir.[43]
ـ4904 ـ5ـ وعن أبِى مُوسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَجُلَيْنِ اِدَّعِيَا بَعِيراً عَلى عَهْدِ رَسُولِ اللّهِ #، فَبَعَثَ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا شَاهِدَيْنِ، فَقَسّمَهُ # بَيْنَهُمَا نِصْفَيْنِ[. أخرجه أبو داود والنسائي .
5. (4904)- Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında iki kişi bir deve hakkında iddiada bulundular. Her biri, iki tane şahid getirdi. Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm) deveyi ikiye bölerek aralarında taksim etti.” [Ebu Davud, Akdiye 22, (3613, 3614, 3615); Nesâî, Kudat 34, (8, 248).][44]
AÇIKLAMA:
1- Ebu Davud´un bir rivayetinde her ikisinin de beyyinesi olmayan iki kişinin bir deve -veya hayvan- hakkında iddiada bulunduklarını, bu durumda da hayvanı aralarında taksim ettiğini kaydeder. İbnu Raslan, iki rivayetin de aynı hadiseye parmak basmış olabileceğini, zira her iki tarafın birbirine zıt olan beyyine ibraz etmesiyle, beyyinelerin birbirlerini hükümden düşürerek sanki yok hükmüne getireceğini belirtir.
2- Ulema şöyle bir durumda ihtilaf eder: Bir şey bir adamın elindedir. Bunun hakkında iki kişi iddiada bulunur ve her biri kendinin olduğunu söyler ve her ikisi de beyyine ikame eder.
* Ahmed İbnu Hanbel ve İshak İbnu Rahuye derler ki: “Aralarında kur´a çekilir, kime çıkarsa o alır.
* Şafiî kavl-i kadiminde Ahmed gibi hükmetmişse de, kavl-i cedidinde, “Bu hususta iki görüş var demiştir. Birine göre ikiye bölünerek aralarında taksim edilir. Ashab-ı re´y ve Süfyan-ı Sevrî de buna hükmeder. Diğer kavle göre; kur´a çekilir, kime çıkarsa “şahidleri hakka şehadet etti” diye yemin eder ve böylece mal ona hükmedilir.
* İmam Malik: “Ben malı onlardan birine hükmetmem. Eğer mal bir başkasının elinde ise” demiştir. Ondan rivayete göre: “Mal, onlardan hangisinin şahidleri daha adi, selahet cihetiyle daha meşhur ise ona aittir” demiştir.
* Evzâî: “Beyyine cihetiyle hangisi daha çok ise o alır” demiştir.
* Şâbi´nin: “Mal aralarında şahidlerin hisselerine göredir” dediği hikaye edilmiştir (Hattabi´den). Müteakip hadis, her iki tarafın da beyyinesi bulunmama durumuyla ilgilidir. Oradaki açıklamalar bu söyleneni tamamlayacak mahiyettedir.[45]
ـ4905 ـ6ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]عَرََضَ رَسُولُ اللّهِ # عَلى قَوْمٍ الْيَمِينَ فَسَارَعُوا إلَيْهَا فَأمَرَ أنْ يُسْهَمَ بَيْنَهُمْ في الْيَمِينِ، أيُّهُمْ يَخْلِفُ[. أخرجه البخاري وأبو داود .
6. (4905)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir mal hususunda ihtilaf eden, fakat beyyineleri olmayan) bir kavme yemin teklif etti. (İki taraf da) birden yemin etmeye koştu. Bunun üzerine (önce) yemin (edecek tarafın tesbiti için) kur´a çekilmesini emretti.” [Buhârî, Şehâdât 24; Ebu Davud, Akdiye 22, (3616, 3617, 3618).][46]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, mefhumu hususunda şarih ve fakihlerin ihtilaf ettiği hadislerdendir. Bir açıklamaya göre, -önceki hadisin açıklamasında da geçtiği üzere- ihtilaf halinde iki taraf da beyyine ibraz edemezse, her iki tarafa da yemin teklif edilir. Her iki taraf da haklılığı hususunda yemin etmek isterse “hangisi öncelikle yemin etmelidir” hususu mevzubahis olacaktır. Sadedinde olduğumuz hadis, bu noktada prensip getirmektedir: Önce yemin edecek taraf, hâkimin arzusu ile değil, kur´a ile tesbit edilmelidir.
Diğer bir açıklamaya göre, yemine iştirak şu suretle olur: İki taraf, ellerinde bulunmayan bir mal hususunda niza eder ve ikisi de lehinde bir beyyine getiremezse, aralarında kur´a çekilir. Kur´a kime çıkarsa o yemin eder ve mala hak kazanır. Bu manayı te´yid eden bir rivayeti, Ebu Davud ve Nesâî´de Ebu Râfi Ebu Hüreyre´den nakletmiştir: “Her ikisinin de beyyinesi olmadığı halde iki kişi bir mal hususunda ihtilaf ettiler. Resulullah: Dava sahipleri memnun olsalar da olmasalar da yemin (hakkı) hususunda kur´a çekin” buyurur.”
Hadisi bu mânada anlayan Hattâbî der ki: “İstiham´ın buradaki manası kur´a çekmektir. Resulullah şunu kastediyor: “İhtilaf sahibi her iki taraf kur´a çeksinler. Kur´a kimin lehine çıkarsa yemin eder ve iddia ettiği şeyi alır.” Hattâbî bir deve üzerine çıkan bir ihtilafın, Hz. Ali tarafından yapılan buna benzer bir çözümünü kaydeder.
Ebu Davud´dan kaydettiğimiz hadis hakkında Kirmânî´nin yorumu şöyle: “Kur´a çekme işi, ihtilaf edenlerin, malı haketmeye götüren sebeplerde eşit olma halinde olur. Mesela: “Mal her iki tarafın da elindedir ve taraflar tamamına sahip olmak isterler, her ikisi de yemin edip almak ister. İşte böyle bir durumda aralarında kur´a çekilir, hangisine çıkarsa o yemin eder ve mala sahip olur.”
Şerhu´l-Mişkat´ta aynı hadis için şu yorum yapılmıştır: “Meselenin şekli şöyledir: İki kişi üçüncü bir şahsın elinde bulunan bir mal hususunda iddialaşırlar ve her ikisinin de beyyinesi olmazsa veya her ikisinin de beyyinesi olursa, üçüncü şahıs da: “Ben (bu mal bunlara mı, başka birine mi ait) bilmiyorum” derse, bunlar hakkında verilecek hüküm iki iddiacı arasında kur´a çekmektir. Kur´a hangisine çıkarsa o yemin eder ve mala sahip olur. Hz. Ali de böyle hükmetmiştir.”
Şâfiî´ye göre bu durumda mal, üçüncü şahsın elinde bırakılır.
Ebu Hanife´ye göre, iki dava sahibi arasında mal ikiye bölünür.
İbnu´l-Melek der ki: “Ahmed ve akvalinin birinde ve sonuncusunda Şafiî, Hz. Ali gibi hükmetmiştir. Keza Ebu Hanife de öyle hükmetmiş ve: “Her ikisine, yemin ettirilerek yarımşar verilir” demiş, bir başka kavlinde de: “Üçüncü şahsın elinde bırakılır” demiştir.”
Mesele hususunda ihtilafı gösterme saddedinde Beyhaki´nin yorumunu da kaydetmek isteriz. Der ki: “Kadı, taraflara yemin ettirmek isteyince, önce hangisinin yemin edeceğini tesbit için kur´a çeker. Böylece önce biri sonra diğeri yemin eder. Eğer ikincisi, birincisinin yemininden sonra yemin etmezse, malın tamamını birinciye hükmeder. Eğer ikinci de yemin ederse, ikisi de yeminde eşit olurlar ve böylece mal ikisi arasında yarımşar bölünür, tıpkı yeminden önce olduğu gibi.”[47]
ـ4906 ـ7ـ وعن أبي غَطفان بن طريفٍ قال: ]اخْتصَمَ زَيْدُ بْنُ ثَابِتٍ وَابْنُ مُطِيعٍ الى مَرْوَانَ في دَارٍ كَانَتْ بَيْنَهُمَا، فَقَضَى مَرْوَانُ عَلى زَيْدِ بْنِ ثَابِتٍ بِالْيَمِينِ عَلى الْمِنْبَرِ فقَالَ زَيْدٌ أحْلِفْ لَهُ مَكَانِي هذَا. فقَالَ مَرْوَانُ، َ، إّ عِنْدَ مَقَاطِعِ الْحُقُوقِ. فَجَعَلَ زَيْدُ بْنُ ثَابتٍ يَحْلِفُ إنّ حَقّهُ لَحَقُّ، وأبِى أنْ يَحْلِفَ عَلى الْمِنْبَرِ، فَجَعَلَ مَرْوَانُ يَعْجِبُ مِنْ ذلِكَ[. أخرجه مالك .
