TEVEKKÜL
«Müminler Allah´a tevekkül etsinler». (İbrahim, 14/11); «Eğer mümin iseniz Allah´a tevekkül ediniz». (Mâide, 5/23) buyurmuştur (56).
Resûlüllah (s.a.) buyurmuştur ki: «Bir hac mevsiminde bütün ümmetler bana gösterilmişti,´ dağları ve ovaları dolduran ümmetimin çokluğu ve teşkil ettiği yekûn hoşuma gitmişti. Bana soruldu: Durumdan memnun musun Evet, dedim. Bunlarla beraber, (Allah´a tevekkül ederek) dağlama ile tedavi yapmıyan, falcılık ve üfürükçülük gibi şeylere inanmayan ve Rablerine tevekkül edenlerden yetmiş bin kişi hesapsız ve sualsiz cennete gireceklerdir. Bunun üzerine Ukkaşe b. Mıhsan Esedî ayağa kalktı ve: Ya Resûlallah! Dua buyur da Allah beni o zümreden eylesin, dedi. Resûlüllah (s.a.)-. Allahım! Bunu da onlardan kıl, diye dua eyledi. Bunu gören diğer bir adam da aynı şekilde: Dua buyurun da Allah beni de onlardan eylesin, dedi. Fakat Resûlüllah (s.a.): Bu konuda Ukkaşe senden önce davrandı, buyurdu» (57).
Ebu Ali Ruzbârî, Amr b. Sinan´a, «Sehl b. Abdullah´tan bir menkıbe naklet», diye ricada bulundum. Dedi ki: «Sehl şöyle derdi: Tevekkülün alâmeti üçtür. Kimseden bir şey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmemek».
* TevekkUl bahsini krş: Luma, s. 51, 195, 225; Ta´arruf, s. 100; Kûtu´1-kulûb, II, 3; İhya, IV, 238.
56. Tevekkül: Sebep ve tedbirde ihmal göstermemek şartıyle sebebi hiç nazarı itibara almamak, Allah Taâlâ´ya güvenmek. Tevekkül işi Rab Taâla´-ya havale etmek, işi idare etsin diye O´nun ilmine ve murakabesine sığınmak, sebep ve tedbiri ilâhlaştırmamak, insan irâdesine ve tabiat kanunlarına Allah´ın irâdesinden daha çok önem ve değer vermemek, kısaca Allah^ı vekil kılmak ve vekile tam olarak itimad etmektir. Sûfîler beşeri irâdeye, sebep ve tedbir fikrine ve tabiat kanunlarına fazla önem ve değer vermenin, ilâhî irâdeye ve takdire önem ve değer vermemek mânasına geldiğine kânidirler. Sebep ve tabiat kanununa ne kadar çok önem verilirse, ilâhî iradeye o kadar az ehemmiyet verilir. Sebep ile ilâhî irâde arasında ters orantı vardır.
57. Buharî, Müslim. Aclûni T. 448.
«Tevekkül nedir » diye soran Ebu Musa´ya, Bayezid: «Peki! Senin kanaatına göre nedir » diye sormuş-, o da: «Bizim arkadaşların fikrine göre tevekkül, yırtıcı hayvanlar ve yılanlar seni sağından ve solundan ısırarak
zevk u safa etseler, bütün Cehennem ehli Cehennemde azap ve işkence görseler, sonra sen bu ikisinin arasında fark görsen (yani iki durumdan birini irâdenle tercih etsen) tevekkül sahiplerinin zümresinden çıkmış olursun» (Zira Allah´ın hakkındaki tercihine itimadın yok), dedi.
Sehl b. Abdullah demiştir ki: «Tevekkülde ilk makam, Aziz ve Celil olan Allah´ın huzurunda hareket ve tedbire sahip olmayan cenazeyi istediği gibi döndüren gassal (yıkayıcı)nın önündeki ölü gibi olmandır». (Allah´ın huzurunda, gassalin önündeki cenaze gibi iradesiz ol).
Hamdûn, «Tevekkül, Allah Taâlâ´ya sımsıkı sarılman ve ona itimad etmendir», demiştir.
Adamın biri, Hâtemü´l-Asamm´a, Nereden yiyiyorsun diye sordu. Hâtem bu. soruya: «Yerlerin ve göklerin hazineleri Allah´ındır, fakat münafıklar bunu idrâk etmezler». (Münafıkün, 63/7) diye cevap verdi.
Malum olsun ki: Tevekkülün yeri kalptir. Zahirde (tedbir ve sebebe tevessül ile çalışmak) hareketle meşgul olmak kalpteki tevekküle zıt değildir. Kul takdirin Allah Taâlâ cihetinden olduğuna hakikaten ve yakinen kanaat getirmiş olursa, bu durumda istediği bir şeyi elde edemezse, «O´nun takdiri budur» diye; elde ederse, «Bu onun lütfudur» diye düşünür.
Enes b. Mâlik anlatıyor: «Devesine süvari olan bir adam Resûlüllah (s.a.) in huzuruna geldi ve Ey Allah Resulü, devemi salıveriyor ve tevekkül ediyorum, ne dersiniz dedi. Resûlüllah (s.a.): Hayır! Bağla ve öyle tevekkül et, buyurdu» (58).
İbrahim Havvas, «Nefsi konusunda tevekkülü sıhhatli olanın, başkası hakkındaki tevekkülü de sağlam olur». (Aczini bildiği için kendine güvenmiyen, başkalarının da kendisi gibi âciz olduğunu bilir, onlara güvenemez. Sadece Allah´a itimad eder) demiştir.
Bişr Hafî, «İnsanlardan biri, Allah Taâlâ´ya tevekkül ettim, diyor. Halbuki Allah Taâlâ´ya karşı yalan söylüyor. Gerçekten Allah´a tevekkül etseydi, onun hakkındaki muamelesine de razı olurdu», demiştir.
58. TirmizÎ, Kıyamet, 60.
İbrahim Havvas diyor ki: «Çölde yolculuk yaparken kulağıma hatiften bir ses geldi, o tarafa döndüm, bir bedevinin yürüdüğünü gördüm. Bedevi bana: Ya İbrahim! Tevekkül bizim yanımızdadır. Çölde yanımızda ikâmet edersen, sağlam bir tevekkül anlayışına sahip olursun. Bilmiyor musun ki yiyecek-içecek bulunan bir kasabaya ulaşma ümidi ile hareket etmen, o kasabada ikâmet etmene sebep oluyor Kasabaya ulaşma ümidini söküp at ve öyle tevekkül et, dedi».
