Konuya girmeden önce Allah Resulü´nün (sav) “İlim talep etmek, her müslüman üzerine farzdır” [1] ve “İlmi Çin´de bile olsa talep edin” hadislerini izah etmek istiyoruz. İlim talep etmek yani onu öğrenmek için ardına düşmek, her müslüman üzerine farz kılınmış bir görevdir. Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) bu ´İlim´ ile, ilm-i hali yani kulun yerleştirildiği makamından kaynaklanan halini bilmesini murad etmiştir. Buna göre her kul, Allah Teala ile arasındaki halini hem dünya, hem de ahiret dairesinde bilmelidir. Bu ilmi elde ettikten sonra da Allah Tea-la´nın bu mevkide kendisine farz kıldığı hükümleri ifa etmeye çalışmalıdır.
Ariflerden bir zat şunu söylemiştir: Hadiste kasdedilen, Marifet ilminin talep edilmesi ve kulun yaşadığı an ile, gününün her anında yapması gerekenleri yapmasıdır. Şam ulemasından bir zat da şöyle demiştir; Allah Resulü´nün (sav) kasdettiği, İhlas ilmi ile nefsin afet ve vesveselerinin, ayrıca şeytanın hile ve tuzaklarının bilinmesidir. Kulun, amelleri salih kılacak şeylerle, onları ifsad edecek afetleri bilmesi ona farz kılınmıştır. Bunun sebebi de amellerde İhlasın farz kılınmış olmasıdır. Bir de şeytanın düşmanlığım bilmesi ve bu bilgiye dayanarak ona düşman olması da gerekmektedir. Abdurrahim b. Yahya el-Ermevi ve ona tabi olanlar bu görüştedirlerdir.
Basra ulenıasmdn bir zat ise şöyle demiştir: Allah Resulü´nün (sav) kasdettiği, kalp ilmi ve hatırların marifeti ile bunların tefrikinin Öğreni İme sinin farziyetidir. Çünkü bunlar, Allah Teala´nm kullarına gönderdiği elçileri mesabesindedir. Bunların yanısıra şeytanın ve nefsin vesveselerini de bilmesi icab eder. Kul bunları bildiği zaman, Allah Teala´dan gelen emir ve davetlere uyarken yine O´ndan imtihan ve sınama maksadıyla gelen afetlere karşı da dikkatli olur. Bunları bilmesi, onları reddetmek için nefsiyle cihad etmesini gerektirir. Çünkü bunlar, niyetin başını, niyet de amellerin temelini oluşturur.
Fiiller, niyetlerden doğarken ameller de sevap bakımından onların derecesine göre katlanır. Kul, şeytanın sesiyle meleğin sesini, ruhun hatırıyla nefsin vesvesesini ve yakin ilmiyle aklın müessirlerini tefrik etme ihtiyacmdadır. Böylelikle hükümleri de temyiz etme gücüne ulaşacaktır. Bu görüşü savunanlara göre, ilmin bu boyutunu öğrenmek her müslüman üstüne farzdır. Ulemadan Malik b. Dinar, Ferkad es-Seneci, Abdülvahid b. Zeyd ve onların öğrencileri bu görüştedirler. Hocaları Hasan el-Basri de (ra) bu ilim üzerinde konuşurdu. Onlar kalbi ilimleri bu şahsiyetten nakletmişlerdir.
Şam abidlerine göre ise Allah Resulü (sav) bu ilim ile, Helal ilminin fariza oluşunu murad etmiştir. Çünkü Allah Teala bunu emretmiş, müslümanlar da haram yiyen kimsenin fasık oluşu hususunda icma etmişlerdir. Bu babda açıklayıcı bir hadis de mevcut
olup şöyledir: “Helali aramak farizadan sonraki farizadır”. Bu görüşe sahip olanlar arasında da ibrahim b. Edbem, Yusuf b. Esbat, Vüheyb b. el-Verd ve Hubeyb b. Harb gibi zevatı görmekteyiz. Marifet ehlinden olup bu taifenin arasında bulunan biri de şöyle demiştir: İlm-i Batm´ı talep etmek, ehli üzerine farizadır.
Başkaları dediler ki: İlmin bu türü, müslümanların avamından çok Allah Teala´nın bunun için seçtiği ve vazifelendirdiği kalp ehli kimselere mahsustur. Çünkü bir hadisin lafzında şöyle bir ibare geçmektedir: “Yakin´i öğrenin”. Yani, Yakin ilmini talep edin. Yakin ilmi ise, yalnızca Yakin Ehli nezdinde bulunur. Bu ise, ´Faydalı İlim=ilm-i nâfî´ olarak isimlendirilen ve Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinden de anlaşılacağı üzere müminin Allah Teala katında bulunması gereken hali ve makamını temsil eder: “Ve kalpteki batın ilim ki o, Faydalı İlim´dir”. Cündüb (ra) şöyle demiştir: “Allah Re-suîü´yle (sav) beraberken bize Önce ilim, sonra Kur´an öğretirdi. Bizim de imanımız artardı. İnsanlar üstüne öyle bir zaman gelecek ki Kur´an´ı imandan önce öğreneceklerdir”. Bu görüş de, Basra´nın abidlerine aittir.
Selef-i Salih´den bir zat şöyle demiştir: Bu ilim ile kasdedilen, Tevhid ilmi hakkında cahil kahnmaması gerekeni, emir ve nehiyle-rin asıllarını ve helal ile haram arasındaki farkları bilmektir. Çünkü diğer ilimlerin bundan Öte bir gayeleri yoktur. Hadiste geçen ´ilim´ kelimesi bilinmesi gereken malumattan olmaları bakımından bütün bunlar için kulanılan bir isimdir.
Alimlerin neredeyse tamamı, yukarıda zikrettiğimiz hususların ötesindeki ilimleri öğrenmenin farz olmayıp mendubiyet ve fazilet ifade ettiği üzerinde icma etmişlerdir.
Küfe ulemasından bir topluluk ie, bu ´ilim´ ile murad edilenlerin; alışveriş, nikah ve boşanma ilimleri olduğunu söylemiştir. Onlara göre, bu işlere giren her kul bunların ilimlerini de öğrenmek mecburiyetindedir. Bunu da Ömer b. Hattab´m (ra) şu sözüne dayandırmışlardır: Bizim pazarımızda ancak fıkıh sahibi olanlar ticaret yapabilir. Aksi takdirde isteyerek veya istemeyerek faiz yer. Bu sözün başka bir rivayetinde ise ´Fıkıh bilen sonra ticaret eden kimse…´ ifadesi kullanılmaktadır. Bu görüşe meyledenler arasında da Süfyan es-Sevri, Ebu Hanife ve Öğrencilerini görmekteyiz.
Horasan bölgesinin öncü ulemasından biri ise, Allah Resulü´nün (sav) muradının şu olduğunu bildirmiştir: Kişi, kendi evinde olup da dini emirlerle ilgili bir amelde bulunmak istediğinde veya kalbine hüküm ve ibadete dair bir mesele takıldığında, konu iti-kad ve amelle doğrudan alakalı olduğu için sükut edemeyecektir. Böyle bir durumda kendi reyi ile amelde bulunması da caiz olmaz. Yapması gereken; hemen ayakkabılarını giyerek sokağa çıkmak ve beldesinin o hususutaki en bilgili şahsiyetini bularak meseleyi ona sormaktır. Kafasına takılan her mesele ve konuda böyle yapması bu hadis ile üzerine farz kılınmıştır. Bu görüşü nakledenler ise Abdullah b. el-Mübarek ve hadis ehlinden bazılarıdır.