7. (4906)- Ebu Gatafan İbnu Tarif el Mürrî anlatıyor: “Zeyd İbnu Sabit ve İbnu Mutî aralarındaki bir ev sebebiyle (Medine valisi) Mervan´a dava açtılar. Mervan, minberde yemin etmesi şartıyla, evin Zeyd İbnu Sabit´e ait olduğuna hükmetti. Zeyd:
“Ben onun için şu yerimde yemin ederim!” dedi. Mervan da:
“Hayır! Hukukun kesinleştiği yerde yemin edeceksin!” dedi. Bunun üzerine Zeyd “Hakkım haktır” diye yemin etmeye başladı ve minberde yemin etmekten imtina etti.
Mervan bu duruma hayret etti.” [Muvatta, Akdiye 12, (2, 728).][48]
AÇIKLAMA:
1- Zürkânî, yeminin, Mescid-i Nebevî´nin minberinin yanında yapılmasının istendiği; “minberde” sözünden maksadın “minberin yanında” demek olduğunu belirtir.
2- İmam Malik, minberin yanında yemin etme an´anesinin mevcudiyetini gözönüne alarak, “Zeyd İbnu Sabit (radıyallahu anh)´in imtinasını, onun sabru´lyemini mekruh addetmesiyle” izah eder. Sabru´lyemin: Kişinin yemine zorlanması, yemin edinceye kadar hapsedilmesidir. Şu halde Zeyd (radıyallahu anh), yemine zor, icbar karışmaması, kendiliğinden olması görüşündedir. Zorlamanın karışacağı yemini mekruh addetmektedir.
3- Mervan´ın taccübü, Zeyd´in davranışı sebebiyledir. Çünkü Zeyd, bu yeminin mekanla ilgili bir tağliz yemini olduğunu bildiği halde, buna yanaşmayışına Mervan hayret etmiştir. Tağliz suretiyle yemin, zaman, mekan ve bazı elfazı mahsusa ilavesi suretiyle yapılır. Şöyle ki: “Hüküm eğer Mekke-i Mükerreme´de verilecek ise yemin, Makam-ı İbrahim ile Beytu´l-Haram arasında yapılır. Ve eğer Medine-i Münevvere´de ise yemin, Resulullah´ın minberi yanında yapılır. Bir başka beldede ise o beldenin camiinde ikindiden sonra yapılır. Allah´ın isimlerinin bazılarının ilavesiyle veya Kur´an üzerine yapılan yeminler de bu nev´e girer.
4- İmam Şafiî, Hz. Ömer´in bir adamla aralarında çıkan ihtilafta minberin yanında yemin ettiğini belirtir. İlaveten: “Bize göre, minber üzerinde yemin, ihtilaf edilmeyen bir husustur. Bu husustaki görüşümüz hep aynı kalmıştır” der.
5- Hadisin Muvatta´daki aslında İmam Malik´in bir açıklaması var: “Ben, bir dinarın dörtte birinden daha az bir şey için -ki bu üç dirhem yapar- minberde yemin ettirilmesini uygun görmem.”
Şafiî hazretleri: “Yirmi dinar ve daha fazla değerde olan şeyler için minberde yemin ettirilir, daha az şey için ettirilmez” der.
Zürkânî der ki: Cumhur, kan ve çok miktardaki mal için mekan şartı ile tağliz suretinde yemin yaptırılır, daha az bir şey için yaptırılmaz diye hükmetmiştir. Ancak azın, çoğun hududu nedir Bu hususta alimler ihtilaf etmişlerdir.[49]
* YEMİNİN ŞEKLİ:
ـ4907 ـ1ـ عن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ لِرَجُلٍ حَلّفَهُ: احْلِفْ بِاللّهِ الَّذِي َ إلَهَ إَّ هُوَ مَالَهُ عِنْدَكَ شَىْءٍ،
يَعْنِى لِلْمُدَّعِي[. أخرجه أبو داود .
1. (4907)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), yemin teklif ettiği bir adama:
“Kendinden başka ilah bulunmayan Allah´ın adıyla, o kimsenin yani dava sahibinin senin yanında malı olmadığına yemin et!” buyurdu.” [Ebu Davud, Akdiye 24, (3620).][50]
AÇIKLAMA:
Yeminin nasıl edileceği hâkim tarafından ilgiliye öğretilmelidir. İslamî yeminin, Allah üzerine yapılması esastır. Namus ve şeref üzerine yemin yapılmaz. [51]
SEKİZİNCİ FASIL
ADALET VE ŞEHADET
ـ4908 ـ1ـ عن عمرو بن شعيب عن أبيه عن جدّه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَجُوزُ شَهَادَةُ خَائِنٍ وََ خَائِنَةٍ، وََ زَانٍ وََ زَانِيَةٍ، وََ ذِي غِمْر عَلى أخِيهِ[. أخرجه أبو داود.وللترمذي، عن عائشة بعد قوله، خائنة: و مجلودٍ حداً، وَ مُجرّبٍ شَهَادَةٍ وََ القَانِعِ ‘هلِ الْبَيْتِ، وََ ظَنِينٍ)ـ1( في وَءٍ وََ قَرَابَةٍ.قال الفزارى: »القَانِعُ« التابع.والمراد »بالخائنِ« الخيانة في الدين والمال وا‘مانة فإن من ضيّع شيئاً من أوامر اللّه أو ركب شيئاً من منهياته يكون عدً.و»القانع« التابع مثل ا‘جير والوكيل تردّ شهادته للتهمة في جر النّفعِ الى نفسه، ‘ن التابع ‘هل البيت ينتفع بما يصير إليهم .
1. (4908)- Amr İbnu Şuayb an ebihi an ceddihi anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hain erkek ve haine kadının, zani erkek ve zaniye kadının, kardeşine kin taşıyan kimsenin şehadeti caiz değildir.” [Ebu Davud, Akdiye 16, (3600, 3601) İbnu Mace, Ahkam 30, (2366).]
Tirmizî´de Hz Aişe´den yapılan bir rivayette, haine kelimesinden sonra şu ziyade vardır: “Hadd-i kazf´la celde tatbik edilenin, şehadette (yalanı) tecrübe edilmiş olanın, ev halkına hizmet edenin, kendisini nisbet ettiği mevla ve akrabaları hususlarında müttehem olan (gerçek nesebini gizleyen)in.” [Tirmizî, Şehâdât 1, (2299).][52]
AÇIKLAMA:
1- İslam´da herkes şahidlik yapamaz. Şahid olabilmek için adalet sahibi olmak gerekir. Bu vasfı taşımayan kimsenin şahitliği makbul değildir. Sadedinde olduğumuz hadis, kimlerin şahidliği kabul edilmiyorsa bunları belirtmektedir:
* Hain kelimesinden öncelikle insanlara karşı, emanetlerde hiyanetle tanınmış kimseler anlaşılmıştır. el-Kâdı, hadisin daha umumi bir çerçevede anlaşılarak Allah´ın emanetine riayetkâr olmayanla, insanların emanetlerine riayetkâr olmayanların da aynı şekilde kastedilmiş olma ihtimalinin varlığına dikkat çeker.
* Zaniler.
Haddle celde uygulananlar… Bununla öncelikle hadd-i kazf (iftira) anlaşılmıştır. Ebu Hanife de bu mânada anlamıştır: “Hadd-i kazf suçuyla celde tatbik edilenden ebediyen şehadet makbul olmaz, tevbe bile etse” der. el-Kâdî: “Diğer haddlerden ayrı olarak celde uygulananın zikredilmesi, bunun cinayetinin büyüklüğünden dolayıdır. Celde haddi tabiri, gayr-ı muhsan zaniyi, iftira edeni ve şarap içeni de içine alır” der.