İbn Ata´ya: Tevekkülün hakikati nedir diye sorulmuş. O da-. «İçinde sebeplere karşı şiddetle ihtiyaç duymana rağmen sende sebeplere karşı bir meylin zuhur etmemesi, sebepler üzerinde önemle durmana rağmen Hakk´da bulduğun sükûnun hakikatından bir şey kaybetmemendir», diye cevap vermiştir.
Serrac, «Tevekkülün şartı Ebu Türab Nahşebî´nin şu sözüdür: Bedeni kulluğun içine atmak, kalp ile Rab Taâlâ´ya bağlanmak; Allah kâfidir, diye itminan içinde bulunmak, verilirse şükretmek, verilmezse sabretmek tevekkülün şartıdır», demiştir.
Zunnûn´un şu sözü de bu kabildendir: «Tevekkül, kendi tedbirini terketmen, güç ve kuvvet fikrini içinden söküp atmandır. Kul, Allah Taâlâ bende olanı, içinde bulunduğum hali görüyor ve biliyor kanaatına varmadıkça tevekkülü kuvvetlenmez».
Ebu Cafer b. Ferec diyor ki: «Cemel-i Aişe (Aişe´nin devesi) diye tanınan bir adam gördüm, asi ve arsızlarla birlikte dövülüyordu. Adama: Size indirilen darbelerin acısının en az olduğu zaman ne vakittir diye sordum. Sopa yememize sebep olan kişi bizi gördüğü zaman». (Dövülme sebebini bildiğimiz vakit, yani kul sıkıntıya girdiği ve musibetlere uğradığı zaman bunun sebep ve hikmetlerini kavramaya çalışırsa elemi hafifler).
Hallac-ı Mansûr, İbrahim Havvas´a: «Bunca sefer yapıp bu kadar çöller geçerken ne yaptın » demiş. O da: «Tevekkül hâli üzere bulundum, kendimi bu esasa göre düzene soktum», diye cevap vermiş. Hallaç da: «İçini imar gayesi ile ömrünü tükettin, tevhiddeki fena nerede kaldı » diye karşılık vermişti. (Tevhidde fâni olmak tevekkülün en yüksek mertebesidir).
Ebu Hâtem Sicistânî´nin Ebu Nasr Serrac´dan şunu naklettiğini işitmiştim: «Tevekkül, Ebu Bekr Dakkak´ın söylediği şu sözdür: Hayatı bir güne irca etmek ve yarının derdini gönülden silmektir.
Yakub Nehrecorî diyor ki: «Kâmil mânası ile tevekkül, mancı-nıka koyulup ateşe atılacağı zaman, bir ihtiyacın var mıdır diye soran Cebrail (a.s.) e İbrahim (a.s.) in: Senden bir ihtiyacım yok (Bana Allah kâfidir)! derken vukua gelmişti. Çünkü o zaman Hz. İbrahim´in nefsi Allah Taâlâ ile gaybet hâlinde idi. Allah ile beraber olduğu için Aziz ve Celil olan Allah´tan başka bir şey görememekte idi».
Zunnûn, Tevekkülün ne demek olduğunu soran bir adama: «(Mal, nefis, ihtiras gibi) rabları söküp atmak ve sebeplere itimad fikrinin kökünü kazımaktır», demiş; sual sahibi: Biraz daha malumat verir misiniz deyince: «Yani, nefsi Rab (efendi) olma durumundan çıkarıp kulluk yapma vaziyetine sokmaktır», diye cevap
vermişti.
Hamdûn Kassar´a: Tevekkülün ne olduğu sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: «Onbin lira paran olsa, bir kuruş da borcun bulunsa, bu bir kuruşun boynunda borç olarak kalmasından ölmeden önce emin olmamandır. Aynı şekilde onbin lira borcun olsa, bunu ödeyecek hiç bir şey de bırakmasan, Allah Taâlâ´nın senin adına o borcu ödeyeceğinden ümit kesmemendir».
Ebu Abdullah Kureşî´ye tevekkülden sorulmuş, o da: «Her halükârda Allah Taâlâ´ya bağlanıp, ona güvenmektir», demişti. Soruyu soran zat: Biraz daha açıklar mısınız deyince; «Seni başka bir sebebe ulaştıran tüm sebeplere itimadı terketmek, böylece sebeplerin yaptığı işi Hakk Taâlâ´nın üzerine alması halidir», demişti. (Her işimi bizzat Hakk üzerine alsın diye seni maksada doğrudan veya dolayısı ile ulaştıran bütün sebeplere itimadı terketmendir).
Sehl b. Abdullah, «Tevekkül, Nebi (s.a.) nin halidir. Çalışıp kazanmak ise sünnetidir. Onun hâli üzere bulunan sünnetini katiyyen terketmez>, demiştir.
Ebu Said Harraz, «Tevekkül, sükûneti olmayan bir.sallantı ve sallantısı bulunmıyan bir sükûnettir» (Tevekkül, huzursuz bir ızdırap ve ıztırapsız bir huzurdur. Maddi sebebe karşı huzursuz bir ız-tırap, hakiki sebep olan Hakk´a karşı ıztırapsız bir huzur hâlidir),demiştir.
Tevekkül, insana göre (dünyalığın) azalması hali ile çoğalması halinin yekdiğerine eşit olmasıdır, denilmiştir. îbn Mesrûk, «Tevekkül, kaza ve kaderin hükmüne kayıtsız ve endişesiz bağlanmak, razı olmaktır demiştir.
Hallaç, «Hakiki mütevekkil, bulunduğu yerde kendisinden daha muhtaç ve daha çok hak sahibi biri varsa orada yemek yemez», demiştir.
Ömer b. Sinan anlatıyor: «Yanımızdan geçen İbrahim Havvas´a: Yaptığın seferler esnasında, karşılaştığın en acayip şeyi bize anlatır mısın diye ricada bulunduk. Olur! dedi: Bir kere Hızır (a.s.) ile karşılaşmıştım, benimle sohbet etmek arzusunu gösterdi. Ona itimad edip sükûn bulmamın tevekkül halimi bozacağından korktum ve derhal kendisinden ayrıldım».