Başkaları ise Allah Resulü´nün (sav) muradının, Tevhid ilmini talep etmenin farz olduğu cihetindedir. Bunlar da, sözkonusu talebin keyfiyeti ve doğruyu bulmanın mahiyeti üzerinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bunlardan kimisi, talebin keyfiyetinin istidlal ve ibret alma yoluyla olacağını söylemişlerdir. Kimileri de araştırma ve düşünme yoluyla olacağını söylemişlerdir. Bazıları da, Allah Teala´mn tevfîki ve nakiller yoluyla olacağını beyan etmişlerdir.
Bunlardan bir topluluk ise şunu söylemiştir: Allah Resulü´nün (sav) muradı; şüpheli ve muğlak hususların ilminin talep edilmesidir. Çünkü kul, bu tür hususları duyduğu veya bunlara müptela olduğu zaman ne yapması gerektiğini öğrenmiş olacaktır. Kul, asıl olarak teslimiyete dayanmışsa o takdirde esasen dikkat etmediği bu tür hususları öğrenmeyi talep etmeyebilir. Müslümanların umumuna bakıldığında, itikadlarma bu tür vehimlerin karışmadığını ve yüreklerine kuşku düşmediğini görebiliriz. Dolayısıyla bu gibi insanların, bu konularda araştırma yapmalarına da lüzum yoktur.
Ama kulaklarına bu türden bir söz gelip de bu söz kalplerine yerleştiği zaman, bunu tefrik edip hakkını batıldan ayıracak bir ilme sahip olmadığı zaman, buna sükut edip geçmesi caiz olmaz. Çünkü bu, bir batıla hak gibi inanmasına veya bir hakkı, batıl gibi reddetmesine sebep olabilir. İşte böyle bir durumda, batıla hak gibi inanmayıp hakkı batıl gibi reddetmeyeceğini yakini bir ilme ulaşabilmek için meseleyi alimlere sorması ve hakiki şeklini ortaya çıkarmaya çalışması onun üzerine farz kılınmıştır. Böyle bir durumdaki kul, hakikati talep etmekten geri durmamalıdır. Aksi halde bile bile bir şüpheye dayanarak hevasma uymuş veya dinde bir kuşkuya kapılarak müminlerin yolundan ayrılmış ya da bir bidata inanarak sünnetten ve cemaatın mezhebinden çıkmış olur. İlk halife Ebu Bekir-i Sıddık´m da (ra) bu manada bir duası vardır: ´Allahım bize hakkı hak olarak göster ki ona tabi olalım. Batılı da batıl olarak göster ki ondan sakınalım. Onu bize ben-zeşik (=müteşabih) kılma ki nevaya tabi olmayalım´. Bu görüş de Ebu Sevvar İbrahim b. Halid el-Kelbi, Davud b. Ali, Hüseyn el-Ke-rabisi, Haris b. Esed el-Muhasibi ve onları izleyen kelamcılara aittir.
Allah Resulü´nün (sav) yukarıda zikrettiğimiz hadisinin manası hakkında ulemanın sahip olduğu görüşler bunlardan ibarettir. Bunları her mezhebin görüşleri hakkındaki bilgimize dayanarak aktarıp kullandıkları delilleri de zikrettik. Lafızlar bizim olsa da anlattığımız manalar onlara aittir. Bize göre bunların tamamı da güzel ve isabetli olma ihtimali varid olan görüşlerdir.
Bu alimlerin hepsi de, hadisin lafzi tefsiri noktasında farklı görüşlere sahip olmuş iseler de zahir uleması dışında mana bakımından birbirlerine oldukça yakındırlar. Zahir ehli, hadisi kendi ilimlerine göre tefsir ederken, Batın ehli de kendi ilimlerine göre tevil etmişlerdir. Şu unutulmamalıdır ki Zahir de Batın da birbirlerinden müstağni kalamayacak ilimler olup İman ve İslam gibi birbiriyle çok yakından irtibatlıdırlar.
Bu ikisini, beden ve kalp gibi birbirlerinden ayrılması düşünülemeyecek iki unsura da benzetebiliriz. Nitekim görüşlerde ihtilaf eden bu alimler, Allah Resulü´nün (sav) bu talep ile, muhakeme ve fetva ilimlerini, ihtilaf ve mezheb ilimlerini, ya da hadis kitaplarını öğrenmelerini murad etmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu gibi ilimler, talep edilmesi farz olmayan ilimlerdir. Şu var ki Allah Teala, bu ilimler için de onları ayakta tutacak kimseler varedecektir. Allah en iyi bilendir,
Bize göre “İlim talep etmek farzdır” hadisinin hakiki manası hakkında aslolan şudur: Müslüman, İslam´ın üzerine bina edildiği beş esasın ilmini talep etmelidir. Çünkü bunlar, müslümanm yerine getirmesi gereken farzları teşkil etmektedir. Öte yandan bunlarm ilmine sahip olmaksızın amelde bulunmak da sıhhatli olmaz. Amelin başı, onun ilmine sahip olmaktır. Şu halde amelin farz kılınmasının icabı olarak onun ilmi de farz olmaktadır. Müslümanlar üzerinde bu beş esastan başka farz olmadığına göre, sadece bu beş esasla ilgili ilimleri talep etmek farz olur. Çünkü bu, farzın farzıdır. Tevhid ilmi de buna dahildir. Zira bu beş esasın başında ´La ilahe illallah´ şehadeti gelmektedir. Bu şehadet, Allah Teala´nm zatına bitişik olan sıfatlarının isbatı, O´ndan ayrı olan sıfatların da reddi ile olur. Bütün bunlar da ´La ilahe illallah´ şehadetinin ilmine dahil olan hususlardır.
İhlas ilmine gelince, o da İslam´ın sıhhati bakımından lüzumlu bir ilimdir. Çünkü bir kişinin müslüman olabilmesi, amelinin yalnız Allah Teala´ya halis ve muhlis kılınmasına bağlıdır. Bunu da Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğundan anlamaktayız: “Üç şey vardır ki müslümanm kalbi bunlar üzereyken şaşmaz: Amelin Allah Teala´ya halis kılınması…[2] Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) İhlas ile başlamış ve onu müslüman olmanın sıhhatinin şartı olarak beyan etmiştir.
Tefsirini zikrettiğimiz hadisteki ilim ile ilgilili esaslardan biri de bu ilmin, ümmetin icması ile zaten malum olan ilimlerden biri olmasının caiz olmayışıdır. Mesela Allah Resulü (sav) bununla tıp, astroloji, nahiv, şiir veya megâzi yani tarih ilimlerini murad etmemiştir. Bunların ilim olarak isimlendirilmesi, aslen malum ve bilinebilir olmalarından ve bunlara sahip olan kimselerin de o ilimlerin alimleri olarak tanınmalarından dolayıdır.
Allah Resulü´nün (sav) murad etmediği bir diğer husus da şeriatın gerektirdiği hususlardır. Bu babda ümmet, fetva ve muhakeme ilimlerinin, mezheplerin ihtilaf sebebleriyle ilgili ilimlerin ve reylerdeki ihtilaflarla ilgili bilgilerin talep edilip öğrenilmesinin murad edilmediği hususunda da müttefiktir. Bütün bunlar, ilgili olan kimseler tarafından ilim olarak isimlendirilen bilgilerdir. Bunların bir kısmı farz-ı kifaye olmakla beraber, tamamıyla farz-ı ayn dairesinin dışında yeralmışlardır.
