13. Nefse muhalefet ve kusurlarını hatırda tutma
Allah Taâlâ, «Rabbının makamından korkup nefsini hevâ ve hevese uymaktan menedene gelince, onların yurtları Cennettir.» (Nazi´at, 79/40) buyurmuştur ( 45).
Resûlüllah (s.a.), «Ümmetim hakkında endişe ettiğim hususların en korkuncu hevâ ve hevese uymak ve tûl-i emel (hırs) dir. He-vâya tâbi olmak insanı hak yoldan sapıtır. Tûl-i emel ise âhireti unutturur,» buyurmuşlardır (46).
Malum olsun ki, nefse muhalefet ibadetin başıdır. Şeyhlere îslâmın ne olduğu sorulunca-. Nefsi, muhalefet kılıcı ile boğazlamaktır, diye cevap vermişlerdir. Bilmek lâzımdır ki, bir kimsenin içinde nefsaniyet yıldızları doğarsa, o kimsenin kalbinde
Allah ile üns güneşi batar.
Zunnûn Mısri der ki: «İbadetin anahtarı tefekkürdür, isabetli (yolda olmanın) alâmeti hevâ-heves ve nefse muhalefettir, nefse ve hevâya muhalefet, onun, arzularını terketmek demektir».
İbn Atâ şöyle der-. «Nefis, cibilliyeti icabı edepsizdir, halbuki kul sürekli olarak edebe riayet etmekle memurdur. Nefis tabiatı icabı muhalefet meydanında at oynatır, kul harcadığı çaba ile nefsin fena arzularına ulaşmasını engeller. Nefsini dolu dizgin salıveren, şer ve kötü işlerde onun ortağı olur».
45. Nefis ve nefs: Behîmü ve sûflî arzular, kötü huylar, yoz´.aşrmş ve kontrolsüz hale gelmiş tabiî istekler, sevk-i tabiîler, aklın ve insan ruhunun gösterdiği yola zıt düşen yollar, hayvânî nefsin azması, isyan etmesi, kudurması, disiplin ve kanun tanımaması. Nefsin ayıp ve kusurları, ondan doğan âfet, musibet, tehlike ve zararlar. Nefse muhalefet Hakk´a ve Hakk´ın emrine muvafakat; nefse muvafakat Hakk´a ve Hakk´ın emrine muhalefet demektir. Her nevi hayır nefse muhalefette, her nevi şer ona . muvafakatta mevcuttur. 46. Buharî, Rikak, 4, 5; Aclûnî, I, 68.
Nefsi rehber alan kimse aldanmıştır. Nefse ait bir şeyi güzel ve hoş bulan kimse onu mahveder. Aklı başında bir kimsenin nefsinden razı olduğunu söylemesi nasıl mümkün olur ki: Babası asil, dedesi asil, dedesinin babası asil, yani babası Hz. Yakub, dedesi Hz. İshak, dedesinin babası Hz. Halil İbrahim olan (Hz.) Yusuf, ´Nefsimi temize çıkaramam, şüphe yok ki nefs kötülüğü emredicidir´, (Yusuf, 12/53) demektedir».
Cüneyd diyor ki: «Bir gece uykum kaçtı. Vird edindiğim namazı kılmak için kalktım. Rabbıma münacaat ederken bulduğum her zamanki haz ve zevki bulamadım, hayrete düştüm. Uyumak istedim, fakat uyuyamadım, oturayım dedim ama oturmaya da takat getiremedim. Kapıyı açtım, dışarı çıktım. Aniden, abaya sarılarak yola atılan bir adama rastladım. Benim geldiğimi hissedince başını kaldırdı ve: Ey Cüneyd! Hayrete düşer düşmez neden yola çıkmadın , dedi. Ben: Efendim, böyle bir vaad yok ki, dedim. Hayır! kalbleri harekete geçirene, senin kalbini bana doğru harekete geçirmesi için niyazda bulunmuştum, dedi. İstediğin oldu, ihtiyacın nedir onu söyle dedim. Nefsin derdi ne zaman devası haline gelir dedi. Nefsinin hevâ ve hevesine muhalefet ettiğin zaman derdi, devası haline dönüşür, dedim. Bunun üzerine adam nefsine yöneldi ve ona hitaben: Dinle, yedi kere bu tarzda sana cevap vermiştim, fakat Cüneyd söyleyene kadar dinlemedin, şimdi dinle bari, dedi. Sonra adam oradan savuşup gitti. Kendisini tanıyamamıştım. Ondan sonra da durumu hakkında bilgi sahibi olamadım».