Sehl b. Abdullah´a tevekkülün ne olduğu sorulmuş, o da: «Başkasına bağlanmaksızın Allah Taâlâ ile yaşayan bir kalbin hâli», demişti.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şöyle dediğini işittim: «Mütevekkilin üç derecesi mevcuttur: Tevekkül, teslim, tefviz. Tevekkül sahibi Allah´ın vaadine güvenip huzur bulur; Teslim sahibi Allah´ın (halini bildiğine kani olarak) ilmi ile iktifa eder-, Tefviz sahibi Allah´ın hükmüne rızâ gösterir».
Yine Ebu Ali´nin, «Tevekkül başlangıç, teslim orta, rızâ ise son hâldir», dediğini işitmiştim.
Ebu Ali Dakkak´a: Tevekkül nedir diye sorulmuş O da: «Tamahsız yemek (ve ihtirassız yaşamak) tır», diye cevap vermişti.
Yahya b. Muaz: Sûfi abasını giymek (para kazanmak için) dükkândır. Zühd hakkında konuşmak (menfaat celbetmek için) sanattır. Azık almadan bir kafileye takılıp seyahat etmek, âdi sebeplere tutunmaktır. Bunların hepsi basit sebeplere tutunmaktır», demiştir. Adamın biri Şibli´ye geldi ve ailesi efradının çok oluşundan yakındı. Şibli ona: «Evine git, aile efradından hangisinin rızkı Allah´a ait değilse, onu evinden kov», dedi.
Sehl b. Abdullah, «Çalışıp kazanma esasını tenkit eden (Allah ve Resulü tarafından konulan) kanunları tenkit etmiş olur, tevekkülü tenkit eden (kadere) imanı tenkit etmiş olur», demiştir.
İbrahim Havvas anlatıyor: «Mekke yolunda gidiyorum. Vahşî bir adam gördüm, îns misin, cin misin dedim. Cinim, dedi. Nereye gidiyorsun dedim. Mekke´ye! dedi. Azıksız mı dedim. Evet, öyle. Bizde de tevekkül esasına göre yolculuk yapanlar vardır, dedi. Tevekkül nedir diye sordum. Kulun (rızkını) Allah Taâlâ´dan alması (ve vasıtayı görmesi) hâlidir, diye cevap verdi».
Erenlerden fakir bir sufiye iğne, iplik ve makarayı neden yanında taşıyorsun denilince: Bu gibi şeyler tevekküle zıt düşmez, çünkü Allah Taâlâ üzerimize bir takım şeyleri farz kılmıştır. Fakir (sûfî) nin üzerinde sadece bir elbisesi bulunur. Elbisenin yırtıldığı sık sık görülür. Eğer iğne ve iplik bulunmazsa, mahrem yerleri görünür ve namazı bozulur. Abdesti bozulan sûfî yanında matarası olmazsa ne yapar Abdesti ne ile alır Yanında matarası, iğnesi ve ipliği bulunmayan fakir (derviş) görürsen, namazını kâmil bir şekilde edâ etme bahsinde derhal onu itham et, demişti».
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şöyle dediğini duymuştum: «Tevekkül müminin sıfatıdır; teslim evliyanın sıfatıdır; tefviz tevhid sahiplerinin sıfatıdır. Şu halde tevekkül avamın sıfatı, teslim havassın sıfatı, tefviz ise havassın da havassı olanların sıfatıdır.
Yine Dakkak´dan işitmiştim: «Tevekkül bütün peygamberlerin; teslim İbrahim (a.s.) in; tefviz Peygamberimiz Muhammed (s.a.) in sıfatıdır».
Ebu Cafer Haddad diyor ki: «On küsur senedir ki tevekküle gönül bağlamış bulunmakta, aynı zamanda çarşıda çalışıp ücretimi almakta, ama bir içim su veya bir hamam bileti almak için bile bu paradan faydalanmamakta idim. Demircilik yaparak kazandığım parayı Şunûziyye mezarlığındaki yatırların yanında bulunan fakirlere götürüp vermekte idim, kendim ise tevekkül hâli ile başbaşa kalmakta idim».
Sinan´ın kardeşi Hüseyin diyor ki: «Tevekkül esasına uyarak on-dört defa yaya hac yapmıştım. Ayağıma diken battığı olurdu. O zaman, nefsimi tevekkül esasına göre hareket etmeye mecbur edeceğim, diye Allah´a verdiğim sözü hatırlar, içinde diken bulunan ayağımı yere vura vura yolculuğuma devam ederdim».
Ebu Hamza şöyle derdi: «Ben tok bulunduğum zaman yolculuk yapmak için çöle girmek konusunda Allah´tan utanırım, çünkü tevekkül esasına göre hareket etmeye azmetmişimdir. Böylece yolculuk esnasında tokluğa ve yanıma aldığım azığa güvenmemeye gayret etmişimdir».
Hamdun´a tevekkülden sorulunca: «Bu ulaşamadığım bir derece olmuştur, iman hâlini sağlamlaştırmayan bir kimse, tevekkül bahsinde nasıl konuşabilir», demişti.
Bir sufi anlatıyor: Bir gün kafile ile yolculuk ederken arkadaşlarımı biraz geride bırakıp önde gitmeye başladım, önümde bir insan gördüm. Hızlı gittim ve kendisine yetiştim. Bu kimsenin elindeki asası ile ağır ağır yürüyen bir kadın olduğunu hayretle gördüm. Yorgun ve bitkin bir kadın sandım. Elimi cebime soktum, yirmi dirhem çıkardım, bunu al, kafile gelene kadar bekle, kafileden bir binek kirala, sonra akşam olunca yanıma gelirsin, durumunu düzeltmenin çaresine bakarım, dedim. Bunun üzerine kadın eli ile şöyle bir havaya işaret etti, bir de ne göreyim, avuçları para ile dolmuş. Kadın bana dedi ki: İşte böyle, sen dirhemleri cebinden aldın, ben ise dinarları” gaybtan aldım.