Bu meyanda hadisin lafzına baktığımızda önce genelleme yapılan bölümün ´İlim talep etmek farzdır´ kısmı olduğunu görürüz.Bundan sonra ´Her müslüman üzerine´ ifadesi gelmektedir ki bu da, kişilerin bizzat kendilerine yönelen bir husustur. Bu, sanki hakkında ´ilim´ ismi vaki olan ve baştaki Lam-ı Tarif ile bilinen her türlü ilmi kasdeden bir ifade gibi görülebilmektedir. Tefsirin bu şekilleri boşa çıkarıldığında en sağlıklı olan mananın, İslam´ın bina edildiği beş esasın bilinmesinin farz oluşu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Müslümanlar üzerine farz kılman da, sadece bu esaslarla ilgili bilgilerin öğrenilme sidir. Bunu Allah Resulü´nün (sav) bir bedevi ile arasında geçen şu hadisede de görmekteyiz. Bedevi O´na şöyle demişti: “Bana, Allah Teala´nm üzerime farz kıldıklarım bildir. -Başka bir rivayette ´Bize, Allah Teala´nm bize seninle gönderdiği şeyleri bildir1 ibaresi geçmektedir-. Allah Resulü de (sav) ona, keli-me-i şehadeti, beş vakit namazı, zekatı, Ramazan orucunu ve Kabe´yi haccetmeyi bildirdi. Bunun üzerine bedevi: Bunlar dışında üzerime düşen başka birşey var mı diye sordu. Allah Resulü de (sav): Hayır, sadece gönüllü olarak yapacakların, dedi. Bunun üzerine adam şöyle dedi: Allah´a yemin ederim ki, bunlar üstüne ne bir şey ekler, ne de bunlardan birşey eksiltirim. Allah Resulü (sav) bu kişi hakkında şöyle buyurdu: Eğer doğru söylemişse kurtuluşa erecek ve cennete girecektir”.[3]
Bu beş esası bilmek, bilinen şeylerin farz oluşu sebebiyle farz kılınmıştır. Çünkü ilim olmaksızın amel olamaz. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: “Ancak bildikleri halde hakka şahitlik edenler hariç”. (Zuhruf/86); “Ta ki ne söylediğinizi bilesiniz”. (Nisa/43); “Sizin yanınızda bir ilim mi var ki bizim için çıkartıp (göstereceksiniz) Siz yalnızca zanna uyuyorsunuz”. (En´am/148); “Zulmedenler”ise hiçbir ilme dayanmaksızın sadece nevalarına tabi oldular. Allah´ın saptırdığını kim hidayete iletebilir “. (Rum/29); “İlim sahibi olmayanların hevalannauyma. Muhakkak ki onlar Allah´a karşı sana hiçbir yardımda bulunamazlar”. (Casiye/18); “Artık bilin ki o Kur´an ancak Allah´ın ilmiyle indirilmiştir”. (Hud/14); “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun”. (Nahl/43)
Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde Allah Teala ilim öğrenmeyi müslümanlar üzerine farz kılmaktadır. İslam´ın beş esasıyla ilgili olarak rivayet edilen ve Allah Resulü (sav) tarafından dinin farzları olarak bildirilen sözkonusu amellerden sonra ilim öğrenmenin farzîyetine dair söylediği mücmel hadisi gelmektedir. Allah Resulü (sav) ´Her müslüman üzerine´ buyurarak bunu tahsis ve teyid etmiştir. Bunun açıklaması şudur: İslam´ın üzerine bina edildiği bu beş temeli bilmek, bunların farziyetinden dolayı her müslüman üzerine farz kılınmıştır.
Mürsel bir hadiste şöyle bir hadise nakledilmiştir: “Allah Resulü (sav) bir adamın etrafına toplanmış bir kalabalığa rastladı. Çev-redekilere ´Bu nedir ´ diye sorunca ´Herşeyi çok iyi bilen bir adam´ dediler. O da ´Neyi ´ diye sordu. Bunun üzerine ´Şiir, neseb ve Arap-lar´m Önemli tarih vakalarını´ dediler. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Bu, bilinmemeğinin zararı olmayan bir ilimdir”. Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ibare geçmektedir: ´Bu, faydasız bir ilim, zararsız bir cehalettir”.
Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Öyle ilim vardır ki cehalettir. Öyle söz vardır ki, faydadan uzakta”.[4] Allah Resulü (sav) başka bir hadiste de şöyle buyurmaktadır: “Az bir tevfık-i ilahi, çok ilimden daha hayırlıdır”. Garib bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Herşey ilme muhtaçtır. İlim ise tevfîk-i ilahiye muhtaçtır”. Meşhur bir hadiste ise Allah Resu-lü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Allahım, faydasız bir ilimden Sana sığınırım”.[5] O, bu tür ilimlerin de konuları olduğu ve bu ilimlere sahip olanlar, ulema sayıldıkları için ´ilim´ ismini kullanmıştır. Ancak bunların sahip oldukları ilimdeki faydalı olma unsurunu izale etmiş ve bu tür ilimlerden Allah Teala´ya sığınmıştır.
Allah Resulü´nden (sav) bu babda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: “Allah Resulü buyurdu ki: Şeytan ilimde sizi geçmiştir. Dedik ki: Ey Allah Resulü, nasıl olur da ilimde bizi geçebilir Buyurdu ki: O şöyle der: İlmi talep et, ama ilim sahibi oluncaya kadar amel etme. O bu şekilde konuşmaya devam ederken ameli de ölünceye kadar ertelerdi. Neticede hiç amelde bulunmadı”. Bu hadisten iki delil çıkartabiliriz. Bunların ilki şudur: Allah Teala, şeytanın fuzuli ilim talep etmesini murad etmiştir. Bu ilmin, ona ne ahirette bir faydası, ne de Allah Teala´ya yakınlaşmasında bir yardımı söz-konusudur. İkincisi ise şudur: Faziletli kılman ve mendub görülen ilim, amelin gerektirdiği ilimdir. Çünkü Allah Resulü (sav) ilimsiz ameli emretmediği gibi amel için yapılan ilim talebini de mekruh görmezdi. O´nun şu buyruğu da bunun en açık delilidir: “İlim sahibinin fazileti, benim için amel sahibinin faziletinden daha hayırlıdır. Dininizin en hayırlısı da vera´ yani titizliktir”.
Marifet ve Yakın ilimlerinin sair ilimlere üstünlüğü ve Selef ulemasının dünya ve ahiret alimleriyle ilgili sözleri: Allah Resulü (sav) vefat ettikleri zaman, Allah Teala´yı bilen, O´nun fıkhına sahip olan ve rıza-i ilahiye mazhar olan binlerce sahabi vardı. Ama bu kadar sahabi arasında kendisini fetva ve hüküm verme makamlarında gören sahabilerin sayısı, on küsur sahabiden ibaretti. Mesela îbni Ömer (ra) kendisine bir fetva sorulduğu zaman şöyle derdi: Müminlerin emirine gidin. Çünkü müslümanlarm işlerini o üstlenmiştir. Bunun fetvasının vebalini onun sırtına yükleyin.
İbni Abbas (ra), sahabenin bir bölümü ve onlara güzellikle tabi olan Tabiun´dan şu söz nakledilmiştir: İbni Mesud (ra) şöyle derdi: İnsanların bütün sorularında onlara fetva veren kesinlikle mecnundur. İbni Ömer (ra) kendisine on mesele sorulduğu vakit, bunlardan sadece birine fetva verir, dokuzu hakkında sükut ederdi. İbni Abbas (ra) ise bunun tam aksine hareket eder ve kendisine sorulan on meseleden dokuzunu cevaplandırır, sadece birinde sükut ederdi.
Ulema arasında da ´Bilemiyorum´ diyenlerin sayısı ´Biliyorum´ diyenlerin sayısından çok daha fazla idi. Süfyan-ı Sevri, Malik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, Fudayl b. Iyaz ve Bişr b. el-Hars çoğunluğa giren ulemadandı. Bunlar, oturdukları meclislerde kendilerine yöneltilen soruların bir kısmını cevaplarken bir kısmını cevaplamazlardı. Onlar, kendilerine sorulan her soruyu cevaplandırmazlardı.