Ebu Hanife: “Celde uygulananın, tevbe bile etse, şehadeti makbul değil” demiş ise de, ulemanın racih görüşü, tevbe eden kimsenin şehadeti makbul olacağı istikametindedir.
* Kardeşine karşı kin sahibi olanın şehadeti.
* Şehadette yalancılık yapmakla tanınmış olan kimse.
* Ev halkına ücret ve sair yollardan biriyle hizmet eden, tabi olan. Böyle birinin menfaatlendiği yere karşı bîtaraf olamayacağı kabul edilir ve bu sebeple şehadeti reddedilir. Oğlu lehine babanın, baba lehine oğlunun veya alacaklı kimse, müflisin bir başkasında alacağı var diye şehadet edecek olsa, bunlar makbul değildir.
* Kendisini nisbette yalan ithamıyla tanınan, yani: “Ben falancanın azadlısıyım!” dese, fakat o kimseye nisbeti sahih olmasa, fasık addedilir, şehadeti de reddedilir. Yalandan akrabalı iddiası da aynı hükme girer.[53]
ـ4909 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: َ تَجُوزُ شَهَادَةُ بَدَوِيٍّ عَلى ذِى قَرْيَةٍ[. أخرجه أبو داود.وإنما كره شهادة
البدوي لما فيه من الجفاء في الدين، والجهالة بأحكام الشريعة، ولعدم ضبطه الشهادة في الغالب على وجهها لقلة معرفته بشروطها، وإليه ذهب مالك. والناس على خفه .
2. (4909)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bedevinin, köylü aleyhindeki şehadeti caiz değildir.” [Ebu Davud, Akdiye 17, (3602); İbnu Mace, Ahkâm 30, (2367).][54]
AÇIKLAMA:
Bedevi, çöllerde çadırda yaşayanlara denir. Bunlar göçebe hayatı sürer, belli bir yerleşim yerleri yoktur.
Bedevinin şehadetinin makbul olmayışı, onların dinî bakımdan eksikliklerinin fazlalığındandır. Onlar şer´î ahkâmı da yeterince bilmezler, çoğu hallerde şehadeti usulüne uygun yapamazlar da. Bu gibi sebeplerle onların şehadeti makbul addedilmemiştir. Ahmed İbnu Hanbel hadisle ameli esas almıştır. İmam Malik ve Ebu Ubeyd de bu görüştedir. Ancak cumhur, bedevinin de şehadetinin makbul olacağına hükmeder. İbnu Raslan: “Bu hadisi, bedevilerden adaleti bilinmeyene hamlettiler. Zaten galib durumda onların adaleti bilinmez” der.[55]
ـ4910 ـ3ـ وعن أيمن بن خُرَيْم بن فاتك قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: عُدِلَتْ شَهَادَةُ الزُّورِ إشْرَاكاً بِاللّهِ تَعالى. ثُمَّ قَرَأ: فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ ا‘وْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ حُنَفَاءَ للّهِ غَيْرَ مُشْرِكِينَ بِهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي؛ إ أن أبا داود قال عن خريم بن فاتك، وخريم صحابي؛ وأما ابنه أيمن فقال الترمذي: نعرف له سماعاً من النبي # .
3. (4910)- Eymen İbnu Hureym İbni Fatik anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Yalan şehadet Allah´a şirkle bir tutulmuştur!” buyurdular ve şu ayeti okudular. (Mealen): “…Putlara tapmak gibi bir pislikten ve yalan sözden de kaçının.” (Hacc 30). [Tirmizî, Şehâdât 3, (2300, 2301); Ebu Davud, Akdiye 15, (3599); İbnu Mace, Ahkâm 32, (2372).][56]
AÇIKLAMA:
Hadiste Aleyhissalâtu vesselâm, yalan şehadeti, günah itibariyle şirke emsal tutmuştur. Çünkü şirk de Allah hakkında bir yalandan ibarettir; söylenmesi caiz olmayan şeyi Allah´a nisbettir. Aynı şekilde yalancı şahitlik de kula caiz olmayan bir şeyi söylemektir. Öyleyse her ikisi de, gerçekte olmayan şeylerin iddiasıdır.
Tîbî der ki: “Resulullah yalan sözü şirke müsavi kıldı. Çünkü şirk de yalan sınıfına girer. Zîra müşrik, putun ibadete müstehak olduğunu zanneder.”[57]
ـ4911 ـ4ـ وعن زيد بن خالد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أَ أخْبرُكُمْ بِخَيْرِ الشُّهَدَاءِ؟ الَّذِي يَأتِي بِشَهَادَتِهِ قَبْلَ أنْ يُسْألَهَا[. أخرجه مسلم ومالك وأبو داود والترمذي.قال مالك: هُوَ الَّذِى يُخْبِرُ بِالشّهادةِ الّتِي َ يَعْلَمُ بِهَا الّذِي هِي لَهُ، فَيأتِي بِهَا ا“مَامَ فَيَقْضِي لَهُ بِهَا .
4. (4911)- Zeyd İbnu Halid (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Size şahidlerin en hayırlısını haber vermeyeyim mi: O kendisine taleb edilmezden önce şehadet etmeye gelendir.” [Müslim, Akdiye 19, (1719); Muvatta, Akdiye 3, (2, 720); Ebu Davud, Akdiye 13, (3596); Tirmizî, Şehâdât 1, (2296).][58]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, şahidlik taleb edilmeden, kendiliğinden gidip şahitlikte bulunmayı takdir etmektedir. Ancak daha önce de geçtiği üzere bazı hadisler, taleb edilmeden şahitlikte bulunanları kötüler. Bir hadis şöyle: “Asırların en hayırlısı benim asrımdır. Sonra onu takib eden asırdakiler, sonra da onu takib eden asırdakiler gelir. Sonra da bir kavim gelir ki onlar şahidlik taleb edilmeden şehadette bulunurlar.”
Aradaki zıtlık (tearuz) şöyle giderilmiştir. Nevevî der ki: “Bu hadiste iki te´vil var: En sahihi, en meşhur olanı İmam Malik ve Ashab-ı Şafiî tarafından yapılan te´vildir. Buna göre, bir kimsenin nezdinde, bir insanın hakkını ilgilendiren bir şehadet mevcuttur. Fakat hak sahibi onun şahid olduğunu bilmemektedir. İşte bu kimse o adama gidip kendisi için şahid olduğunu haber verir, nezdindeki emaneti eda etmiş olur.
İkinci te´vile göre, bu övülen şehadet, insan hukukuyla değil, hisbe şehadetiyle ilgilidir: Talâk, köle azadı, vakıf, ammeye yönelik vasiyetler, hudud gibi meselelere giren şehadetlerdir. Bu çeşitten bir şey bilen kimsenin, bildiğini gidip kadıya söylemesi, haber vermesi, şahidlik yapması vacibtir.
Üçüncü bir te´vile göre, bundan, talepden önce değil, sonra şehadeti eda hususunda mecaz ve mübâlağa maksuddur. Nitekim: “Cömert, istemeden veren kimsedir” sözünden, istenince hemen çarçabuk vermek kastedilir.”[59]
ـ4912 ـ5ـ وعن خزيمة بن ثابت رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنّ رَسُولَ اللّهِ # اِبْتَاعَ فَرَساً مِنْ أعْرَابِيّ فَاسْتَتْبََعَهُ النّبيُّ # الى مَنْزِلِهِ لَيَقْضِيَهُ ثَمَنَ فَرَسِه. فأسْرَعَ # المَشْىَ وَأبْطأ ا‘عْرَابِىّ، وَطَفَقَ رِجَالٌ يَعْتَرِضُونَ ا‘عْرَابِىّ، فَسَاوَمُوهُ بِالْفَرَسِ، وََ يَشْعُرونَ أنّ النّبىّ # قَدِ ابْتَاعَهُ. فَنَادَى ا‘عْرَابىّ النّبىّ # فقَالَ: إنْ كُنْتَ مُبْتاعاً هذَا الْفَرسَ وإّ بِعْتُهُ. فقَامَ النّبىُّ # حِينَ سَمِعَ نِدَاءَ ا‘عْرَابِىّ فقَالَ أوَلَيْسَ قَدِ ابْتَعْتُهُ مِنْكَ. فقَالَ ا‘عْرَابِىّ: واللّه مَا بِعْتُكَه. فقَالَ #ً بَلْ قَدِ ابْتَعْتُهُ مِنْكَ. فَطَفِقَ ا‘عْرابِىّ يَقُولُ: هَلُمَّ شَهِيداً. فقَالَ خُزَيْمَةُ: أنَا أشْهَدُ أنّكَ بَايَعْتَهُ. فأقْبَلَ # عَلى خُزَيْمَةَ فقَالَ: بِمَ تَشْهَدُ؟ قَالَ: بِتَصْدِيقِكَ يَا رَسُولَ اللّهِ، فَجَعَلَ شَهَادَةَ خُزَيْمَةَ بِشَهَادَةِ رَجُلَيْنِ[. أخرجه أبو داود والنسائي.وزاد رزين: ]فقَالَ ا‘عْرَابِىّ: أهذا رسولُ اللّهِ؟ فقَالَ أبُو هُريرةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: كَفى بِكَ جَهًْ أنْ َ تَعْرِفَ نَبِيّكَ، صَدَقَ اللّهُ: ا‘عْرَابُ أشَدُّ كُفْراً وَنِفَاقاً وَأجْدَرُ أنْ َ يَعْلَمُوا حُدُودَ مَا أنْزَلَ اللّهُ عَلى رَسُولِهِ، فَاعْتَرَفَ ا‘عْرَابِىُّ بِالْبَيْعِ[.