Ebu Süleyman Darâni, Mekke´de günler geçtiği halde bir yudum zemzemden başka bir şey ağzına almıyan birini görmüş ve bir gün bu zata: «Zemzem kuyusu tahrip edilse acaba ne içmeyi düşünürsünüz » demişti. Bunun üzerine adam Darâni´nin başını öpmüş ve: Beni irşad eylediğiniz için Allah sana bol bol hayır ihsan eylesin, demek ki ben günlerden beri zemzeme ibadet etmekte (ona güvenip burada kalmakta) imişim, dedi ve oradan savuşup gitti.
İbrahim Havvas demiştir ki: «Şam yolunda dinî hükümlere riayetkar, terbiyeli, dürüst ve yeni yetişkin bir delikanlı gördüm. Bana dedi ki: Benimle sohbet ve arkadaşlık yapmak ister misin Ben acıkırım, dedim. Ben de seninle beraber acıkırım, dedi. Dört gün birlikte arkadaşlık yaptık. Sonra Allah´in bir nimetine nail olduk. Oğlana: Buyurun! dedim. Ben vasıtalı olarak bir şey almamaya azmettim, dedi. Delikanlı kılı kırk yarıyorsun, dedim. İbrahim, beni methederek şımartma, kalp akçayı sağlamından ayıran sarraf (Allah) çok daha dikkatlidir. Sen tevekkül deyince ne zannediyorsun Tevekkülün en aşağı derecesi, fakr u zaruret haline yakalandığın zaman nefsin kifayet miktarında rızk vererek zarureti defedenden (yani Allah´tan) başkasına tamah etmemesidir».
Tevekkül, şek ve şüpheyi defetmek, Mâlikü´l-mülk olan Allah´a mutlak olarak teslimiyet göstermektir, denilmiştir.
Derler ki: Bir topluluk Cüneyd (r.a.) in yanına gelerek: Rızkımızı nerede arayalım diye sormuşlar. Cüneyd: «Rızkınızın nerede olduğunu biliyorsanız, gidin orada arayın!» dedi. Rızkımızı Allah Taâlâ´dan isteyelim mi , dediler. Cüneyd: «Eğer Allah´ın rızkınızı unuttuğu kanaatında iseniz bunu O´na hatırlatın,» dedi. Yani bir eve kapanıp tevekkül mü edelim , dediler. Cüneyd: «(Allah) ı tecrübe mi etmek istiyor sunuz dedi.
Bir gün talebeleri şeyhe tevekülden sordular Tasavvufun konularıpek çoktur. mübarek tevekkül hariç şeyhiniz bunların çoğunu bilmektedir. Tevekküle gelince, (bu o kadar yüce bir makamdır ki) ben onun kokusunu bile koklayamadım», demişti.
Tevekkül, Allah Taâlâ´nın elinde olana güvenmek, halkın elinde bulunandan ümit kesmektir, denilmiştir.
Tevekkül, rızk arama konusunda nasıl hareket edilmesi gerektiğini düşünmekten sırrın (ve kalbin) boş olmasıdır, denilmiştir.
Haris Muhasibi (r.a.) ye: Mütevekkile tamah yol bulur mu diye sorulmuş. O da: «Mütevekkile tabiatı icabı tamahı hatırlama yol bulur, fakat ona zarar veremez. Halkın elinde bulunandan ümit kesmek, tamahı söküp atmak için ona güç verir», demiştir.
Naklederler ki: Bir kere çölde bulunduğu sırada Nuri acıkmış ve hatiften şu sesi işitmişti: Şu iki halden hangisini daha çok arzu ediyorsun : Mutad yoldan rızık temin etmek mi (sebep), yoksa açlığa dayanma kudretine sahip olmak mı (kifayet). Nuri, «Kifayeti isterim. Zira onun üstünde´bir şey yoktur», demiş ve onyedi gün yemeden içmeden bulunduğu hâl üzere kalmıştı.
Ebu Ali Ruzbârî der ki: «Beş gün bir şey yememiş olan bir fakir (derviş), ben açım! derse derhal onu çarşıya götürünüz ve çalışıp kazanarak maişetini sağlamasını emrediniz». (Dilencilikle dervişlik olmaz).
Derler ki: Ebu Türab Nahşebî, .üç gün aç kaldıktan sonra elini bir karpuz kabuğuna uzatan bir sûfî görmüş ve ona: (Para kazanmak için) «çarşıdan ayrılmamalısın», demişti.
Ebu Yakub Akta´ Basrî anlatıyor: «Bir kere Kabe´nin hareminde iken on gün aç kalmiş ve kendimde bir zaaf hissetmiştim. Nefsim yiyecek bir şey aramam için beni tahrik etti, yiyecek bir şey bulurum da zaafımı gideririm ümidi ile vadideki kırlara çıktım, yere atılmış bir şalgam gördüm ve onu- yerden aldım. Bu işi yaptığım için kalbimde bir sıkıntı (vahşet) hissettim. Sanki biri bana: On gündür aç kaldın, nihayet nasibin kokmuş bir şalgam imiş, diyordu. Şalgamı kaldırıp fırlattım. Mescide girdim ve oturdum. Birden yabancı bir adamın önüme oturduğunu farkettim. Adam önüme bir kutu koydu ve: Bu sana aittir, dedi. Adama: özellikle bu kutuyu bana vermenizin sebebi nedir dedim. Adam anlattı: On günden beri denizde bulunuyorduk. Fırtına çıktı, gemi batmaya yüz tuttu. Gemi yolcularından herbirimiz, Allah Taâlâ bizi bundan kurtarırsa bir hediye vermeyi adadık.
benim de adağım budur dedi Baktım kutuya her türünden şeker konulmuş. Her birinden birer avuç aldım ve; geriye Kalanı çocuklarına götür, sadakanı kabul ettim ve bunu ayrıca size hediye ettim, dedim. Sonra kendime hitaben: Rızkın sana ulaşmak için on gündür yolda´yürümekte, sen ise onu vadinin kırlarında aramaktasın, dedim».