Ebu Bekir Tamestanî, «En büyük nimet nefs diyarından çıkmaktır. Çünkü kul ile Aziz ve Celil olan Allah arasında bulunan en büyük perde (hicâb) nefstir», demiştir.
Sehl b. Abdullah, «Nefse ve nefsin hevâ ve hevesine muhalefet edilmek suretiyle Allah´a ibadet edildiği gibi başka bir şeyle ibadet edilmemiştir», demiştir.
İbn Atâ´ya, Rab Taâlâ´nın gazabına kulu en seri şekilde yaklaştıran hususun ne olduğu sorulmuş. O da, «Nefsi ve nefsin hallerini görmek*, demiş. Sonra ilâve etmiş: «Bundan daha fenası kulun amelinin karşılığını düşünmesidir», (nefse ve hallerine değer vermek, Allah´ın yardımı ile işlenen amele Allah´tan karşılık istemek).
ibrahim Havvas diyor ki: «Şam´da Lükâm dağında bulunuyordum. Oradan geçip gittim. Yola atılmış bir adama rastladım. arıların sokmasından uyuşmuştu. Adama selâmün aleyküm dedim. Adam aleyküm selâm ya İbrahim! diye karşılık verdi. Beni nasıl tanıdın diye sordum. Allah Taâlâ´yı tanıyan bir kimse (arif billah) için hiç bir şey gizli kalmaz, dedi. Görüyorum ki Allah Taâlâ ile özel bir halin var, münacaatta bulunsan da seni şu arılardan korusa olmaz mı dedim. Tersine senin Allah Taâlâ ile özel bir durumun mevcut olduğu görüşündeyim, münacaatta bulunsaydın da seni nar yeme arzusundan korusaydı olmaz mı idi Şüphe yok ki, insan arıların sokmasının acısını dünyada çeker, halbuki narın sokmasının elemini âhirette çekecektir, dedi. Adamı hâli ile başbaşa bıraktım ve oradan savuşup gittim».
İbrahim b. Şeybân´ın şöyle dediği hikâye olunur: «Kırk yıl var ki ben ne bir çatının altında, ne de üzerinde kilit bulunan bir yerde yattım. Öteden beri doyasıya bir mercimek yemeği yemeyi canım ister dururdu, fakat yemek nasip olmamıştı. Şam´da bulunduğum bir zaman bana bir çömlek dolusu mercimek yemeği getirilmiş, ben de ondan yemiştim. Sonra oradan ayrıldım, cam kavanozlar içinde su damlalarına benziyen bir şeyler gördüm, bunları sirke zannetmiştim. Halktan biri bana-. Neye bakıyorsun, bunlar şarap numuneleridir, bunlar da şarap küpleridir, dedi. Kendi kendime: Farz olan bir işi yapmam icabetmektedir, dedim. Şarapçının dükkânına girdim, küplerdeki şarapları yere dökmeye koyuldum. Şarapçı bu işi padişahın emri ile yaptığım vehmine kapılmıştı. Durumu öğrenince beni İbn Tolun´un huzuruna götürdü. Bana iki yüz kırbaç vurmaları için görevlilere emir verildi. Sonra da hapse atıldım. Üstadım Ebu Abdullah Mağribî bu memlekete gelene kadar epey bir zaman hapiste kaldım. Üstadım benim için şefaatçi olmuştu. Beni görünce: Ne yaptın diye sordu. Bir doyumluk mercimek ve iki yüz kırbaç, dedim. Bunun üzerine üstadım buyurdu ki: Hadi bakalım, ucuz kurtuldun yine».