Abdurrahman b. Ebi Leyla´dan şunu rivayet ettik: Şu mescidde Allah Resulü´nün (sav) ashabından yüz yirmisini gördüm. Onlardan birine bir fetva veya hadis sorulduğu vakit, yanındaki kardeşinin onu cevaplandırmasını isterdi. Bu sözün başka bir rivayetinde de şu ifade geçmektedir: Bir mesele onlardan birine arzedildiği zaman, onu bir başkasına havale ederdi. O da başka bir sahabiye havale ederdi. Bu şekilde mesele, havale edile edile ilk sorulan sahabiye tekrar gelirdi.
İbni Mesud, İbni Ömer (ra) ve Tabiun´dan şu rivayet edildi. Biz de onu müsned olarak rivayet ettik: İnsanlara ancak şu üçü fetva verir: Emir; memur ve işgüzar”.[6]Bunun açıklamasını şöyle yapabiliriz: Emir, fetva ve hükümler bahsinde konuşma salahiyeti olan kimsedir. Emir sahipleri, kendilerine sorular sorulan ve fetvalar veren kimselerdi. Memurlara gelince, emirler tarafından fetva vermekle vazifelendirilen ve kendi makamlarına konulan kimselerdir, işgüzarlar ise, geçmişlerin kıssaları ve önceki ümmetlerin haberleri hakkında konuşan kimselerdir. Bunlar, hal bakımından ihtiyaç duyulmayan şeyler olup mendub görülen ilimlerden de değildir. Bu tür bilgiler, eksiltme ve arttırmaya açıktır. İşte bu yüzdendir ki kıssalar mekruh görülmüş kıssa anlatanlar da işgüzarlar arasında sayılmıştır.
Üstteki hadisin başka bir rivayetinde de bu manayı teyid eden bir lafza yer verilmiştir: “İnsanlara ancak üç kişi konuşur: Emir, memur ve müra´i”[7]Emir denildiği zaman insanların aklına gelen kimse, muhakemat ve fetvalar da kendisine başvurulan Müfti idi. Memur ise, Allah Teala´yı bilen, dünyada zühd sahibi olan, iman, yakin ve Kur´an ilimleri hakkında konuşabilen ve Allah Teala´nın verdiği izin ile insanları dini amellerin salah ve ıslahına davet ve teşvik eden ulemadır. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Hani Allah Kitab verilenlerden onu insanlara açıklayıp asla gizlemeyeceksiniz diye misaklarmı almıştı”. (Al-i İmran/187)
Ebu Hüreyre (ra) ve diğerleri şöyle derlerdi: Eğer Allah´ın Kita-bı´ndaki şu iki ayet olmasaydı, sizlere tek bir hadis bile nakletmez-dim. Sonra üstte zikrettiğimiz ayeti ve ondan önceki ayetleri okudu. Allah Resulü (sav) şöyle derdi: “Allah Teala, ilim verdiği her alimden misakını almıştır. Peygamberlerden de vahyi açıklamaları ve gizlememeleri için misak almıştır.
Müra´i ise, dünyevi ilimlerle ilgili söz söyleyen ve nevasına dayanarak konuşan kimsedir. Bu şekilde konuşarak insanların kalplerini kendisine meylettirerek maddi menfaat ve itibar kazanmaya çalışır. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Sahabe ve onları ihsan üzere takip eden Tabiun, şu dört şeyi savmaya çalışırlardı: Emanet, ve-di´a, vasiyet ve fetva. Yine onlardan biri şöyle derdi: Selefin fetvaya en hızlı gideni, ilimce en az olanıdır. Onu en çok reddeden ve ona karşı en çok duraksayan ise vera´ bakımından en ileri olandır.
Selef-i Salih´den bir zat şöyle demiştir: Sahabe ve onları ihsan üzere takip eden Tabiun şu beş şeyle meşgul olurlardı: Kuran-ı Kerim okumak; mescidleri mamur etmek; Allah Teala´yı zikretmek; İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak. Allah Resulü de (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ademoğlunun söylediği her söz, şu üçü dışında lehine değil aleyhinedir: İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak ve Allah Teala´yı zikretmek”.[8] Söz sahiplerinin en sadıkı olan Allah Teala da şöyle buyurmuştur: “Onların aralarında fısıldaşmalarmın birçoğunda hiçbir hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, veya bir iyilik yapmayı, ya da insanlar arasını düzeltmeyi emreden başka”. (Nisa/114)
Hadis ehlinden bir zat, Kûfe´nin fakihlerinden ve rey ehlinden birini, vefatından sonra rüyasında görmüştü. Ona şöyle dedi: Verdiğin fetva ve söylediğin reylerinden dolayı orada ne yaptın O da yüzünü ekşitti ve kendisinden yüz çevirerek şöyle dedi: Bunların bir şey olmadığını ve neticesinin hiç de hayırlı olmadığım gördük. Ali b. Nasr b. Ali´nin, babasından şunu rivayet ettiğini naklettiler: Vefatından sonra Halil b. Ahmed´i rüyamda gördüm. Ona şöyle dedim: Kendisine soru sorulacaklar arasında Halil´den daha akıllısını bilmiyorum. Bana şöyle dedi: İçinde bulunduğumuz hali görüyor musun Ben Allah Teala hakkında Sübhaııallah, Elhamdülillah, La ilahe illallah ve Allahü Ekber sözlerinden daha faydalı bir söz görmedim.
Şeyhlerden birinden şunu naklettiler: Ulemadan birini rüyamda gördüm ve şöyle dedim: Hakkında mücadele edip münazara yaptığımız o ilimleri ne yaptın Elini açtı, sonra içine üfledi ve şöyle dedi: Hepsi de dağılıp toz oldu. Sadece bir gece yarısı kıldığım iki rekat namazın faydasını gördüm. Ebu Davud es-Sicistani´den de şu söz rivayet edilmiştir: O dedi ki: Arkadaşlarımdan biri hadisin peşine çok düşer ve onu iyi tanırdı. Vefat ettiğinde onu rüyamda gördüm ve ´Allah sana ne yaptı ´ diye sordum. Sükut etti. Sorumu tekrarladım. Yine sükut etti. Sonra ´Allah Teala sana mağfiret etti mi ´ diye sordum. ´Hayır5 dedi. ´Niçin ´ diye sorduğumda ´Günahlar çok, hesaplaşma ise çok titiz. Ama bana hayır vaadedilcuV Ben de hayır umuyorum´ dedi.
Kendisine sordum: ´Orada hangi amellerin daha faziletli olduğunu gördün ´ Dedi ki: Kur´an-ı Kerim okumak ve gecenin karanlığında namaz kılmak. Bunun üzerine şöyle dedim: Hangisi daha faziletli idi, okuman mı, yoksa okutman mı Şu cevabı verdi: Kendi okuduklarım. Sonra şunu sordum: ´Falan güvenilir bir ravidir, falan ise zayıf biridir5 gibi sözlerimizin orada nasıl bir sonla karşılaştığını gördün Dedi ki: Eğer niyetin halis ise, ne lehte ne de aleyhte olmadığını gördüm.
Bir şeyhten de şu hadise rivayet edilmiştir: Ahmed b. Ömer el-Hakani şunu anlatmıştı: Bir gece rüyada kendimi gördüm. Bir yolda yürüyor gibiydim. Önüme bir adam çıktı ve bana doğru geldi ve şöyle dedi: Eğer yeryüzünde kilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Ben de adama, ´Bunu bana mı söylüyorsun ´ diye sordum. ´Sana ve seni takip eden kimseye´ cevabını verdi. Arkama baktığımda Seri´yi görüverdim. Adama sırtımı çevirerek Seri´ye döndüm ve şöyle dedim: Bu, bizim hocamız ve terbiye edenimizdir. Dünyada iken bizi o terbiye ederdi.