Ebu Abdurrahman Sülemî (r.a.) nin, Ebu Bekir Râzî´nin şöyle dediğini naklettiğini işitmiştim: «Mümşad Dineverî´nin yanında bulunuyordum. Söz borçtan açılmıştı. Mümşad dedi ki: Benim de borcum (adak) vardı. Bu benim gönlümü meşgul ediyordu. Rüyada birinin bana: Ey cimri, bize şu kadar borçlandın, bundan niye endişe ediyorsun, almak senin, vermek bizim hakkımızdır, dediğini duyar gibi oldum. Bundan sonra ne bir bakkalın, ne bir kasabın hesabını düşündüm» (Borç ve taahhüd altına girerken korkmamalı, bunları ödemeye Allah´ın insanı muktedir kılacağına güvenmelidir).
Bünan Hammal´ın şunu anlattığı nakledilir: «Mekke yolunda idim. Mısır´dan geliyordum, yanımda azık vardı, bir kadın geldi ve: Ey Bünan, sen azığını sırtında taşıyan bir hammalsın, sana rızk verilmiyeceğini mi vehmediyorsun dedi. Kadının ikazı üzerine azığımı bıraktım. Aradan üç gün geçmiş hâlâ ağzıma bir şey almamıştım. Yolda bir bilezik buldum, içimden, sahibi gelene kadar bunu yanımda taşırım, mümkündür ki sahibi bana bahşiş verir, dedim. Yine o kadına rastladım. Bana, sen tüccar mısın ki, belki bileziğin sahibi gelir de ondan bahşiş alırım, diyorsun, dedi. Sonra bana bir miktar para verdi ve-. Bunları harca, dedi. Mekke yakınına gelene kadar bu para ile iktifa ettim».
Hikâye olunur ki Bünan, hizmetçi bir cariyeye ihtiyaç duymuş, durumu (tarikat ve din) kardeşlerine açmış, onlar da aralarında bir cariye satın alacak kadar para toplamışlar ve kendisine: İşte kervan geliyor, beğendiğin birini satın alabilirsin, demişlerdi. Kervan gelmiş, ihvan belli bir cariyeyi almak için görüş birliğine varmışlar ve: Bu onun işine yarar, demişlerdi. Sahibine fiyatını sormuşlar, fakat cariyenin satılık olmadığını öğrenmişler, ama buna rağmen ısrar etmişler. Nihayet cariye sahibi durumu izah etmek zorunda kalmış ve cariye Bünan Hammal´ındır. Semerkandlı bir hanım bunu ona hediye etti, demiş, sonra da cariye alınmış, Bünan´a götürülmüş ve makul bir ücretle alınmıştı
Bişri Hafiye Bizimle hacca gelmek istemez misin diye sordular. Bişr: Üç şartla: Yanımızda bir şey taşımayacağız, hiç kimseden bir şey istemiyeceğiz ve eğer birisi bize bir şey verirse kabul etmiyeceğiz, dedi. Onlar: yanımızda bir şey taşımamaya evet! Kimseden bir şey istememeye de evet! Bize verileni kabul etmemeye gelince, işte buna gücümüz yetmez, dediler. Bunun üzerine Bişr: Siz (Allah´a değil), hacıların azığına güvenerek yola çıkmışsınız, dedi ve ilâve etti: Ey Hayyat fukara (derviş) üç nevidir: Dilenmiyen, dilenmeden verileni de almayan fakir. Böyle fakir ruhanîler zümresindendir. Kimseden bir şey istemiyen, fakat verileni kabul eden fakir. Böylesi fakirler için kudsiyet hareminde sofralar hazırlanmıştır. Kifayet miktarmca dilenen veya verileni kabul eden fakir. Böylesi bir fakirin (dilenmek suretiyle işlediği günahın) keffareti fakirlikteki sıdkdır».
Habib Acemî´ye: Ticareti neden terkettin diye sorulmuş. «Çünkü kefil ve vekil (olan Allah) güvenilir bir zattır», diye cevap vermiştir.
Naklederler ki: Eski zamanlarda yolculuk yapan, sefer esnasında ekmek dağarcığını yanından hiç ayırmayan ve: Bu ekmekleri yiyecek olsam ölür giderim, diyen bir adam varmış, Allah Taâlâ ona bir meleği memur kılarak: Dağarcığmdakini yerse tekrar rızk ver, yemezse bir şey verme, diye talimat vermişti. Dağarcık, ölene kadar adamın yanında kalmış, fakat adam hiç bir şey yiyememiş ve dağarcık cenazenin yanında dolu olarak kalmıştı (Hırs ve cimrilikle mal toplıyanların hali budur, malı ye ki Allah yenisini versin).
Derler ki: Tefviz ve tevekkül meydanına düşenin muradı, gelin güveyinin yanına getirdiği gibi yanına getirilir.
Tazy (vakti ve emeği zayetme) ile tefviz arasında fark vardır. Tazyi´ Allah Taâlâ´nın hakkında (farz ve haramda) bahis konusu olur ve bu kötü bir şeydir. Tefviz, insanın kendisi hakkında bahis konusudur ve bu iyi bir şeydir
Abdullah b. Mübarek, «Haram olarak cebine bir kuruş atan mütevekkil olamaz», demiştir.
Ebu Said Harraz anlatıyor: «Bir kere azık almadan çölde yolcular arasından kendim için bir kuyu kazdım. Vücudumu göğsüme kadar içine gömdüm. Köylüler gecenin yarısında şöyle bir ses işitmişler-. Ey şu menzilde ikâmet edenler! Allah´ın bir velî ve dost kulu şu kumluk içinde kendisini hapsetti. İmdadına yetişin! Bunun üzerine köyden bir topluluk yanıma geldi, beni taşımak suretiyle köylerine götürdüler».