Serî Sakatî, «Otuz veya kırk senedir ki nefsim havucu hurma pekmezine batırıp yemek istiyor, fakat yine de ona itaat etmedim», demiştir.
Sülemî´nin dedesinden şunu naklettiğini duymuştum-. «Kul için felâket, içindeki (şer hislere) rağmen nefisten razı olmaktır».
Hüseyin b. Ali Kirmânî, «Belh Emiri Asâm b. Yusuf, Hâtemu´l-Asamm´a hediye göndermiş, Hâtem de bunu kabul etmişti. Âdeti üzere bu hediyeyi kabul etmekle kendi izzetimi onun izzetine, zilletimi ise zilletine tercih ettim», demiştir.
Sûfîlerden biri: Ben tecrid şartı ile (yani maddi bir şeye dayanmadan) haccetmek istiyorum, ne dersin diye soran bir zata şu cevabı vermişti: Sen önce kalbini gafletten, nefsini eğlence ve hevâ-dan, dilini lüzumsuz sözlerden tecrid et, sonra dilediğin yere git.
Ebu Süleyman Darânî der ki: «Gece ihsanda bulunan amelinin mükâfatını gündüz, gündüz ihsanda bulunan amelinin mükâfatını gece görür. Nefsani arzuları terkde sâdık olan, bu arzuların getirdiği sıkıntıdan kurtulur, Allah Taâlâ sırf kendisi için nefsâni arzularını terkeden kalbe azap etmiyecek kadar kerimdir.
Sübhan olan Allah, Davud (a.s.) a şunu vahyetti: «Ya Davud! Ümmetini canlarının arzularını yemekten hem sakındır, hem de korkut. Çünkü düşünce melekesi şehvetle bağlı bulunan kalplerle aramda bir perde vardır».
Havada oturan bir adam görülmüş ve kendisine: Bu makama ne ile nail oldun diye sorulmuş, adam da şu cevabı vermişti: Hevâyı (nefsanî arzuları) terkedince hava emrime verildi.
Derler ki: Mümine bin tane nefsanî arzu arız olsa, bunların hepsini (kalbindeki Allah) korkusu ile dışarı atar; fâsıka bir tane nefsanî arzu arız olsa, onun (içinden Allah) korkusunu dışarıya atar.
Yularını hevâ ve hevesin eline teslim etme, çünkü seni karanlığa sevkeder, denilmiştir.
Yusuf b. Esbat, «Nefsanî arzuları kalpten söküp atan, ya mükemmel bir (îlâhi) korkudur veya güçlü bir şevktir», demiştir.
Havvas der ki: «Nefsâni arzularını terkedip de karşılığı (olan manevi hazzı) kalbinde bulamıyan, şehveti terk konusunda yalancıdır.
Cafer b. Nusayr diyor ki: «Cüneyd bana bir dirhem verdi ve bununla bana incirin en iyisini al, dedi. Gittim, inciri aldım. İftar vakti gelince bir incir alıp ağzına koydu, sonra geri çıkardı ve ağlayarak: bunu al, götür, dedi. Böyle davranmasının sebebini sordum. Dedi. Kalbimde hatiften işittiğim bir ses: Utanmıyor musun Benim için terkettiğin nefsanî arzulara sonradan nasıl avdet ediyorsun! diye ikaz etti.