5. (4912)- Huzeyme İbnu Sabit (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir bedeviden bir at satın almıştı. Aleyhissalâtu vesselâm, onu eve kadar getirivermesini ve orada parasını almasını söyledi. Bu sırada kendisi hızlı hızlı yürüdü; bedevi ise ağır ağır yürüyordu. (Aralarında epeyce bir mesafe hasıl oldu. Bu sırada) bazı kimseler bedeviye gelip at üzerinde pazarlık yapmaya başladılar. Onu Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın satın almış olduğunu kimse bilmiyordu. Bedevî, Aleyhissalâtu vesselâm´a seslenip:
“Şu atı alacaksan al, değilse sattım!” dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bedevinin bu sözünü işitince adama yönelip: “Ben onu zaten senden satın aldım ya!” buyurdular. Ama bedevi:
“(Bu ne demek ) Vallahi ben onu sana satmadım!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Bilakis! Ben onu senden aldım” dedi. Bunun üzerine bedevi:
“Bir şahit getir!” demeye başladı. Hemen Huzeyme alınıp:
“Ben şehadet ederim, siz onu satın aldınız!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, Huzeyme´ye gelerek: “Ne ile şehadet ediyorsun ” diye sordu. Huzeyme:
“Sana olan tasdikim ile, Ey Allah´ın Resulü!” dedi. bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm) Huzeyme´nin şehadetini iki kişinin şehadeti yerine koydu.” [Ebu Davud, Akdiye 20, (3607); Nesâî, Büyu 91, (7, 302).]
Rezîn şu ziyadeyi ilave etti: “Bedevi: “Bu, Resulullah mı ” dedi. Ebu Hüreyre kendisine: “Peygamberini tanımaman cahillik olarak sana yeter. Allah Teala Hazretleri doğru söyledi: “Bedeviler küfür ve nifak yönünden daha şiddetli ve Allah´ın Resulü´ne indirdiği emir ve yasakları bilmemeye daha müsaitdirler” (Tevbe 97). Bedevi bunun üzerine atı sattığını itiraf etti.”[60]
AÇIKLAMA:
1- Hâdise İbnu Sa´d´da daha teferruatlı olarak anlatılmaktadır. Buna göre Resulullah´ın satın aldığı atın adı Mürteciz´dir. Satan bedevi de Benî Mürre kabilesinden Sevâ İbnu Kavs el-Muharibî´dir, Seva İbnu´l-Haris de denmiştir. Anlatıldığı üzere eve kadar atı götürüp, parasını evde alacak olan Sevâ, ağır ağır yürürken, yolda atı almak isteyenler çıkar ve kandisine daha fazla fiyat teklif ederler. Bunun üzerine, Resulullah´a olan satışını inkar cihetine gider.
2- Bir rivayette Resulullah Huzeyme´ye:
“Sen alışveriş esnasında bizim yanımızda değildin. Seni şehadet etmeye sevkeden şey nedir ” diye sorar. Huzeyme: “Ben sizin getirdiğiniz (risaleti) tasdik ettim, bildim ki, haktan başka bir şey söylemezsin!” der. Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm): “Huzeyme kimin lehinde veya aleyhinde şehadette bulunursa, bu ona yeter, (iki şahid değerindedir)” buyurur.
3- Bu hâdise son derece hikmetlidir. Zîra, Resulullah´ın vefatından sonra, Huzeyme (radıyallahu anh), bu vasfıyla mühim bir rol oynamıştır. Kur´an´ın cem´i bahsinde geçtiği üzere Zeyd İbnu Sabit başkanlığındaki Kur´an´ı tedvin heyeti, ezberlerindeki ayetlere ikişer yazılı şahid istiyorlardı. Son inenlerden iki ayeti yazılı olarak sadece Huzeyme getirmiş idi. “İki şahid” ünvanı hatırlanarak itirazsız kabul edildi.
Bazı yorumcular: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ondan daha üstün, daha efdalleri varken bunlarınkini değil de, Huzeyme´nin şehadetini iki şahidlik kabul etmesi, bir muhassıs sebepten dolayıdır. O sebep de, orada Resulullah´ın lehine şehadet hususunda onun hemen ortaya atılmasıdır” demiştir. Hülefayı Raşidîn, Huzeyme´yi o vasıf üzere kabul etmişlerdir. Huzeyme, aslında haklıdır. Bazı rivayetlerde ifade ettiği gibi, Resulullah´ı gaybî ve son derece mühim meselelerde ne demiş ise aynen kabul eden bir kimsenin, böyle basit bir meselede yalan söyleyeceğine ihtimal veremez. Aksini düşünmek kişiyi tezada atar. Resulullah yine de, şehadet müessesesinin gerekliliği açısından, Huzeyme´nin şehadetini takdir buyurmuştur. Resulullah´ın sıdkı ve şahsî bilgisi açısından başka bir şahide ihtiyacı yoktur, ama buna rağmen Huzeyme´nin şehadeti onu te´kid etmiş oldu.[61]
* EHL-İ KİTABIN ŞEHADETİ:
ـ4913 ـ1ـ عن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]يَا مَعْشَرَ الْمُسْلِمِينَ كَيْفَ تَسْألُونَ أهْلَ الْكِتَابِ، وَكِتَابُكُمْ الّذِى أُنْزِلَ عَلى نَبِيّكُمْ، أحْدَثُ الْكُتُبِ بِاللّهِ تَقْرَءُونَهُ مَحْضاً لَمْ يُشَبْ، وَقَدْ حَدّثَكُمُ اللّهُ أنّ أهْلَ الْكِتَابِ بَدّلُوا كِتَابَ اللّهِ وَغَيّرُهُ، وَكَتَبُوا بِأيْدِيهِمُ الْكِتَابَ، وَقَالُوا: هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّهِ لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَناً قَلِيً؟ أَ يَنْهَاكُمْ مَا جَاءَكُمْ مِنَ الْعِلْمِ عَنْ مَسْألَتِهِمْ؟ وََ واللّهِ مَا رَأيْنَا مِنْهُمْ رَجًُ قَطُّ يَسْألُكُمْ عَنِ الّذِى أُنْزِلَ عَلَيْكُمْ[. أخرجه البخاري .
1. (4913)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) şöyle hitab etmiştir: “Ey Müslümanlar! Peygamberiniz (aleyhissalâtu vesselâm)´e indirilen kitap, Allah´ın en yeni kitabı ve içine hiçbir şey karışmamış olduğu halde, onu okuyup durduğunuz halde, nasıl olur da Ehl-i Kitab´a (şer´î) birşey sormaktasınız Halbuki Allah Teala Hazretleri, Ehl-i Kitab´ın Allah´ın kitabını değiştirip elleriyle yeni bir kitap yazdıklarını, sonra da az bir menfaatı satın almak için: “Bu, Allah katındandır” dediklerini haber vermektedir. Bilesiniz, size gelen ilim, onlara soru sormanızı men etmektedir. Hayır! Vallahi onlardan bir kişinin bile sizen inen kitaptan sizlere bir şey sorduğunu görmüyoruz.” [Buhârî, İ´tisam 25, Şehâdât 29, Tevhid 42.][62]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), bu hitabetinde, Müslümanların Ehl-i Kitap karşısındaki tavrını belirlemektedir. Sizler onlardan dinî hususta bir şey sormayın, onların kitabının tağyir ve tebdil edildiğini Kur´ân haber vermiştir. Üstelik sizin okumakta olduğunuz kitap ter u tâze, yeni, içerisinde hiçbir karışıklık, tağyir mevzubahis değil vs.