Sonra ona hitaben şöyle dedim: Ey Eba Hasan, sen Allah Tea-la´ya kavuştun, bana Allah Teala´nın hangi amelleri kabul buyurduğunu haber verir misin dedim. Elimden tuttu ve ´Gel´ dedi. Onunla beraber Kabe şeklinde bir binanın Önüne vardık. Binanın bir kenarında durduk. Az sonra binadan bir şahıs belirdi ve etraf bir anda nurla doldu. Seri, ona işaret etti. O şahıs beni kendisine doğru çekti. Nurdan gözlerimi açamıyordum. Sonra bana şöyle dedi: Şeyh ile yaptığınız konuşmayı duydum. Kur´an-ı Kerim´de övülmüş olan ahlaka sarıl. Onda zemmedilmiş olan her türlü davranıştan da uzak dur. Bu, sana yeter.
Seri Sakati´den şunu naklettiler: Bir genç vardı, ilm-i zahiri tahsil etmeye çalışır ve bunda sebat ederdi. Nice sonra uzlete çekildi ve ibadete daldı. Onu sorduğumda, insanlardan kaçıp uzlete çekildiğini ve evinde oturup ibadet ettiğini öğrendim. Yanma gittim ve şöyle dedim: Sen, ilm-i zahiri tahsil etmekte pek istekli idin.
Şimdi ne oldu da böyle ayrılıp gittin Dedi ki: Rüyamda birinin bana şöyle dediğini gördüm: Kaybettiğin her ilim, sana Allah´ı kaybettiriyor. Ben de şöyle dedim: Ben ilmi hıfzediyorum. Bana şöyle dedi: İlmin hıfzı ve koruyucusu, onunla amel etmektir. Bunun üzerine ilim talep etmeyi bırakıp amel üzerinde durmaya başladım.
İbni Mesud (ra) şöyle derdi: İlim, rivayetin çokluğuyla değil, Allah korkusuyladır. Onun dışında başka bir fakih de şunu ifade etmiştir: İlim, Allah Teala´nın kalbe attığı bir nurdur. Hasan el-Bas-ri ise (ra) şunu söylerdi: Amel etmediğiniz müddetçe dilediğiniz kadar ilim sahibi olun. Allah Teala, onunla amel etmedikçe size ecir verecek değildir. Akılsızların bütün gayreti, rivayet iken alimlerin tek gayretleri ilme riayettir. Yine ondan şu söz rivayet edilmiştir: Allah Teala, görüş ve rivayet sahibine önem vermez. O, sadece anlayış ve dirayet sahibine önem verir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Öyle kimseler var ki, onlara bir mesele sorulduğu zaman hemen fetva vermeye koşarlar. Halbuki aynı şey Bedir ashabına sorulsaydı, onları aciz bırakırdı.
Abdurrahman b. Yahya el-Esved ve diğer alimler şöyle derlerdi: Ahkam ve fetva ilmine gelince, bu ilim yetkililer ve emirler tarafından deruhte edilir, halk da bu hususta onlara müracaat ederlerdi. Sonra idare gevşedi ve yetkililer dünyaya meyletmeleri ve savaşlarla meşgul olmaları sebebiyle bu görevi yerine getiremez oldular. Neticede bu ilimlerle ilgili olarak zahir ulemasından ve camilerdeki müftilerden yardım istemeye başladılar.
Müminlerin emiri halkın şikayetlerini dinlemek için oturduğu zaman, sağında ve solunda birer müfti bulunurdu. Muhakeme ve fetvalarla ilgili hususlarda onlara danışırdı. Emniyet mensupları da bu şekilde emir verirlerdi. Halk içinde de fetva ve muhakeme ilmini öğrenenler vardı. Bunlar, ilimlerini yetkililerin hizmetine sunarlardı. Böylelikle maddi menfaat ve makam sevdasıyla müfti olanların sayısı hayli çoğaldı. Daha sonra durum değişti ve idareciler, müftilerden yardım istemeyi bıraktılar. Bunu göstermesi bakımından Ömer b. Hattab´m (ra), Ukbe b. Amr´a (ra) yazdığı mektup önemlidir. O, bu mektubunda şöyle demekteydi: ´Ben sana, emir veya memur olmadığın halde insanlara fetva vermemen gerektiğini bildirmedim mi ´
Ebu Amir el-Herevi´den ise şu hadise rivayet edilmiştir: Muaviye ile beraber haccettim. Mekke´ye vardığımızda Manzum oğullarının azatlısı olan bir adamın halka fetva verip muhakemede bulunduğu bildirildi. Muaviye, adamı çağırttı ve geldiği zaman kendisine şöyle dedi: Sen bununla emrolundun mu Adam, ´Hayır1 dedi. O zaman Muaviye şöyle dedi: O halde neden fetva veriyorsun Adam da ´Sahip olduğumuz ilmi diğer insanlara yayıyoruz´ dedi. Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi: Eğer sana böyle mübarek bir günde rastlamamış olsaydım, bir yerini keserdim. Sonra da onu bu işten menetti.
Selef-i Salih, benzer sözleri kalp ve iman ilimleri için söylememekteydi. Hatta Ömer b. Hattab (ra) ordu komutanlarına yazdığı bir mektupda şöyle demişti: İtaat ehlinden duyduklarınızı iyi muhafaza edin. Çünkü işlerin sadık şekilleri onlara açık kılınır. Ömer (ra) müridlerin meclislerine oturarak onları dinlerdi. Bir haberde de şöyle rivayet edilmiştir: Bir kimseye sükut ve zühd faziletlerinin verilmiş olduğunu gördüğünüzde ona yakın olun. Çünkü o, hikmeti telakki etmiştir.
Hadis ehlinden bir zat şunu nakleder: Süfyan-ı Sevri´yi hüzünlü gördüm ve sebebini sordum. Canı sıkkın bir halde şöyle dedi: Ola ola dünyacıların ticarethanesi olduk. Kendisine ´Nasıl olur ´ diye sorduğumda şöyle dedi: Onlar bize katılıyor ve bizi tanıyıp ilmimizi aldıktan sonra ya vali, ya vergi toplayıcısı, ya da kahraman olup gidiyorlar.
Hasan el-Basri de (ra) şöyle derdi: İlim öğrenen öyle bir zümre vardır ki onlar için ahirette hiçbir nasip yoktur. Sadece Allah Tea-la ilmin zayi olmaması için onu onlar vasıtasıyla korur. Me´mun şunu söylemiştir: Üç şey olmasaydı dünya harap olurdu: Şehvet olmasaydı, nesil kesilirdi. Malı çoğaltma arzusu olmasaydı geçim yolu kalmazdı. Önderlik hırsı olmasaydı, o zaman da ilim kaybolup giderdi.
Buraya kadar saydıklarımız dünya alimlerinin ve dille alim olanların vasıfları hakkında idi.
Ahiret uleması, marifet ve yakin ehli ise; idarecilerden, onların dünyacı yandaşlarından ve adamlarından kaçan kimselerdir. Bu gibi alimler, dünya alimlerini kusurlu bulur ve onları tenkid ederek meclislerini terke derlerdi.
İbni Ebi Leyla (ra) şöyle demiştir: Şu mescidde sahabeden yüz yirmisiyle karşılaştım. Onlardan herhangi birine bir hadis sorulduğunda veya bir mesele hakkında fetva istendiğinde yanındaki arkadaşına havale etmeksizin kendi bilgisiyle yetinmiş olduğunu hiç görmedim. Başka bir vesilede de şunu söylemiştir: Sahabe´den üç yüz zat ile karşılaştım. Onlara bir hadis ve fetva sorulduğu zaman onu birbirlerine havale ederler ve fetvayı kendi aralarında başka birine atmaya çalışırlardı. Ama onlara Kur´an ile, yakin ve iman ile ilgili bir mesele sorulduğu zaman asla susmaz ve arkadaşlarına havale etmezlerdi.