14. Hased
Allah Taâlâ, «De ki: Yarattığı bütün varlıkların şerrinden şafağın Rabbına sığınırım» dedikten sonra: «Hased ettiği zaman, hased edenin şerrinden de» buyurmuş. Böylece (Allah´a sığınma konusunda tahsis ettiği Felak suresini hasedden bahsederek bitirmiştir) (47). Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Her hata ve günahın esası olan şu üç şeyden korunun: Kibirden sakının, çünkü şeytanı Âdem´e secde etmemeye sevkeden kibir idi. İhtirastan sakının, zira Âdem´i cennette ağaçtan yemeye sevkeden hırs idi. Hasedden de sakının, çünkü Âdem´in iki oğlundan birinin öbürünü katletmeye hased sevketmiştir» (48).
Sûfilerden biri: Hasedci inkarcıdır. Zira Tek olan Mevlâ´nın takdirine rızâ göstermemektedir, demiştir.
Hasedci reis olamaz, (el-Hasûdu lâ yesûdü) denilmiştir.
«De ki: Fuhşun gizlisini de, açık olanını da haram kıldı.» (Araf, 7/33) âyetinin izahında, gizli fuhş haseddir, denilmiştir.
Mukaddes kitapların birinde, Hasedci nimetimin düşmanıdır,denilmiştir.
Hased, düşmanından önce sende zararını ve tesirini gösterir, denilmiştir.
Esma´ yüz yirmi yaşındaki bedeviye, «Ne de uzun yaşamışsın!»dedi. Bedevi de: Hasedi terkettim, ömrüm uzadı, demişti.
İbn Mübarek, «Allah´a hamdolsun ki bana hased edenin kalbinde olan (hasedi) âmirimin kalbinde yaratmamıştır», (hasedci reis ve emir olamaz) demiştir.
Hased bahsini krg: İhya, III, 161.
47. Hased: Kıskanmak, çekememek, çok görmek. Hased edene hâaîd, hasedi huy haline getirene hasûd adı verilir. Hased, kendisine faydası olmasa bile başkasının hakkıyla elde ettiği nimetten mahrum olmasını istemek, demektir. Başkasının sahip olduğu nimetin benzerine sahip olmayı istemek hased değil gıpta ve imrenmektir,
*8. İbn, Asâkir Ben hasetçiyi hiç bir zaman memnun edemem. Çünkü o ancak nimetin zevali ile razı olur», demiştir.
Hasedci zâlimdir, gaddardır, (onda iyi huyların) bekası yoktur, (nimeti yok etmek için başvurmadık çare) bırakmaz. (Ne kendisi rahat eder, ne de başkasına huzur verir). Hased, hasedciyi maddeten ve manen yer, bitirir).
Ömer b. Abdülaziz demiştir ki: «Hasedden çok mazluma benzeyen bir zâlim görmedim. Hased; devamlı dert ve peşpeşe nefes alıp nefes verme gibi süreklidir.
Denilmiştir ki: Hasedcinin alâmeti, yanındaki kimseye yaltaklanmak, ayrıldığı zaman onu gıybet etmek, felâkete uğradığı vakit şamata ve sevinç gösterileri yapmaktır.
Muaviye, «Kötü huylar arasında hasedden daha âdil olanı yoktur. Zira kıskançlık, hased edilenden önce hased edeni mahveder!» demiştir.
Naklederler ki: Allah Taâlâ ve Takaddes Hazretleri Davud´un oğlu Süleyman (a.s.) a şöyle vahyetmişti: «Sana şu yedi şeyi tavsiye ediyorum.: Salih kullarımın gıybetini yapma, kullarımdan hiç birine hased etme». Bunun üzerine Süleyman (a.s.) ya Rab: «Kâfi, kâfi», dedi.
Derler ki: Musa (a.s.) Arş´ın yanında bir adam görmüş, ona gıpta etmiş, oradakilere: «Bu zat, bu makama hangi vasıfla nail oldu diye sormuş; Allah´ın kullarına lütfettiği şeyler hakkında halka hased etmezdi, cevabını almıştı.
Hasedci; nimete eren birini gördümü donakalır, felâkete düşen birini gördümü düğün bayram eder, denilmiştir.
Hasedcinin şerrinden selâmette kalmak istiyorsan, nail olduğun nimeti ondan sakla, denilmiştir.