Horasanlı Ebu Hamza diyor ki: «Senelerden bir sene hacca gitmiştim. Yolda yürürken aniden kendimi bir kuyuya düşmüş vaziyette buldum. Nefsim, imdat! diye bağırmam için benimle çekişmeye başladı. Olmaz, vallahi İmdat! diye bağırmam, dedim. Bu düşünce henüz hatırımdan çıkmamıştı ki, iki kişinin kuyunun yanından geçtiklerini duydum. Biri diğerine: Kazara kuyuya adam düşmemesi için, gel şu kuyunun ağzını kapatalım, dedi. Sonra getirdikleri ağaç ve otlarla kuyunun ağzını kapattılar, yerle bir oluncaya kadar da üzerini toprakla düzlediler. Kuyuda bağırmak istedim. Sonra içimden, iki kişiden bana daha yakın bulunana niyazda bulunmalıyım, dedim ve sükût ettim. Aradan bir zaman geçtikten sonra bir şeyin geldiğini, kuyunun ağzını açtığını, bacaklarını kuyuya sarkıtarak, bana alışık olan tatlı bir sesle: Bana sarıl, seni çıkarayım, der gibi yaptığını gördüm. Ona sarıldım, beni kuyudan çıkardı. Bir de ne göreyim, bir yırtıcı hayvan (aslan) beni bırakıp gitti. Bunun üzerine hatiften işittiğim bir ses bana şöyle .diyordu: Ey Hamza! Böylesi daha güzel değil mi Biz seni helak olmaktan, helak (vasıtası olan aslan) la kurtardık. Şu ilâhîyi okuyarak yolculuğuma devam ettim: ´Gizlediğim şeyi sana anlatmaktan korkuyorum. Gözümün gönlüme anlattıklarını sırrım açıklıyor. Senden haya etmem aşkımı gizlememe engel oluyor. Bana bahşettiğin fehm (idrak) sayesinde keşfe muhtaç olmaktan beni kurtardın. İşlerim konusunda bana lütfettin de şahidimi gaibime (dış yüzümü iş yüzüme, zahirimi bâtınıma), gösterdin, zaten lütuf, lütuf ile idrâk olunur. İhsana ihsanla kavuşulur. Bana gaybı o kadar açık şekilde gösterdin ki, sanki gaybde, Sen avucumun içindesin, hitabı ile beni müjdeledin. İçimde senin için duyduğum heybetten doğan bir sıkılma bulunduğu halde seni temaşa ediyorum. Fakat lütfün ve merhametinle beni neşelendirmedesin, ölüm sebebi sevgi olan âşıkı diriltirsin, hayatın ölümle beraber olması şaşılacak şey değil midir ?
Bir mescidde oturuyorduk. Şeyhim baktı ve: Ey Huzeyfe, sende açlık eseri görüyorum, dedi. Durum şeyhin gördüğü gibidir, dedim. O halde bana bir kalem, bir de kâğıt getir, dedi. İstediği şeyi getirdim. Kâğıda şunu yazdı: Bismillâhirrah-manîrrahîm, Her halükârda maksat Sen´sin, her mâna ile işaret olunan da Sen´sin. Hamdeden benim, şükreden benim, zikreden benim, aç olan benim, susuz kalan benim, çıplak olan benim. Bu altı husustan ilk yarısını yapmaya ben kefilim. Rabbım son yarısını yapmayı da Sen garanti et. Sen´den başkasını meth u sena etmem demek Cehennemin alevli ateşlerine dalış yapmam demektir, kullarını Cehenneme girmekten Sen muhafaza eyle. Bana göre dilencilik Cehennem gibidir. O halde Cehenneme girme konusunda bana kefil olmayı düşünmez misin Sonra üzerinde bu ibareler yazılı olan hamaili bana verdi ve hadi git, kalbin Allah Taâlâ´dan başka bir şeyle ilgilenmesin, bu pusulayı ilk gördüğün kimseye ver, dedi».
Huzeyfe diyor ki: «Muskayı alarak oradan ayrıldım. İlk gördüğüm kimse katıra binmiş giden bir adam idi. Yazıyı bu adama verdim. Adam yazıyı aldı, ağladı ve: Bu yazının sahibi ne oldu dedi. Falan mescidde ikâmet etmektedir, dedim. Adam bana içinde altı yüz dinar bulunan bir kese verdi. Sonra başka bir adamla karşılaştım. Bu katırın sahibi kimdir diye sordum. Adam: O bir Hıristiyandır, cevabını verdi. İbrahim b. Edhem´e durumu anlattım. Sakın keseye el sürme, çünkü sahibi biraz sonra gelecek, dedi. Biraz sonra Hıristiyan geldi, İbrahim b. Edhem´in başına kapandı, öptü ve müslüman oldu».
18. Şükür*
Aziz ve Celil olan Allah: «Eğer şükrederseniz nimetimi ziyadeleştiririm». (İbrahim, 14/7) buyurmuştur.
Ata anlatıyor: «Ubeyd b. Umeyr ile Aişe (ra.) ye gitmiştim. Bize Resûlüllah (s.a.) da gördüğün en ilgi çekici şeyin ne olduğunu anlatır mısın dedim. Hz. Aişe ağladı ve dedi ki: Onun hangi hali ilgi
Şükür bahsini krş: Ta´arntf, s. 100; Kûtu´l-kulûb, I, 413; İhya, IV, 78.
çekici değil ki. Bir gece yatıyorduk. Bana ya Aişe izin verir misin kalkayım ve Rabbime ibadet edeyim, demişti. Şüphesiz ki bana yakın olmanı arzu ederim, dedim ve kendisine müsaade ettim. Yataktan kalktı, su kırbasının yanına gitti. Abdest aldı, abdest organlarını bolca su ile yıkadı, sonra kalktı namaz kılmaya başladı. Biraz sonra ağlamaya başladı. O kadar ki, gözünden dökülen damlalar göğsünü ıslatmıştı. Sonra rukûa vardı, rükû halinde de ağlamaya devam etti. Sonra başını kaldırdı, fakat yine ağladı. Sonra ağlaya ağlaya secde etti. Secdeden başını kaldırdı ve ağlamaya devam etti. Bilal sabah namazını okumak için gelene kadar ağladı durdu. Dedim ki: Ya Resûlallah! Seni bu kadar ağlatan şey nedir Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmedi mi Şöyle buyurdu: ´Allah´a çok şükreden kul olmayayım mı Allah bana: ´Şüphesiz ki yerlerin ve göklerin yaratılışında nice ibretler vardır…´ (İbrahim, 4/7) âyetini indirmiş iken nasıl olur da ben böyle yapmam…» Üstad Kuşeyri der ki: Tahkik ehli olanlara göre şükrün mânası ihsanda bulunanın nimetini ona boyun eğerek itiraf etmektir. Bu görüşe göre Hakk Taâlâ´ya hakikat yolu ile değil de mecaz yolu ile Şekûr (çok şükreden) sıfatı verilir ve bu «Allah kullarının şükrüne sevap verir», mânasını ifade eder. Buna göre şükrün karşılığı şükür adını alır. Nitekim, Allah Taâlâ: «Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür». (Şûra, 42/40) buyurmuştur. (Kötülüğün Allah tarafından verilen karşılığı ve cezası kötülük adını aldığı gibi, şükre Allah tarafından verilen karşılığa ve mükâfata da şükür adı verilir).