Aslında bu mânada Resulullah´ın tavsiyeleri var. Aleyhissalâtu vesselâm da Ehl-i Kitab´a dinî hususlarda başvurmayı yasaklamıştır. Buharî´nin kısmen bab başlığı olarak Sahih´ine aldığı bir Ahmed İbnu Hanbel hadisi şöyle: “Hz. Ömer bir gün, Ehl-i Kitap´tan ele geçirdiği bir kitapla Resulullah´a geldi (ve içerisinden bir yer) okudu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) öfkelendi ve: “Ben size kitabı saf, temiz olarak getirdim. Onlara hiçbir şey sormayın. Ola ki doğru söylerler, siz yalanlarsınız, (hata etmiş olursunuz). Yahut bir batıl getirirler, tasdik etmiş olursunuz. Nefsimi elinde tutan Zat´a yemin olsun, eğer Hz. Musa aleyhisselam şimdi sağ olsaydı onun bana uyması gerekirdi” dedi.
Bu hadis değişik vecihlerde rivayet edilmiştir. Şarihler bu yasağın, nass gelmeyen hususlarla ilgili olduğunu, çünkü şeriatımızın tek başına yeterli bulunduğunu söylerler. Eğer nass yoksa, kıyas ve istidlal var. Bu yola başvurularak sormaktan müstağni olunmalıdır. Şarihler, şeriatımızın tasdik ettiği, geçmiş ümmetlerle ilgili hususlardan sormanın bu yasağa girmediğini de belirtirler. Ayette geçen: “Senden önceki kitabı okuyanlara sor!” (Yunus 94) emri, onlardan iman edenlerle ilgili, yasak da onlardan inanmayanlara sormakla ilgili. Yasağın tevhid ve risalet-i Muhammediye ve benzeri meseleler üzerine sorulacak sorularla ilgili olması da ihtimalden uzak değildir.
2- Hadisin bir başka veçhesi, Ehl-i Kitab´ın şehadetiyle ilgilidir. Alimler, onların şahidliğinin kabul edilmeyeceği hususunda bunu delil kılmışlardır.
Küffârın şehadeti makbul mü, değil mi Bu hususta üç görüş var:
1) Cumhurun görüşü mutlak olarak reddedilmesine kani.
2) Tabiinden bazıları, Müslümanlar aleyhine olmayan şehadetlerinin mutlak kabulüne hükmetmiştir. Bu Kûfilerin görüşüdür: “Birbirleri hakkındaki şehadetleri kabul edilir” demişlerdir. Bu, iki rivayetten birinde Ahmed İbnu Hanbel´in de görüşüdür, ancak bazı ashabı reddetmiştir. Ahmed, sefer halini istisna tutmuş, “Seferde Ehl-i Kitabın şehadeti caizdir” demiştir. Hasan Basri, İbnu Ebî Leyla, Leys, İshak: “Bir dinde olanın bir başka dinde olana şehadeti makbul olmaz, birbirlerine şehadeti makbuldür. Çünkü bir ayette “Biz Hıristiyanız diyenlerden de ahid almıştık. Onlar da kendilerine ihtar edilen hakikatlerden nasiplerini unuttular. Bu yüzden aralarına, kıyamete kadar devam edecek bir düşmanlık ve kin saldık..” (Maide 14) buyrulmuştur.”
Cumhur, başta “Bir de sizden iki mü´min erkeği şahid tutun. Eğer iki erkek şahid bulunmazsa, o zaman şahidliğine güvendiğiniz kimselerden bir erkek ve iki kadın şahid tutun…” (Bakara 282) ayeti olmak üzere başka ayet ve hadislere dayanır.
3- Hadiste, Ehl-i Kitab´ın, kitaplarını tağyirle ilgili şu ayeti-i kerimeye işaret edilmektedir: (Mealen): “Yazıklar olsun o kimselere ki, az bir dünya menfaati uğruna kendi elleriyle ayetler yazıp, sonra da: “Bu, Allah katındandır” derler. O elleriyle yazdıkları yüzünden, onlara yazıklar olsun! O kazandıkları yüzünden onlara yazıklar olsun” (Bakara 79).[63]
ـ4914 ـ2ـ وعن الشعبي: ]أنّ رَجًُ مِنَ الْمُسْلِمِينَ حَضَرَتْهُ الْوَفَاةُ بدقُوقَاءَ. وَلَمْ يَجِدْ أحَداً مِنَ الْمُسْلِمينَ يَشْهَدُ عَلى وَصِيّتِهِ. فَأشْهَدَ رَجُلَيْنِ مِنْ أهْلِ الْكِتَابِ عَلى وَصِيّتِهِ. فَقَدِمَا الْكُوفَةَ. فَأتَيَا أبَا مُوسى ا‘شْعَرِيّ فأخْبَراهُ، وَقَدِمَا بِتَرَكَتِهِ وَوَصِيّتِهِ. فقَالَ أبُو مُوسى: هذَا أمْرٌ لَمْ يَكُنْ بَعْدَ الّذِي كَانَ عَلى عَهْدِ رَسولِ اللّهِ #: فأحْلَفَهُمَا بَعْدَ الْعَصْرِ بِاللّهِ، إنّهُمَا مَا خَانَا، وََ كَذَبا، وََ بَدَّ، وََ كَتََمَا، وََ غَيّرا، وإنّهَا لَوَصِيّةُ الرَّجُلِ وَتَرِكَتهُ. فأمْضَى شَهَادَتُهَما[. أخرجه أبو داود.
2. (4914)- Şa´bî anlatıyor: “Müslümanlardan birine, Dakûka´da ölüm geldi. Vasiyetine şahidlik edecek hiçbir Müslüman bulamadı. Bunun üzerine Ehl-i Kitap´tan iki kişiyi vasiyetine şahid kıldı. Bunlar Kûfe´ye geldiler. Ebu Musa el-Eş´arî´yi bulup durumu haber verdiler. Bunlar ölenin tereke ve vasiyetini beraberlerinde getirmişlerdi. Ebu Musa (radıyallahu anh) onlara:
“Bu hâdise, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinden sonra hiç görülmeyen bir hâdisedir” dedi. İkindi namazından sonra onlara, ihanet etmedikleri, yalan söylemedikleri, vasiyeti tebdil etmedikleri, gizlemedikleri, değiştirmedikleri, söylediklerinin o adamın vasiyeti, getirdiklerinin de terikesi olduğuna dair yemin ettirdi. Sonra şehadetlerini(n gereğini yerine getirip) uygulamaya koydu.” [Ebu Davud, Akdiye 19, (3605).][64]
AÇIKLAMA:
1- Dakûka, Bağdat ile Erbil arasında bir yer adıdır.
2- Ebu Davud el-Eş´arî hazretleri, Resulullah devrinde cereyan eden es-Sehmî vakı´asına işaret etmiştir. Şu halde buna benzer bir hâdisenin es-Sehmî vak´asından sonra cereyan etmediğini ifade etmektedir. Ona benzeyen bu son vak´a, Dakûka´da bir Müslümanın vefat etmesi, onun vasiyetine iki Hıristiyanın şehadet etmesi hadisesidir.
3- Ebu Musa el-Eş´arî´nin, yemini ikindi vaktinden sonra yaptırması, yeminin, zaman seçilerek tağliz suretinde yapılmasının caiz olduğuna delil kılınmıştır.
4- Hattâbî der ki: “Bu hadiste, ehl-i zimmenin, bilhassa sefer sırasında, Müslümanın vasiyeti hususunda şehadetinin makbul olacağına delil mevcuttur.” Benzer görüşün Şureyh, İbrahim Nehâî, Evzâî tarafından da benimsendiği rivayet edilmiştir. Ahmed İbnu Hanbel der ki: “Ehl-i zimmenin şehadeti sadece böyle bir durumda zarurete binaen makbuldür.