Hasedci günahsız kimselere karşı kin ve gayz içindedir, sahibi olmadığı mal hakkında cimrilik etmektedir, denilmiştir.
Sana hased edenin dostluğunu kazanmak için emek vermekten sakın. Çünkü o (emeğini unutturacak ve hasedini giderecek şekilde) ihsanını kabul etmez, denilmiştir.
Birinin hasedci olup olmadığını anlaman için başına felaket gelen kimsenin başına geldiğini görmen kâfidir. . Çünkü hasedci mazlum kimsenin başına gelmez, zira hasedci felâketzâdeye acımaz). Şu şiiri de bu makamda okurlar:
«Her nevi düşmanlığın dostluğa dönüşmesi (ve böylece ölüp gitmesi) ümit edilir, sadece hased sebebiyle sana düşmanlık yapanın düşmanlığı son bulmaz. Şair İbn Mûtez der ki:
«Hasedcinin hased sebebiyle hızlı hızlı nefes aldığını görünce ona de ki: Ey mazlum suretinde görünen zâlim, ciğerlerin parçalansın».
Şu şiir de bu mânada olmak üzere okunur: «Allah, dürülü ve saklı bir fazileti yaymak isterse, onu hasedcinin diline düşürür».
Nefsin kötü huylarından biri de gıybeti alışkanlık haline getirmektir.
15. Gıybet*
Her nevi kusurdan münezzeh olan Allah: «Bazınız diğer dazınızı gıybet etmesin, içinizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi ..» (Hucurat, 49/12) buyurmuştur (49).
Resûlüllah (s.a.) ile oturan bir adam kalkıp gitti. Orada bulunanlar: Bu adamı acizlendiren ve buradan kaldıran şey ne idi demeye başladılar. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.): «Kardeşinizi yediniz ve onu gıybet ettiniz», buyurdu (50).
Hakk Sübhanehu ve Taâlâ, Musa (a.s.) ya şunu vahyetti: «En son Cennete gidecek olan gıybet yapmamaya tevbe edendir, ilk Cehenneme giden ise gıybette ısrar eden olacaktır».
Avf diyor ki: «İbn Sîrin´in yanına gittim. Hacac´ı gıybet etmek istedim, İbn Şirin dedi ki: Şüphe etme ki, Allah Taâlâ hükmünde adildir. Senin gıybet etmen durumu değiştirmez
* Gıybet bahsini krş: İhya, III, 138.
49. Gıybet: Duyacağı zaman üzüleceği bir lâfı insanın arkasından söylemek, adam çekiştirmek, bir kimsenin dedikodusunu yapmak, gıyabında aleyhinde bulunmak, arkasından atmak, kusur ve ayıplarını sayıp dökmek.
50. Irâkî, İhya kenarı, III, 41; Ebu Ya´la; Taber&nî.
İbrahim bir davete gitmiş orada biri henüz gelmeyen birini gıybet etmiş, davette bulunanlar, çağrıldığı halde henüz gelmemiş bir adamdan bahsederek: Zaten o çok ağır canlı bir adamdır, demişlerdi. Bu sözü duyan İbrahim: «Başıma bu da mı gelecekti İnsanların gıybet edildiği bir yere gelmenin cezası budur!» dedi ve oradan çıkıp gitti. Üç gün bir şey yemedi.
Derler ki: insanları arkasından kötüleyen kimse mancınık ile sevaplarını bazan doğuya, bazan batıya atan kimseye benzer. Zira o bazan Horasanlının, bazan Şamlının, bazan Hicazlının, bazan da Türkistanlının gıybetini yapmakta, böylece kazandığı sevapları dağıtmakta ve eli boş olarak yerinden kalkıp gitmektedir.
Derler ki: Kıyamet günü insana amel defteri verilecek, insan defterinde bir sevap bile bulunmadığını görecek ve: Namazım nerede, orucum nerede, ibadet ve taatım nerede diyecek. O zaman kendisine şu cevap verilecek: Halkı gıybet ettiğin için bütün amellerin (halkın amel defterine) geçip gitti.