Derler ki: Allah Taâlâ´nın şükründen maksat, az amele çok sevap vermesidir. Şükür sözü, Arapların-. Verilen ota nazaran semizliğini fazla gösteren hayvana «şekûr hayvan» adını vermelerinden gelmektedir. Şöyle demek de mümkündür: Şükrün hakikati, ihsanda bulunanı, ihsanını zikrederek methetmektir. Şu halde kulun Allah Taâlâ´ya şükretmesi, ihsanını anarak O´nu meth ü sena etmesi; Hakk Taâlâ´nın kuluna şükretmesi ise ihsanını zikredip nankörlük etmediği için onu övmesi mânasına gelir.
Kulun ihsanı Allah Taâlâ´ya taatta bulunması, Hakk´ın ihsanı şükre muvaffak kılmak için kuluna lütufta bulunması, demektir.
Hakiki mânada kulun şükrü, Allah´ın nimetini dili ile ikrar ve kalbi ile tasdik etmesi demektir. Şükür üç kısımdır: Dilin şükrü, amelin şükrü ve kalbin şükrü.
Şükür denilir, bununla âlimlerin sözden ibaret olan lisanı şükürleri anlaşılır. Şükür denilir, bununla âbidlerin fiil nevinden olan vasıfları anlaşılır. Şükür denilir, bununla ariflerin bütün hallerinde Allah için istikâmet üzere bulunmaları anlaşılır.
Ebu Bekr Varrak der ki: «Nimetin şükrü iyiliği görmek, kıymetini bilmek ve ona karşı saygılı olmak suretiyle olur».
Hamdun Kassar, «Nimete şükür, nefsini nimette tufeyli (asalak) görmek suretiyle olur», demiştir.
Cüneyd der ki, «(Genellikle halkın) şükrü (sıhhatli değil), illetli olur, çünkü şükreden, kendisine verilen nimetin ziyadeleşmesini istemekte ve nefsinin hazzı ile Allah Taâlâ ile beraber bulunmaktadır» (Yani nefsini bırakarak değil, nefsi ile Allah´ın huzuruna çıkmaktadır) .
Ebu Osman, «Şükür, şükürden âciz kalındığını idrâk etmektir», demiştir.
Derler ki: Şükre şükür, şükürden daha mükemmeldir. Şükre şükür, şükrün Allah´ın muvaffak kılmasıyle olduğunu görmektir. Allah´ın muvaffak kılması senin üzerindeki nimetlerin en büyüğüdür. Bu sebeple Allah´a şükrettiğin için şükür, sonra şükrün şükrüne şükür —ki bu sonsuza kadar gider— etmen icabeder.
Derler ki: Şükür, kendini hakir görerek nimeti onu sana yöneltene izafe etmendir.
Cüneyd demiştir ki: «Şükür, kendini nimete ehil ve lâyık görmemendir».
Ruveym, «Şükür, şükretmek için bütün gücü sarf etmendir», demiştir.
Derler ki: Şâkir (şükreden) ihsana şükredene denir, şekûr (çok şükreden) ise verilmiyene de şükreden, demektir.
Şâkir faydası dokunana şükreder, şekûr (reddedildiği zaman) verilmeyene de şükredendir, denilmiştir.
Şâkir ihsana şükreder, şekûr belâya da şükreder, denilmiştir.
Şâkir bol bol ihsan edildiği zaman şükreder, şekûr ihsan gecikince de şükreder, denilmiştir.
Cüneyd anlatıyor: «Bir kere yedi yaşımda iken Seri´nin yanında idim.
benim için dua etmesini istedim Bunun üzerine Serî: Allah´tan (güzel ve tesirli konuşan) bir dilin sana nasip olması yakındır, dedi. Cüneyd (r.a.) diyor ki: Seri´nin bu sözü üzerine durmadan ağladım». (Güzel konuşan bir dilden başka Allah´tan nasibim olmaz, diye endişelendim) .
Şiblî, «Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir», demiştir.
Şükür, elde mevcut olanı bağlamak; mevcut olmayanı avlamaktır. (Şükür, mevcut nimetin korunmasını ve artmasını sağlar) denilmiştir.
Ebu Osman, «Avam, yenecek ve giyilecek nevinden nimetlere şükreder. Havas, kalplerine gelen feyze (ve varidata) şükreder», demiştir.
Davud (a.s.) un şöyle dua ettiği nakledilir: «İlâhi, sana nasıl şükredeyim ki, şükretmek de senin bir nimetindir». Allah´tan vahiy geldi: «İşte şimdi şükrettin!»
Musa (a.s.) nın münacaatında şöyle dediği hikâye edilir: «İlâhi! Âdem´i elinle yarattın, ona şunu şunu ihsan ettin, Sana nasıl şükretti » Allah, «Bu nimetleri benden bildi, bana şükredişi, bunu böyle bilmesi olmuştur», buyurdu.
Derler ki: Birinin dostu padişah tarafından hapsedildi. Hapsedilen adam dostuna durumu bildirdi, dostu ona gönderdiği mektupta: Allah Taâlâ´ya şükret, diye yazdı. Hapsedilen adam dövülmeye başlanınca durumu tekrar dostuna bildirdi. Dostu ona: Allah Taâlâ´ya şükret, diye yazılı tavsiyede bulundu. Derken zincire vurulmuş ve ishal olmuş bir Mecusî hapse getirildi. Mecusîyi bağlayan zincirin bir halkası bu adamın ayağına bağlandı. Mecusî gece sık sık helaya gitmek zorunda kalıyor, bu adam da onunla birlikte gitmeye ve Mecusî işini bitirene kadar baş ucunda beklemeye mecbur oluyordu. Adam durumu sûfi dostuna bildirdi. Dostu yine Allah Taâlâ´ya şükretmelisin diye yazdı. Sabrı taşan adam: Bu ne zamana kadar sürecek, bundan büyük belâ olur mu diye sûfî dostuna haber gönderdi (ve bu işin çaresini araştırmasını rica etti). Dostu ona: Mecusînin ayağına vurulan zincir senin ayağına vurulsa, onun beline kuşatılan zünnar senin beline sarılsa, o zaman ne yapardın diye yazdı (Allah beterinden saklasın, diye düşünerek musibetlere şükretmek lazımdır. Aksi halde musibet artar, beterin de beteri vardır).