Allah Teala buyurdu ki: “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun”. (Nahl/43) Burada zikir ehli olan alimlerdir. Çünkü onlar, daima Allah Teala´yı zikreden, Tevhid ve akıl ehli olan kimselerdi. Onlar bu ilmi, kitaplardan okumak suretiyle veya birbirlerinin dillerinden dinlemek suretiyle Öğrenmiyorlardı. Onlar, amel ve güzel muamele sahibi kimselerdi. Onlardan biri kendini yalnız Allah´a verip O´nun taatıyla meşgul olduğu vakit, Allah Teala da kendisini hizmetinde görevlendirir ve ona kalbi ameller nasip ederdi. Onlar Allah Teala´nm huzurunda halvette iken O´ndan başkasını zikretmez ve O´ndan başkasıyla meşgul olmazlardı.
Bunlar halk arasına çıktıklarında ve halk kendilerine soru sorduğu zaman, Allah Teala onlara doğruyu ilham eder ve en sağlam sözü söylemeye muvaffak kılardı. Çünkü Allah Teala saf kalpleri, duru akılları ve yüksek himmetleri sebebiyle yaptıkları batini kalp amelleri sayesinde onlara miras olarak hikmeti nasip etmiştir. O, hüsnü tevfiki ile diğer insanlardan üstün tuttuğu bu kimselere, ilmin hakikatini ilham etmiş ve sırların özüne muttali kılmıştır. Çünkü onlar, hizmeti yalnız O´na has kılmış ve hüsnü muamele ile O´nunla başbaşa kalmışlardır.
Onlar kendilerine sorulan meseleleri, Allah Teala´nm kendileri üzerindeki güzel tesiri ve üzerlerindeki güzel eseri sayesinde cevaplandırırlardı. Konuştukları zaman kudret ilmiyle konuşur, hikmet vasfını izhar eder, iman ilimlerini dile getirir ve Kur´an-ı Ke-rim´in batınını ortaya çıkarırlardı. İşte Allah Teala ile kulu arasındaki faydalı ilim budur. Kul, Rabbi´ni bu ilimle karşılar ve O´ndan kendisine bu ilmi nasip etmesini niyaz eder. Allah Teala da kulunu bu ilminden dolayı sevaplandırır. Bütün amellerin şaşmaz terazisi de bu ilimdir. Kulun amelleri, Allah Teala hakkındaki bilgisininin derecesine ağır basar ve hasenatı katlanır. Kul, işte bu ilmi ve ameliyle Allah Teala nezdinde yakın kılınanlardan olur. Çünkü o, Rab-binin katında Yakin sahiplerinden sayılmaktadır.
Ahiret alimleri, hakikat ehli olan kimselerdir. Allah Resulü (sav) onları bu şekilde vasfetmiş ve onların bütün yaratılmışlardan üstün olduklarını haber vermiştir. O, bu kimseleri vasfederken şöyle buyurmuştur: “Kalpler kaplar gibidir. Onların en hayırlısı, en iyi koruyanıdır”.[9] İnsanlar üç zümredir: Rabbani alim, kurtuluş yolu üzere ilim öğrenen müteallim ve her bağırtıya kulak veren bayağı ve ahmak kimseler. Bunlar, esen her rüzgara meylederler, ilmin nuru ile aydınlanmamış ve sağlam bir dayanağa sığınmamışlardır.
İlim, maldan daha hayırlıdır. Çünkü ilim seni korurken, malı sen korursun. İlmi arındıran ve onun zekatı olan ameldir. Mal ise, harcamakla eksilir. İlim dostluğu, kişinin borçlandığı bir borç olup onu kazandıran hayatta iken taatte bulunmak, vefat ettikten sonra da güzel sözlerle anılmaktır. İlim hakim, mal ise mahkumdur. Malın menfaati, onun zevali ile sona erer. Mal biriktirenler, daha hayatta iken ölmüş kimselerdir. Alimler ise dünya durdukça baki kalmaya devam ederler.
İşte oracıkta toplanmış bir ilim var. Keşke onu taşıyacak kimseler bulabilsem. Ama hayır çok zeki ama güvenilmez birini görüyorum. O da Allah´ın dinini dünyalık menfaat sağlamak için kullanıyor. Allah Teala´nm velileri üzerindeki nimetleriyle üstünlük sağlamak ve O´nun huccetleriyle diğer insanlara galip gelmek istiyor. Veya hak ehline takılmış birini bulurum. Bu da, önüne çıkan ilk şüpheyle kuşkuya kapılan biridir. Çünkü basireti yoktur. Bunların her ikisi de şunun bunun dışında dini asla gözetmeyen kimselerdir. Kimi de lezzete dalmış ve şehvetlerinin peşinde koşmaya sarılmış, ya da mal biriktirip onu yığmaya dalarak arzularına esir olmuştur. Bu ikisi de daha çok ehlî hayvanlara benzerler.
İlmi taşıyan kimseler, bu şekilde ölmüş kimseler olduğu zaman ilim de ölür. Ancak Allah Teala´nm hüccet ve delillerinin boşa çıkmaması için korkak ve sindirilmiş, ya da açık ve meydanda duran kişiliklere sahip kimseler daima varolmuştur, ikinci gruptakiler, Allah Teala´nm hüccetlerini ayakta tutarlar. Sayıca az ama değer bakımından yüksek olan bu kimseler nerededirler Kendileri kayıp olmasına rağmen, misalleri kalplerde mevcuttur. Allah Teala da benzerlerine tevdi edinceye kadar hüccetini, onlar vasıtasıyla muhafaza eder. Onlar da Allah Teala´nm hüccetini benzerlerinin gönüllerine nakşederler.
İlim onları hakikate iletir. Onlar da Yakin´in ruhuyla temas eder ve aşırıya kaçanların s ertleş tir dikleri şeyleri yumuşatırlar. Dünyaya ebediyen yarenlik eden gafillerin yalnızlık çektikleri şeylerde kendileri için aşinalık bulurlar. Onların ruhları, en yüce mekana asılıdır. İşte onlar, Allah Teaa´mn yarattıkları arasındaki velileri, arz üzerindeki valileri ve O´nun dininin davetçileridir. Sonra ağlayarak şöyle dedi: Onları görmeyi öyle özlüyorum ki..
Bütün bunlar, ahiret ulemasının sıfatlarıdır. Bunlar, çene ilminin değil batın ilminin ve kalp ilimlerinin hususiyetleridir. Muaz b. Cebel (ra) Allah Teala´yı bilmeyi (=ma´rifetullah) hedefleyen ilmi vasfederken bu manada sözler söylemiştir. Reca b. Hayve b. Ab-durrahman b. Ganem, Muaz b. Cebel´in (ra) şunu söylediğini nak-letmiştir: İlmi öğrenin. Onu Allah Teala için Öğrenmek Allah korkusudur. Onu talep etmek, ibadettir. Onun öğretimiyle uğraşmak teşbihtir. Onu aramak cihad, bilmeyen kimseye öğretmek ise sadakadır. Onu ehline vermek ise, Allah Teala´ya yakınlaşmaktır.