Bir kere gıybet edilenin, Allah günahlarının yarısını affeder, denilmiştir.
Süfyan b. Hüseyn anlatıyor: «Bir kere îyas b. Muaviye´nin yanında oturuyordum, bir şahsı gıybet etmiştim. Bana: Bu sene Türkistan veya Rum cihetine gaza için gittin mi diye sordu. Hayır! dedim. Demek Rum ve Türk şerrinden kurtuldu ama Müslüman kardeşin kurtulamadı, dedi».
Derler ki: İnsana amel defteri verilecek, orada işlemediği amellerin sevabını görecek, kendisine: Bu hiç farkına varmadan seni gıybet edenlerin amel defterlerinden aktarılan sevaplardır, diye hitab edilecek.
Süfyan Sevrî´ye, Resûlüllah (s.a.) in: «Allah eti çok olan aileye buğz eder» (51), hadisi sorulmuş; o da: «Maksat halkı gıybet ederek etlerini yiyenlerdir», diye cevap vermişti.
Abdullah b. Mübarek´in yanında gıybetten bahsedilmiş, o da: -dıybet etmem zaruri olsaydı annemi ve babamı gıybet ederdim. Çünkü sevaplarımı almaya onlar daha çok hak sahibidirler demiştir.
51. Aclûnî, I, 248.
Hasan Basri birinin kendini gıybet ettiğini duyunca bir tabakta helva gönderdi ve: «Duyduğuma, göre bana sevap hediyye etmişsin, onun için mükâfat olmak üzere sana şu helvayı gönderiyorum», demişti.
Resûlüllah (s.a.): «Haya perdesini yüzünden sıyırıp atanın gıybeti (haram) olmaz» (52), buyurmuşlardır.
Cüneyd diyor ki: «Şunuziyye mescidinde idim, namazını kılmayı beklediğim bir cenaze vardı. Bütün Bağdat halkı içtimaî mertebelerine göre oturmuş cenazeyi bekliyordu. Üzerinde zühd alâmeti bulunan bir fakirin halktan bir şeyler dilendiğini gördüm. Kendi kendime: Bu zat kendisini şu durumdan kurtaracak bir işle uğraşsa çok daha güzel olur, dedim. Evime döndüm. Ağlama ve namaz da dahil olmak üzere geceye ait bir virdim vardı. Bu virdlerimi icra etmek bana çok ağır gelmişti. Oturarak sabahladım. Gayr-ı ihtiyari gözlerim kapanmıştı.
Bahis konusu fakiri rüyada gördüm, uzun bir sofranın üzerine yatırdılar ve bana: Bunu gıybet etmiştin, hadi bakalım şimdi etini ye! dediler. Ben: Hayır! Onu gıybet etmedim, içimden kendi kendime söylemiştim, dedim. Bana Böylesi bile hoş görülmeyen zevattansın, git ve helallik dile, denildi. Sabah olur olmaz adamı aramaya başladım. Nihayet yıkanan sebzelerden düşen yaprakları sudan toplarken gördüm, selâm verdim, (başıma geleni keşfen bilen bu zat): Ey Cüneyd! Bir daha bunu tekrarlamayacak mısın dedi. Hayır! dedim. Bunun üzerine: Allah seni de, bizi de affına nail kılsın, dedi».
Ebu Cafer diyor ki: «Yanımızda Belhli bir genç vardı. Çok çalışkan ve çok ibadet eden bir kimse idi. Ancak mütemadiyen halkı gıybet eder: Falan şöyledir, filân böyledir, filânce şöyledir, der dururdu. Bir gün onu çamaşırcı muhannes (kadın huylu kişi) lerin yanından çıkarken gördüm. Dedim ki: Ey falan, bu ne hal böyle! Dedi ki: Halkı gıybet belâsı beni bu duruma düşürdü, Bu muhanneslerden bir oğlana tutuldum. Onun için şimdi ben gördüğün gibi, bunlara hizmet ediyorum. O manevi hallerin hepsini kaybettim. Dua et de Allah bana merhamet eylesin».