* İmam Şafiî: “Ehl-i zimmenin şehadeti hiçbir surette makbul değildir; ne kâfir, ne de Müslüman” demiştir. Bu, Malik´in de sözüdür.
* Ahmed İbnu Hanbel şunu da der: “Ehl-i Kitab´ın birbirlerine olan şehadeti de makbul değildir.
* Ashab-ı rey: “Onların birbirlerine şehadeti caizdir, küfrün hepsi bir millettir” demiştir.
* Şabî, İbnu Ebî Leyla ve İshak İbnu Rahuye : “Yahudinin Yahudiye şehadeti caizdir. Hıristiyana ve Mecusiye şehadeti caiz değildir. Çünkü onlar farklı farklı dinlerdir. Bir din mensubunun, başka bir din mensubuna şehadeti caiz değildir” demişlerdir. Aynı görüşte olduğu söylenen Zührî ise: “Bu hüküm, onların aralarında birbirlerine karşı besledikleri kinden dolayıdır ki, bu kini Cenab-ı Hak Kur´an´da haber vermektedir” demiştir.[65]
DOKUZUNCU FASIL
HAPİS VE TAKİP
ـ4915 ـ1ـ عن بهز بن حكيم عن جده: ]أنّ رَسُولَ اللّهِ # حَبَسَ رَجًُ في تُهْمَةٍ ثُمَّ خَلّى سَبِيلَهُ[. أخرجه أصحاب السنن .
1. (4915)- Behz İbnu Hakîm an ceddihi anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir adamı bir töhmet sebebiyle hapsetti, sonra da serbest bıraktı.” [Ebu Davud, Akdiye 29, (3630); Tirmizî, Diyat 21, (1417); Nesâî, Sarık 2, (8, 67).][66]
ـ4916 ـ2ـ وعنه أيضاً عن أبيه عن جده: ]أنّ أخَاهُ أوْ عَمّهُ قَامَ الى رَسولِ اللّهِ # وَهُوَ يَخْطُبُ. فقَالَ: جِيرَانِي، بِمَ أُخِذُوا؟ فَأعْرَضَ عَنْهُ مَرّتَيْنِ. ثُمَّ ذَكَرَ شَيْئاً فقَالَ #: خَلُّوا لَهُ عَنْ جِيرَانِهِ[. أخرجه أبو داود .
2. (4916)- Yine Behz İbnu Hakîm aynı tarikten naklediyor: “Kardeşi veya amcası, hutbe vermekte olan Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a doğrulup: “Komşularım (ve kavmim, ashabın tarafından) niçin tutulup hapsedildiler ” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm (cevap vermeyip) yüzünü çevirdi. [Adam aynı sözü tekrar edince] ikinci sefer yüzünü çevirdi. Sonra adam (saygıyı taşan) bir şey söyledi. Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm): “Bunun komşularını salıverin!” buyurdu.” [Ebu Davud, Akdiye 29, (3631).][67]
AÇIKLAMA:
Bu hadisin Abdurrezzak´ta gelen veçhi daha açık: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ravinin kavminden bazı kimseleri bir töhmet sebebiyle alıp hapseder. Kavminden bir adam, hutbe vermekte olan Aleyhissalâtu vesselâm´a gelip: “Ey Muhammed! Komşularımı niye hapsediyorsun ” diye sorar. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) belki de onun sinirli bir halde olduğunu anlamış olmasından olacak, cevap vermez. Adam ısrar edip, ithamkâr bir üslub kullanmaya başlar. Ravi, bu durumu görünce, onun sözünün Aleyhissalâtu vesselâm´ın kulağına ulaşmaması için, ikisinin arasına girip bir şeyler söylemeye çalışır. Der ki: “Duyar da, kavmim aleyhine beddua ediverir de kavmim bir daha felah bulmaz korkusuyla, aralarında kelam sokmaya çalıştım. Ancak çok geçmeden Resulullah onun söylediğini anladı ve: “Demek öyle mi diyorlar, eğer ben öyle yapmazsam bunun vebali banadır onlara değil”[68] der ve ilave eder: “Bunun komşularını serbest bırakın!”
Hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “hapis cezası verdiğini” de ifade etmektedir.[69]
ONUNCU FASIL
RESÛLULLAH´IN HÜKME BAĞLADIĞI DÂVÂLAR
ـ4917 ـ1ـ عن ابن الزبير رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]خَاصَمَ رَجُلٌ مِنَ ا‘نْصَارِ الزُّبَيْرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه الى رَسُولِ اللّه # في شَرجِ الحرّةِ الّتِى يَسْقُونَ بِهَا النَّخْلَ. فقَالَ # لِلزُّبَيْرِ: اسْقِ يَا زُبَيْرُ. ثُمَّ أرْسِلِ الْمَاءَ الى جَارِكَ. فَغَضِبَ ا‘نْصَارِيُّ، وَقَالَ: أنْ كَانَ ابْنَ عَمَتَكَ؟ فَتَلَوّنَ وَجْهُهُ # ثُمّ قَالَ: يَا زُبَيْرُ اسْقِ ثُمّ احْبِسِ الْمَاءَ حَتّى يَرجِعَ الى الْجَدْرِ: فقالَ الزُّبَيْرُ: واللّهِ إنّى ‘حْسِبُ هذِهِ اŒيةَ نَزَلَتْ في ذلِكَ: فََ وَرَبّكَ َ يُؤْمِنُونَ حَتّى يُحَكِّمُوكَ فيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ اŒيةَ[. أخرجه الخمسة.»الحرّةُ« ا‘رض ذات الحجارة السود.و»الشّراجُ« جمع شرجة، وهو مسيل الماء من الجبال الى السهل.و»الجِدارُ والجَدْرُ« الحائط. وقيل الجدر أصل الجدار ويروي بالدال المهملة وبالمعجمة، وهو مبلغ تمام الشرب .
1. (4917)- İbnu´z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Ensar´dan bir erkek, hurma ağaçlarını suladıkları Harre´nin su arkı yüzünden Zübeyr (radıyallahu anh)´le ihtilafa düşüp Resulullah´ın huzurunda murafaa oldular. Resulullah (ihtilaflarını dinledikten sonra) Zübeyr´e:
“Ey Zübeyr (önce) sen sula, suyu sonra da komşuna sal!” buyurdular. Ensarî bu hükme kızdı ve: “Böyle hükmetmen, o senin halaoğlun olmasındandır!” dedi. Resulullah bu söze çok kızdı, yüzü renk renk oldu ve: “Ey Zübeyr! Önce sen sula, sonra duvara ulaşıncaya kadar da suyu tut!” dedi. Zübeyr dedi ki: “Vallahi öyle zannediyorum ki şu ayet bu hâdise ile ilgili olarak indi. (Mealen): “Hayır öyle değil! Rabbine and olsun ki, onlar aralarında kimi oraya kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar” (Nisa 65). [Buhârî, Şirb 6, 7, 8, Sulh 12, Tefsir, Nisa 12; Müslim, Fezail 129, (2357); Ebu Davud, Akdiye 31, (3637); Tirmizî, Ahkâm 26, (1363); Nesâî, Kudat 26, (8, 245).][70]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste ismi zikredilmeyen ensarînin kim olduğu biraz ihtilaflıdır: Sa´lebe İbnu Hatib, Sabit İbnu Kays İbni Şemmas… Önceki olması daha kuvvetli ihtimal. İtirazcılığı sebebiyle, münafık olabileceğini söyleyen olmuştur. Ancak bu davranışın kasıtsız olarak vukua geldiği, nifakın mevzubahis olmadığı ifade edilmiştir. Nitekim Hâtib İbnu Ebî Beltea, Mistah ve Hamnâ´dan da nifaka nisbet edilmeyen nahoş sözler sadır olmuştur.
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) önceki hükmünde, Zübeyr´e hakkını tam kullanmaya değil, sulhü temin için biraz fedakarlığa dayanan bir kullanmaya hükmetmiştir. Ancak adamın cehalet ve anlayışsızlığı sebebiyle, ikinci emrinde sulama hakkını tam kullanmayı emrediyor. Duvarın dibine ulaşıncaya kadar suyun oyalanması.