İlim, ıssızlıkta candan bir dost, yalnızlıkta bir yoldaştır. O refah ve sıkıntının rehberi, dostlar arasında bir süs, yabancılar arasında bir yakın ve cennet yolunun aydınlatıcısı dır. Allah Teala, ilim sayesinde bazı kavimleri yükseltir ve onları hayırda önderler, kendilerine uyulan hidayet rehberleri ve hayırda yol göstericiler kılar. Onların izleri sürülüp amelleri gözlenir. Onların fillerin uyulup reylerine başvurulur. Melekler bile onların dostluğunu arzulayıp kanatlarıyla onları meshederler. Yaş kuru her şey, hatta denizdeki balıklar, gökyüzündeki kuşlar ve yeryüzündeki vahşi ve evcil hayvanlar, gökler ve yıldızlar dahi onlar için istiğfarda bulunur. Çünkü ilim, kalplerin körleşmeyerek hayatta kalış sebebidir. Yine o, zulmete karşı gözlerin nuru, zafiyete karşı bedenlerin kuvvet kaynağıdır.
Kul, ilim ile birr ehlinin makamlarına ve pek yüksek derecelere ulaşır, ilim üzerinde tefekkür etmek, oruç ibadetine müsavidir.
Onunla kıyam etmek için ilmin tedrisatını yapmak, Allah Teala´ya itaatin yoludur. Onunla kulluk edilip onunla tevhidde bulunulur. Onunla vera´da bulunulup yine onunla koparılmaması istenen bağlar kaynaştırılabilir. İlim bir imam, amel ise onun cemaatidir. Mutlu insanlara ilham edilen ilim, isyankar ve bedbaht insanlardan uz akl aş tinimi ş tır.
Bütün bunlar, ahiret ulemasının ve Batın ilminin vasıflandır. Dört halifeden sonra gelen emirlerin en faziletlisi Ömer b. Abdüla-ziz (ra) idi. Zekeriyya b. Yahy et-Ta´i´den şu rivayette bulunuldu: Amcam Zecr b. Husayn bana şunu nakletti: Ömer b. Abdülaziz (ra) Hasan el-Basri´ye (ra) bir mektup yazarak şöyle demişti: Selamdan sonra. Bana Allah Teala´nm emrini ifa etme noktasında yardımla-nna başvurabileceğim bir topluluk göster. Hasan el-Basri (ra) yazdığı cevapta şöyle demişti: Din ehline gelince onlarseni asla istemeyeceklerdir. Dünya ehlini ise, sen asla istemezsin. Sana tavziyem eşrafdır. Çünkü onlar ihanetle şereflerini lekelemek istemeyen şerefli kimselerdir.
Hasan el-Basri (ra) Basra ulemasının bir kısmı hakkında konuşur ve onlan zemmederdi. Medineli Ebu Hazim ve Rebi´a da, Mer-van oğullanndan çıkan alimleri zemmederlerdi. Süfyan-ı Sevri (ra), Abdullah b. el-Mübarek, Eyyub ve İbni Avn ise, Küfe ehlinden olan bazı dünya alimleri hakkında konuşur ve onlan tenkid ederlerdi. Fudayl b. Iyaz, İbrahim b. Edhem ve Yusuf b. Esbat (ra) da Mekke ve Şam ahalisi arasında bulunan bazı dünya alimleri hakkında konuşmuşlardır. Burada haklarında konuşulan kimselerin isimlerini zikretmeyi hoş görmedik. Çünkü bu tür hallerde sükut etmek, selamete daha yakındır.
Bişr şöyle derdi: ´Bize nakletti ki=Haddesenâ´ kelimesi, dünya-kapılarmdan bir kapıdır. Bir adamın ´Haddesena´ diye söze başladığını işittiğinizde şunu bilin ki o kimse ´Bana yer açın´ demek istiyordur. Onun imamı olan Süfyan es-Sevri (ra) ise, ondan önce şöyle demiştir: Zahir ilminin ehli olanlar için şu dünyanın talebi ası-1 gaye olup ahiret azığı rağbet görmez. İbni Vehb de şöyle demiştir: Malik´in (ra) yanında ilim talebi bahsini açtığımda şöyle dedi: Niyet sahih olduğu zaman, ilim talep etmek de, onu yaymak da güzeldir. Ama sen sabahtan akşama, akşamdan sabaha dek sana asıl lazım olana bak. Hiçbir şeyi bunun üstüne koyma. Ebu Süleyman ed-Darani de şöyle derdi: Kişi hadis talep ettiğinde, evlendiğinde veya geçim için yola çıktığında dünyaya meyletmiş olur.
İman ve Tevhid ilmi ile, Yakin ve Marifet ilmine gelince bu ilimler, iman ve yakin sahibi ve İslami yaşantısı güzel olan kimselerle beraberdir. Bu ilim, onların Allah Teala huzurundaki makam ve halleri, cennet derecelerindeki nasipleridir. Onlar, bu ilim sayesinde Allah Teala nezdinde yakın kılınanlardan olurlar. Allah Teala´yı bilmek ve O´na iman etmek, asla ayrılmayan yoldaşlardır.
Allah Teala´yı bilmek (=ma´rifetullah), O´na imanın da mihengi-dir. Kul, bu ilimle amellerdeki ziyade sevabı noksanından ayırt edebilir. Çünkü ilim, imanın zahiridir ve onu ortaya çıkarır. İman ise, imanın batınıdır ve onu hareketlendirip ateşlendirir. İman, ilmin yardımcısı ve gören gözüdür. İlim ise, imanın gücü ve onun dilidir. İmanın ziyadesi ve eksilmesi de Allah Teala´yı bilmeye bağlıdır. Onun gücü ve zayıflığı da ona bağlıdır. Lokman Hekim (as) oğluna yaptığı vasiyetinde şöyle der: Ey oğul, ziraat nasıl su ve toprakla sıhhatli oluyorsa, iman da ancak ilim ve amel ile sıhhat bulur.
Marifete göre müşahede, imana göre yakin ne ise, una göre nişasta, buğdaya göre kavut da odur. Buğday, bunlann hepsini ihtiva eder. İman da aynı şekilde hepsinin aslıdır. Müşahede ise, imanın fer´iyatmm en üstün olanıdır. Benzer şekilde buğdayın fer´iya-tmın en üstünü de nişastadır. Bütün bu makamlar, imanın nurları arasında mevcuttur ve yakin ilmi onu beslemektedir.
Marifet iki makam üzeredir. Bunların ilki işitmeye dayanan marifet (=Ma´rifetü>s-semI), ikincisi ise görmeye dayanan marifet yani (=Ma´rifetü´l-ayân)dır. İslam´a göre işitmeye dayanan marifet şudur: Müslüman olan kimse, hakkı işitir ve onu bu yolla bilir. Bu iman noktasında Tasdik olarak görülür.
Görmeye dayanan marifet ise, müşahede makamında olur. Bu makam, Ayne´l-Yakin makamıdır. Müşahede de iki makam üzeredir. Bunlann ilki, istidlale dayanan müşahede (=Müşahedetü´l-is-tidlâl), ikincisi ise bizzat delile dayanan müşahede yani (=Müşahe-detü´d-delil)´dir.
İstidlale dayanan müşahede, marifetten önce geldiğinde işitmeye dayalı marifet oluşur. Bu da kişinin kulağında meydana gelir. Bunun lisanı, sözdür. Bunu bulan kimse de vecd sahibidir ve Yakin ilmini bilir. Allah Teala´nm şu buyruğunda da bunun delilim görmekteyiz: “Sana Sebe´den kesin {yakin) bir haber getirdim”. (Neml/22) Bu ilim oluştuğu zaman bu makam, vecdden önceki ilim olup işitmeye dayalı ilim (=Ilmü´s-sem´i) olarak bilinir. Bu ilme ulaşmanın yolu, öğrenme olabilir. Nitekim Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: “Yakin´i Öğrenin”. Yani yakin sahiplerinin meclislerini paylaşın ve onlardan yakin ilmini dinleyin. Çünkü onlar, onun alimleridir.