52. Beyhakî; Suyûtî, n, 167.
KANAAT
Câbir b. Abdullah, Resûlüllah (s.a.) dan şu hadisi rivayet etmiştir: «Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir» (54).
Resûlüllah (s.a.) buyurdu ki: «Verâ´ sahibi ol ki, en çok ibadet eden insan olasın. Kanaatkar ol ki, nimetin kıymetini en çok bilen (şükreden bir) kimse olasın. Kendin için arzu ettiğin bir şeyi başkaları için de arzu et ki, mümin olasın. Yakınların ile iyi komşuluk yap ki, müslüman olasın. Az gül, çünkü gülmek kalbi öldürür» Allah Taâlâ´nın kanaattaki izzet ile ihya kıldığı fukara müstesna, tüm fakirler ölülerdir, denilmiştir.
Bişr Hafî, «Kanaat padişahtır, o ancak müminin kalbinde ikâmet eder», demiştir.
Ebu Süleyman Darâni, «Zühde göre verâ´ ne ise, rızâya göre kanaat da odur. Verâ´, zühdün ilk merhalesi olduğu gibi, kanaat da-rızânın ilk merhalesidir», demiştir.
Kanaat, alışılan ve ülfet edilen şeylerin bulunmaması halinde, huzur içinde olmaktır, denilmiştir.
Ebu Bekr Merâğî şöyle der: «Akıllı kimse dünya işini kanaat ve tehir ile, âhiret işini hırs ve acele ile, din işini ise ilim ve cehd ile idare eder».
Ebu Abdullah b. Hafif, Kanaat, elde bulunmayana istekli olmamak ve elde bulunana ihtiyaç duymamaktır», demişti.
«Allah onlara güzel bir rızk vermiştir» (Hac, 22/58) âyetinin mânasında; maksat kanaattir, denilmiştir.
• Kanaat bahsini kr§: Ta´arrul, s. 107.
53. Kanaat: Rızâ ve memnunluk. Kısmete rızâ göstermek, takdir edilenden memnun olmak, yeme, içme ve giyme gibi ihtiyaçları asgarî hadde tutmak, tamahkâr ve ihtiraslı olmamak, elde mevcut olana razı olmak, başkasının malına ve hakkına göz dikmemek, tutumlu olmak, israftan sakınmak, tasarrufa riayet etmektir. Çalışmamak ve kazanmamak mânasına asla gelmez.
54. Aclûni, II, 102.
55. Aclûni, I, 144.
Derler ki: Kimin kanaati (hissi kuvvetli, besili ve) yağlı olursa, (yağsız bile olsa) her nevi çorba ona hoş gelir. Her halükârda Allah Taâlâ´ya dönen kimseye Hakk Taâlâ rızk olarak kanaat verir.
Naklederler ki: Ebu Hazım yağlı et satan bir kasaba uğramış. Kasap ona: Ey Ebu Hazım, et satın al, çünkü bu seferki etimiz çok yağlıdır, demiş. Ebu Hazım: «öyle ama param yok», demiş. Kasap: Parasına beklerim, deyince; Ebu Hazım: «Sen (para) bekliyeceğine, nefsim (et) beklesin, bu benim için daha iyidir», diye cevap vermiştir.
Sûfîlerden birine: Halkın en çok kanaatkar olanı kimdir diye sorulmuş. O da şu cevabı vermiş: Halka en çok yardım eden ve en az külfet olandır.
Zebur´da: «Aç olsa da kanaatkar zengindir», denilmiştir.
Demişler ki: Allah Taâlâ beş şeyi, beş yere koymuştur İzzeti ta-ata, zilleti günaha, heybeti gece namazına, hikmeti boş karına, zenginliği kanaata yerleştirmiştir. (Onun için izzeti taatta… arayınız).