Hadiste geçen جَدْر kelimesi cidar demektir. Bununla duvarın dibi veya ağacın kökü anlaşılmıştır. Ağacın kökü´nün kastedildiğini söyleyenler, bazı rivayetlerde kelimenin جذر imlasıyla gelmesini gösterirler. Cezr, kök demektir. Ancak cedr kelimesi ile hurma ağaçlarından birini diğerinden ayıran ve suyu engellemek üzere vaz´edilen sedlerin kastedildiği de söylenmiştir. Bu durumda Resulullah Zübeyr´e her çukura sedlerin seviyesine çıkıncaya kadar su salmayı emretmiş olmalıdır. Vak´aya uygun gelen bir diğer açıklamaya göre, bu kelime ile hurma ağaçlarından herbirinin dibine açılan sulama çukurları kastedilmiş, binaenaleyh (aleyhissalâtu vesselâm), bu çukurlar tamamiyle doluncaya kadar suyu tutmasını emretmiştir. Başka te´viller de var. Hepsi netice itibariyle aynı mânaya ulaşır ve suyun baş tarafında olana, yeterince ihtiyacını görecek kadar kullanma ruhsatının tanındığını gösterir.
3- Ayetin iniş sebebi ihtilaflıdır. Bu rivayette Hz. Zübeyr, kendisiyle ilgili olarak indiğini cezmetmeksizin ifade etmektedir. Ancak ayetin, Zübeyr´in mezkur hadisesiyle ilgili olarak indiği hususunda cezmeden rivayetler de var. Ancak Mücahid ve Şa´bi´ye göre bu ayet az yukarıdaki ayetin inmesine sebep olan kimse hakkında inmiştir. O ayette şöyle buyrulur (Mealen): “Sana indirilen kitaba ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia eden o kimseleri görmedin mi ki onlar, tagutu reddetmekle emrolundukları halde, tagutun hükmüne müracaat etmek isterler. Şeytan da onları, haktan pek uzak bir sapıklıkla saptırmak ister” (Nisa 60).
Bu ayetin nüzul sebebi, bir münafıkla bir Yahudi arasında cereyan eden bir ihtilaftır. Şöyle ki: Bu iki kimse arasında bir ihtilaf çıkınca, Yahudi, münafığı Resulullah´ın huzurunda mürafaa olmaya çağırır. Sebebi Aleyhissalâtu vesselâm´ın rüşvet almayacağına, âdilane hükmedeceğine olan inancıdır. Münafık da -rüşvet kabul edeceklerini bildiği için- Yahudiyi kendi hâkimleri önünde mürafaa olmaya davet eder. Bazı rivayetler o sırada Yahudi hakimin Ka´b İbnu´l-Eşref -veya henüz Müslüman olmayan Ebu Berze el-Eslemî- olduğunu belirtir. Münafık: “Ka´b İbnu´l-Eşref´e gidelim” derse de, Yahudi ağır basar ve Aleyhissalâtu vesselâm´a gelirler. Efendimiz Yahudiyi haklı çıkarır. Öbürü kabul etmez ve: “Bir de Ömer´e gidelim” der. Hz. Ömer´e gelip durumu anlatırlar. Hz. Ömer “Bekleyin hükmümü vereyim” diyerek içeri gidip kılıncını getirir ve “Resulullah´ın hükmüne razı olmayana benim hükmüm budur” diyerek herifin kellesini uçuruverir. İşte bu hâdise bir taraftan Ömer İbnu´l-Hattab´ın “Ömeru´l-Faruk” diye tesmiyesine vesile olurken, diğer taraftan da sadedinde olduğumuz ayetin nüzulune sebep olur.
Şarihlerin bazıları, bu iki vak´anın aynı zamanda vukua gelmiş olabileceğini söyleyerek arada ihtilaf olmadığını belirtirler.
Zübeyr´le ihtilafa giren ensarînin Kays isminde biri olduğu da, gelen rivayetler arasında.[71]
ـ4918 ـ2ـ وعن ثعلبة بن أبي مالك رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَضَى رَسُولُ اللّهِ # في سَيْلِ مَهْزُورٍ وَمُذَيْنبٍ الّذِى يَقْتَسُونَ مَاءَهُ، فقَضى # أنّ المَاءَ الى الْكَعْبَيْنِ َ يَحْبِسُ ا‘عْلَى عَنِ ا‘سْفَلِ[. أخرجه مالك وأبو داود، ولم يذكر أبو داود مذينيب.»مَهزُورٌ« بتقديم الزاى على الواو: وادى بنى قريظة والحجاز، وبتقديم الراء على الزاى: موضع سوق المدينة.و»مُذَيْنِيبٌ« اسم موضع بالمدينة .
2. (4918)- Sa´lebe İbnu Ebî Malik (radıyallahu anh) anlatıyor: “Kureyş´ten bir adamın Benî Kureyza´da bir payı vardı. Suyunu paylaştıkları Mehzur ve Müzeynib vadisinin suyu hususunda ihtilafa düşerek Aleyhissalâtu vesselâm´a müracaat ettiler. Resulullah aralarında: “Su hakkı topuklara kadardır. Üstteki alttakine bundan fazlasına mani olmaz” diye hükmetti.” [Muvatta, Akdiye 28, (2, 744); Ebu Davud, Akdiye 31, (3638); İbnu Mace, Ruhun 20, (2481).][72]
AÇIKLAMA:
1- Mehzur, Hicaz´da bulunan, Benî Kureyza vadisidir. Ancak: “Bu Medine vadilerinden biridir”, “Medine çarşısının yeridir” gibi başka görüşler de ileri sürülmüştür. İbnu´l-Esir ve el-Münzirî imlayı biraz farklı tutarak: “Mehruz, Medine çarşısının yeridir” demişlerdir. Müzeynib de Medine´de bir vadidir. Bunlardan yağmur zamanlarında sel akmakta ve halk bu sular hususunda tenafüse (rekabete) düşmektedir.
2- Hadisteki “üstteki” tabirinden maksad, suyun kaynağı cihetinde olandır.
Şu halde mâna şöyle olur: “Suyun kaynağına yakın olan kimse, topuğuna kadar olan miktardan fazlasını tutamaz, aşağı tarafta olana salar.”
3- Hadisin hükmünde bazı ihtilaflar olmuştur. Şöyle ki: “İbnu Vehb, Mutarrıf, İbnu´l-Mâceşûn gibi bir kısım Malikî alim hadisi şöyle anlamıştır: “Üstteki bağın sahibi, bütün suyu bahçesine çevirir. Bahçede biriken suyun seviyesi, içindeki insanın topuklarına ulaşacak seviyeye çıkınca suyu artık bırakır, sonraki komşusu kullanır.”
İbnu Vehb´ten bir başka rivayete göre: “Önceki bağın sahibi, bahçesi suya kanıncaya kadar suyu kullanır -ki bu miktar topuğa kadar yükselecek olan sudur- sonra komşusuna salar.”
İbnu Malik: “Önceki bağın sahibi, sudan cedvelinin istiab ettiği miktarda alıp bahçesini kanıncaya kadar sular, sulama işi bitince hepsini komşuya salar” diye hükmetmiştir.
Şöyle diyen de olmuştur: “Sel suyu ile ekini sulayan kimse, su ayakkabı bağına kadar yükseldi mi sulamayı durdurur. Ama hurma vesair ağaç gibi kökü olan bir şey sulandı mı, bu durumda topuklara kadar su yükselmelidir.” Ekin olsun, başka bir şey olsun, sulama işinin, su topuğa yükselince durdurulması gerekir. Çünkü bunun sulamada en ideal seviye olduğu da umumiyetle benimsenen görüştür.
Arazinin meyilli olması halinde, sulayanın itminan bulmasına kadar suyu kullanma hakkının olacağı anlaşılmaktadır. [73]
ـ4919 ـ3ـ وعن حرام بن سعد بن محيصة: ]أنّ نَاقةً لِلْبَرَاءِ بْنِ عَازِبٍ دَخَلَتْ حَائِطاً لِرَجُلٍ مِنَ ا‘نْصَارِ فَأفْسَدَتْ فيهِ، فقَضى رَسُولُ اللّهِ #: أنّ عَلى أهْلِ ا‘مْوَالِ حِفْظَهَا بِالنّهَارِ، وَعلى أهْلِ المَواشِى حِفْظَهَا بِاللّيْلِ[ أخرجه مالك وأبو داود .