Delile dayanan müşahede ise, gözle görmeyi ifade eden marifetten sonra ulaşılan ilim makamıdır. Bu makam, yakinin kendisi olup lisanı da vecddir. Vecde ulaşan kul, Allah Teala´nm yakınlığını vecdeden kimsedir. Bu vecdden sonra Ayne´l-Yakin olarak ilme-der. Bu mertebeye ulaşan zat, Allah Teala´nm nuru ve yed-i kudreti üzere sorumluluğunu üstüne aldığı bir kimsedir. Allah Resulü de (sav) bu nıeyanda şöyle buyurmuştur: “Onun soğukluğunu vecdet-tinı ve ilim sahibi oldum”.[10] Vecdden sonra tahakkuk eden bu ilim, yakinin Ayne´l-Yakin olarak bilinmesini ihtiva eder. Bu da, kalbi amellerdendir.
işte bu hususiyetleri taşıyanlar, ahiret alimleridir. Onlar mele-kût ehli ve kalp erbabıdırlar. Kitapları sağ taraflarından verilecek olan bu insanlar Allah Teala´ya lakın kılınanlardandır. Zahir ilmi ise dünya ilminden olup insanın diliyle ifa edilen amellerdendir. Bu ilme sahip olan alimler, dünya alimleri olarak nitelenirler. Bunlar arasındaki salih kimseler de, kitapları sağdan verilecek Ashab-ı Yemin içinde yeralırlar.
Muaz b. Cebel´e (ra) bir adam geldi ve şöyle dedi: Bana şu iki adamın durumlarını anlat: Onlardan biri bütün çabasını ibadette sarfeder ve amel bakımından zengin, günah bakımından yoksul ama yakin bakımından çok yetersizdir. Yaptığı işlerde şüpheden kurtulamaz. Muaz (ra) şöyle demiştir: Onun şüphesi, amellerini boşa çıkartacaktır.
Adam sözüne devam ederek şöyle dedi: Peki şu adamın halini de bildir ki o, amel bakımından zayıf ama yakini bakımından çok güçlüdür. Buna rağmen günahları hayli fazladır. Muaz (ra) sükut etti. Bunun üzerine adam şunu söyledi: Allah´a yemin ederim ki birincinin şüphesi onun amellerine boşa çıkartıyorsa, ikincinin yakini de onun günahlarını bertaraf edecektir. Bunun üzerine Muaz (ra) adamın elinden tutarak ayağa kalktı ve çevresindekilere şöyle dedi: Fıkıh bakımından bundan daha iyisini görmedim.
Biz de mana bakımından müsned olarak şu hadisi rivayet ettik: Allah Resulü´ne (sav) şöyle denildi: Ey Allah Resulü, bir adam var ki yakini sağlam ama günahları çok. Bir adam da var ki ameli çok, fakat yakini zayıf. Buyurdu ki: Hiçbir Ademoğlu günahsız değildirr. Ama dürtüsü akıl, seciyyesi yakin olan bir insan, günahlarından fazla zarar görmeyecektir. Çünkü o, her günahında tev-be ve istiğfar edip nedamet gösterecek, bu da günahlarına kefaret olacaktır. Neticede tek bir fazileti kalsa da cennete onunla girecektir”.
Ebu Ümame´den (ra) Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Size verilenlerin en azı yakin ve sabır azimetidir. Bu ikisinden nasibi verilenler, kaçırdıkları gece namazlarını ve gündüz oruçlarını umursamazlar”. Lokman Hekim de oğluna yaptığı vasiyette şöyle demiştir: Ey oğul, amele ancak yakin ile güç ye-tirilir. Kişi, ancak yakini imanı mikdarmca amelde bulunur. Amel sahibi, yakini eksilmedikçe amelinde kusur etmez. Yakin sahibi olduğu zaman, amelinin az olması, yakininde zaaf bulunup çok amel etmesinden daha hayırlıdır. Kişinin yakini zaafa uğradığında, onu alçaltacak günahlar kendisine hakim olmaya başlar.
Yahya b. Muaz şöyle derdi: Tevhidin bir nuru, şirkin ise bir nârı (ateşi) vardır. Tevhid, muvahhidin günahlarını yakma noktasında onun nuru, müşriklerin hasenatını yakma noktasında da nârlarından daha yakıcıdır.
Yakin, üç makamdır:
1.Ayne´l-Yakin; bu tür haber üzerinde ihtilaf olmaz. Bu tür bilgiye sahip olan, herşeyden haberdar olandır. Bu makam, sıddıklar ve şehitlerin makamıdır.
2. Tasdik ve teslimiyet yakini; bu tür bilgi, haber verme yoluyla olur. Bunun ilmine sahip olan da, haber verilmiş ve teslim olmuş görülür. Yakinin bu türü, müminlerin yakinidir. Bunlar, sarihler arasında bulunan birr ehlidirler. İçlerinde daha aşağı makamda bulunanlar da vardır. Allah Teala bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Bu, onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırmaktan başka bir şey yapmadı”. (Ahzab/22) Bunların yakinleri, sebeplerin ortadan kalkması ve itiyadın eksilmesiyle zaafa uğrayabilir. Bunların varlığı ve adetin aynen cari olması halinde ise güçlenir. Aracılara bağlı olmaları sebebiyle gözlerindeki perde kaldırılmaz. Ancak mükaşefe yoluyla muttali kılınabilirler. İmanlarmdaki ziyade ve ünsiyetlerindeki artışı halka bağlarlar. Onların iman bakımından eksilme ve yalnızlık hissine kapıl mal arın daki artış ise, bu sebepleri kaybetmeleri sebebiyledir. Bu kimselerin iman derecelerinde farklılaşma görülebilir ve baktıkları şeylerin değişmesine bağlı olarak değişik renklere bürünebilirler.
3. Yakinin üçüncü makamı, Zanni Yakm´dir. Yakinin bu türü, ilmin, hadislerin ve ulema sözlerinin gösterdikleri delillere bağlı olarak güçlenir. Bunlar da Allah Teala´dan ziyade sevaba ve nasibe mazhar olabilirler. Sözkonusu delillerin yokluğu ve konuşanların susması halinde ise yakinlerinde zaafıyet başgösterir. Bu da, istidlal yani delile dayalı yakindir. Yakinin bu türüne sevkeden ilimler, akli ilimlerdir. Bu yakine sahip olanlar, müslümanlarm umumu arasında; kelamcılar, rey, akıl, kıyas ve nazar ilimleriyle meşgul olanlar içinde bulunur.
Allah Teala karşısında yakini imana sahip olan her mümin, Tevhid ve Marifet ilimlerinden de bir nasibe sahiptir. Ama onun ilim ve marifeti yakini mikdarıncadır. Yakini ise, imanının saflık ve kuvvetine göredir. İmanı ise, muamele ve riayetine bağlıdır.
İlimlerin en üstünü, Ayne´l-Yakin Müşahede ilmidir. Bu ilim yakınlık makamlarına, meclislerindeki muhadeselerine, ünsleri-nin sığınağına ve tefekkürlerinin letafetine göre Mukarrebun zümresine mahsus olan bir ilimdir. İlimlerin en altta olanı ise şartsız teslimiyetle inkarsız ve şüphesiz bir halde kabul ilmidir. Bu ilim de, müminlerin umumu için geçerlidir. Bu da iman ilminden ve tasdikin ziyadesinden sayılır ki, Ashab-ı Yemin için geçerlidir. Bu ikisi arasında da pek latif makamlar varolup Mukarrebun zümresinin en üstteki makamından, orta makamlara, Ashab-ı Yemin´in en alt makamından illiyyunun ortalarının en üstlerine doğru sıralanırlar.[11]