İbrahim b. Mâristânî, «Düşmanından kısas ile öc aldığın gibi, hırsından da kanaat ile intikam al», demiştir.
Zunnûn, «Kanaat eden, zamane halkından rahat bulur, akranını geçer», demiştir.
Kanaat eden meşguliyetle ilgilenmekten kurtulur, istirahat eder ve herkese üstün olur, denilmiştir.
Kettânî, «Hırsı satarak onun parası ile kanaat satın alan izzet ve mürüvvetle zafere ulaşır», demiştir.
Gözü halkın elinde bulunana tâbi olanın derdi ve gamı devamlı olur, denilmiştir.
Şu şiir bu makamda okunur:
«Zengin olmak için utanma ve arlanmaya sebep olan işin yapıldığı günden, aç fakat cömert kalınan bir gün
mert kişi için çok daha iyidir».
Naklederler ki: Bir insan suya düşen sebze yapraklarını toplayıp yiyen bir hakim (bilge kişi) gördü ve: Padişaha hizmet etsen bunu yapmaya mecbur olmazdın, dedi. Hakim dedi ki: Sen buna kanaat etseydin, padişaha hizmetçilik yapmak zorunda kalmazdın.
Denilmiştir ki: Şahin, semâda uçarken kıymetlidir,
«İyiler nimet içindedir, günahkârlar azap içindedir». (înfitar, 81/14) âyetinde geçen nimetten maksat, dünyada kanaatkar olmaktır, azaptan maksat ise, dünyada haris olmaktır, denilmiştir.
Aynı şekilde-. «Bir esir âzâd etmek» (Beled, 90/13) ten maksat, nefsi tamah zilletinden âzâd etmektir, denilmiştir.
«Ey ehl-i beyt! Allah sizden pisliği gidermek istiyor». (Ahzab, 33/33) âyetinde geçen rics (pislik) cimrilik ve tamah demektir. «Allah sizi tertemiz kılmak istiyor». (Ahzab, 33/33) sözü ile cömertlik ve diğergamlık kaydedilmiştir, denilmiştir. Allah Taâlâ´nın: «Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra kimsede bulunmasın». (Sad, 38/ 35) buyurması, kanaat konusunda bana öyle bir makam ihsan eyle ki, onunla akranım arasında temayüz edeyim veya o makamda iken kazana rızâ gösterebileyim, demektir. «Onu elbette ki şiddetle cezalandıracağım». (Nahl, 16/21) âyeti, içinden kanaati çekip alacağım ve onu tamahla başını belâya sokacağım, yani Allah Taâlâ´dan böyle yapmasını niyaz ederim, mânasına gelir, denilmiştir.
Bayezid´e: Ulaştığın mertebeye ne ile eriştin diye sorulmuş. O da: «Bütün dünyevî sebep ve vasıtaları (mal ve servet arzusunu) topladım, bunları kanaat ipi ile bağladım, sıdk mancınığına koydum, ümitsizlik denizine attım ve istirahat ettim», demiştir.
Abdülvahhab diyor ki: «Hac mevsiminde Cüneyd ile oturuyordum. Cüneyd´in etrafında Acemli ve Arab olmayan müslümanlar-dan daha pek çok zevat vardı. Elinde beş yüz dinar olan bir adam geldi ve paraları Cüneyd´in önüne koyarak: Bu parayı şu fukaraya dağıt, dedi. Cüneyd adama: Bundan başka paran var mı dedi. Adam: Evet, daha birçok param var, dedi. Cüneyd: Peki! Mâlik olduğun paradan fazlasına sahip olmayı arzu ediyor musun dedi. Adam: Evet, istiyorum, dedi. Bunun üzerine Cüneyd: Bu dinarları al, git. Çünkü bu paraya (dervişlerden ve) bizden çok senin ihtiyacın var, dedi ve paraları kabul etmedi».