3. (4919)- Haram İbnu Sa´d İbnu Muhaysa anlatıyor: “Bera İbnu Âzib (radıyallahu anh)´e ait bir at, Ensar´dan bir zatın bahçesine girdi ve zarar meydana getirdi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bunun üzerine: “Mal sahibinin, malını gündüzleyin; hayvan (mevaşi) sahibinin de hayvanını geceleyin muhafaza etmesine hükmetti.” [Muvatta, Akdiye 37, (2, 747, 748); Ebu Davud, Büyû 92, (3569, 3570); İbnu Mace, Ahkâm 13, (2332).][74]
AÇIKLAMA:
Bağavî´nin Şerhu´s-Sünne´de açıkladığına göre, bu hadisi esas alan ulemâ, bir hayvan, gündüzleyin bir başkasının emvaline zarar verirse, hayvan sahibinin tazmin etmeyeceğine, zîra emvalini gündüzleyin koruma işi o emval sahibine ait olduğuna hükmetmiştir. Ama hayvan geceleyin zarar vermişse, sahibi onu tazmin eder. Çünkü, örfen mal sahibi gündüzleyin malını korur, hayvan sahipleri de hayvanlarını geceleyin muhafaza ederler. Öyleyse kim bu adete muhalif davranırsa, muhafaza kaidesinden dışarı çıkmış olur. Yine de bu hüküm hayvan sahibinin hayvanla beraber olmama haline bağlıdır. Eğer beraber olursa hayvanın verdiği telefi tazmin eder. Bu esnada hayvana binmiş olması veya yedmiş olması ve hatta oturmuş, ayakta durmuş olması farketmez. Keza hayvanın, zararı ağzıyla veya ön veya arka ayağıyla vermesi de farketmez.
İmam Malik ve Şafii böyle hükmetmişlerdir. Ancak Ebu Hanife merhumun ashabı: “Hayvanın sahibi, beraber değil idiyse, ona tazmin gerekmez; gece de olsa, gündüz de” diye hükmetmişlerdir.[75]
ـ4920 ـ4ـ وعن رافع بن خديج رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ زَرع في أرْضِ قَوْمٍ بِغَيْرٍ إذْنِهِمْ فَلَيْسَ لَهُ مِنَ الزّرْعِ شَىْءٌ وَلَهُ نَفَقَتُهُ[. أخرجه الترمذي .
4. (4920)- Râfi İbnu Hadic (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim başkasının tarlasına onların izni olmadan ekim yaparsa, ektiğinde hiçbir hakka sahip olamaz, ona sadece nafakası verilir.” [Tirmizî, Ahkâm 29, (1366); Ebu Davud, Büyû 33, (3403); İbnu Mace, Rühûn 13, (2466).][76]
AÇIKLAMA:
Sahibinin izni olmadan bir tarlanın ekilmesi bir nevi gasbdır. Şu halde sadedinde olduğumuz hadis, gasben ekilen bir tarlanın hükmünü belirtmektedir. Ekin, tarla sahibine aittir. Tarla sahibi masrafını ekene verir.
Tirmizî, bu hadisle Ahmed ibnu Hanbel ve İshak´ın amel ettiğini belirtir.
İbnu Raslan, Şerhu´s-Sünen´de der ki: “Bununla, -Tirmizî´nin de belirttiği üzere- Ahmed, “Bir başkasının tarlasına bir tohum ekse, sonra tarla sahibi tarlasını talep etse bu talep iki suretten biriyle olur:
* Tarla sahibi bunu ya ekinin hasadından sonra yapar.
* Yahud da, ekin daha hasad edilmeden tarlada iken yapar.
Şayet, hak sahibi tarlasını ekinin hasadından sonra geri alacak olsa, ekin gasıbın olur. Bu hususta hilaf bilmiyoruz. Ekin gasıbın olur dedik, zîra onun malı nema bulmuştur. Ancak, tarlanın teslim anına kadar ki (kira) ücretini, arzın eksilme tazminatını ödemesi ve tarlada husule gelen çukurları düzlemesi gerekir.
Ama, tarla sahibi, tarlayı gasıbtan ekin daha tarladan iken geri alacak olsa, tarla sahibi, gasıbı ekini sökmeye zorlayamaz, böyle bir hakkı yoktur. İmam Malik, tarla sahibini, gasıba ücretini vererek ekine sahip olmakla, (önceki şartlarla) ekini gasıba bırakma arasında muhayyer bıraktı. Ebu Ubeyd´in hükmü de böyle. İmam Şafiî ve fukahanın ekserisi şöyle demiştir: “Tarla sahibi, gasıbı ekini sökmeye mecbur etme hakkına sahiptir. Onlar da bu hükme giderken (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Zulmen dikene hak yoktur” hadisine dayanırlar. Bunlara göre, ekin her halukârda tohum sahibinin olur. Tohum sahibi tarlanın kirasını öder.
Birinci görüş sahiplerinin dayandığı delillerden biri Ahmed İbnu Hanbel ve Ebu Davud´un şu rivayetidir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Züheyr´in tarlasında bir ekin görmüştü. Hoşuna gitti ve: “Züheyr´in ekini ne iyi!” dedi. “Ekin Züheyr´in değil” dediler. “Ama tarla Züheyr´in değil mi ” buyurdular. “Evet, tarla onun ama ekin falanın” dediler. “Ekininizi alın, ona nafakasını verin” emrettiler.” Bu hadis, ekinin tarlaya tabi olduğuna delalet eder.Fıkıh kitaplarında, bu mesele üzerinde bazı münakaşalar mevcuttur.[77]
ـ4921 ـ5ـ وعن أبي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]اِخْتَصمَ رَجَُنِ الى رَسولِ اللّه # في حَرِيمِ نَخْلَةٍ، فَأمَرَ بِهَا فذُرِعَتْ، فَوُجِدَتْ سَبْعَةَ أذْرُعِ، أوْ خَمْسَةَ أذْرُعِ، فَقَضى بذلِكَ[. أخرجه أبو داود .
5. (4921)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “İki kişi, bir hurma ağacının harimi hususunda ihtilaf ederek Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a başvurdular. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ağacın ölçülmesini emir buyurdular. Yedi veya beş zira´ olduğu tesbit edildi. Aleyhissalâtu vesselâm (harimin) o kadar olmasına hükmetti.” [Ebu Davud, Akdiye 31, (3640).][78]
AÇIKLAMA:
Harim, lügatçilere göre, himayesi gereken her yere verilen isimdir. Kuyunun harimi deyince, etrafında kuyu için korunması gereken yerdir. Burası kuyunun hukukundan sayılır, işgal edilemez. Evin de harimi vardır. Bununla eve izafe edilen kısım kastedilir.
Sadedinde olduğumuz hadiste, hurma ağacının harimi mevzubahis edilmektedir. Resulullah ağaca tabi kısmı, onun boyu ile mütenasib olarak hesaplamıştır: Kaç arşın boyda ise o kadar miktar etrafı harim addedilecek ve boş bırakılacaktır.
Alimler buradan hareketle her ağacın harimini hesaplarında boyunu esas almışlardır. Kaç zira´ yüksekliğe sahipse o miktar harimi olacaktır.[79]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/75.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/76.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/76-77.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/77.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/77-78.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/78.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/78-79.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/80.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/80.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/80-81.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/81.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/82.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/82-86.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/86.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/86-87.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/88.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/88-89.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/89.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/89.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/90.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/90-91.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/91.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/91.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/92.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/92-93.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/93.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/93-94.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/94.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/94-95.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/96-97.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/97.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/97-98.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/98.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/98-99.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/99-100.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/100-101.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/101.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/102.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/101-103.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/103.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/103.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/104.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/104.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/104-105.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/105.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/105-106.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/106-107.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/107.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/108.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/109.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/109.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/110-111.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/111.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/112.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/112.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/112-113.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/113.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/113.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/113-114.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/115.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/115-116.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/116-117.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/117-118.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/119.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/119-120.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/121.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/121.
[68] Adam şöyle demiştir: “Halk diyor ki: Siz şerri yasaklıyorsunuz, fakat kendiniz yapıyorsunuz.”
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/121-122.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/123-124.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/124-125.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/125-126.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/126.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/127.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/127.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/127-128.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/128.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/129.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/129.