Gözlerin şükrü, arkadaşında gördüğün kusuru örtbas etmek, kulakların şükrü, arkadaşın hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretinde olur, denilmiştir.
Şükür, kulun hakketmediği nimete karşılık Allah´ı medh u sena etmesinden zevk almasıdır, denilmiştir.
Cüneyd diyor ki: «Serî bana (bir şey öğretmek suretiyle) faydalı olmak istediği zaman sual sorardı. Bir gün bana dedi ki: Ey Cüneyd, şükür ne demektir Dedim ki, nimetini destek yaparak Allah Taâlâ´ya âsi olmamaktır » «Bu hikmet sana nereden geliyor», dedi. «Senin meclislerinde bulunmaktan», dedim.
Derler ki: Hasan b. Ali, Kabe´nin örtüsünün bir kenarına sarılarak, «İlâhi bana nimet verdin, fakat beni şükreden bir kul olarak bulmadın. Bana belâ verdin, fakat sabreden bir kul olarak bulmadın. Buna rağmen ne şükretmediğim için nimeti geri aldın, ne de sabretmediğim için belânın şiddetini devam ettirdin! İlâhi kerim olandan, keremden başka ne beklenir», diye niyazda bulundu.
Elin, halkın iyiliğine karşılık vermekten kısa kalıyorsa, dilin teşekkür ile uzun olsun (fakir ve âciz olduğun için iyiliğe mukabele edemiyorsan, bari bol bol teşekkür et) denilmiştir.
Derler ki şu dört sınıf insanın amelinin meyvası yoktur: Sağıra fısıldama, şükretmeyene ihsanda bulunma, çorak yere tohum atma, güneşte çıra yakma.
Naklederler ki: îdris (a.s.) e affedildiği müjdesi verilince uzun ömür istedi, sebebi sorulunca,. «O´nâ şükredeyim, diye», dedi. «Çünkü daha evvel mağfirete mazhar olayım, diye amel ediyordum». Bunun üzerine bir melek kanatlarını İdris (a.s.) in üzerine yaydı ve onu semâya kaldırdı.
Naklederler ki: Peygamberlerden (a.s.) bir Nebi, içinden bol su fışkıran küçük bir taş gördü ve buna hayret etti. Allah tarafından konuşturulan taş ona: Allah Taâlâ´nın «Bir ateş, (bir Cehennem) ki yakacağı insanlarla taşlardır». (Tahrim, 66/6) kavlini işittiğimden beri korkudan ağlıyorum, dedi. Peygamber: Allahım! Bu taşı Cehennemden kurtar, diye dua etti. Allah Taâlâ´dan: Onu Cehennemde yanmaktan kurtardım, diye vahiy geldi. Peygamber yoluna devam etti. Dönüşte taştan eskisi gibi su fışkırdığını görünce şaştı. Allah Taâlâ taşı konuşturdu. Peygamber, Allah seni affettiği halde hâlâ ağlıyorsun diye sordu. Taş bu şükürden ileri gelen bir ağlama idi. Bu şükür ve neşeden doğan bir ağlama diye cevap verdi.
Derler ki: Şükreden, ziyade bir nimetle bulunur. Çünkü nimeti müşahede etmektedir, Allah Taâlâ: «Şükrederseniz nimetimi ziyadeleştiririm». (İbrahim, 14/7) buyurmuştur. Sabreden Allah Taâlâ ile beraberdir. Çünkü belâyı vereni (Allah) müşahede etmektedir. Onun için Hakk Taâlâ: «Şüphesiz ki Allah sabırlılarla beraberdir»,buyurmuştur.
Derler ki: Ömer b. Abdülaziz (r.a.) in yanına bir heyet gelmişti. Heyet içinde bulunan bir genç nutuk söylemeye başladı. Hâlife Ömer: «Bu ne kibir, bu ne gurur», diyerek genci uyarmak istedi. Genç: «Ey müminlerin emiri, iş yaşa göre ise müslümanların içinde senden daha yaşlı olanlar yok mu » deyince; «Konuş bakalım», dedi. Genç dedi ki: «Biz senden bir şey isteyen ve senden korkan bir heyet değiliz. Bir şey istemiyoruz. Çünkü ihsanın lütfün ayağımıza kadar gelmiştir. Senden korkmuyoruz. Çünkü adaletin bizi korkmadan emin kılmıştır». Ömer: «Siz kimsiniz » diye sordu. Genç: ´ «Teşekkür heyetiyiz, teşekkür edip geri dönmek için geldik», diye cevap verdi.
Şu şiiri bu makamda okudular:
«Senin ihsan duygun konuşsun da —yaptığın iyilik ortada iken— benim teşekkür hissim sussun, öyle mi Bu felâket olur. İhsanına nail olduğumu göre göre bunu gizlersem kerem sahibinin nimetini çalmış olurum».
Derler ki: Allah Taâlâ Musa (a.s.) ya şöyle vahyetmişti: «İster belâda olsun, ister afiyette olsun, bütün kullarıma merhamet eyle». Hz. Musa-. «Afiyette olanlardan maksat nedir » diye sorunca, Hakk Taâlâ: «Kendilerine lütfettiğim afiyete karşı az şükredenler», buyurdu.
Hamd, kalbe (ve ruha ait nimet ve) nefesler için; şükür, organlara ve hislere ait nimetler için olur, denilmiştir.
Hamd ondan bir başlangıçtır, : şükür ise senden bir tâbi oluştur. (Hamd başlangıç itibariyle Allah´ın bahşettiği hayatî ve tabii lütuflar sebebiyle Hakk Taâlâ´ya hamd ü sena etmektir-, şükür ise verilen nimete mukabele yolu ile teşekkür etmektir) denilmiştir.
Sahih bir hadiste: «Cennete ilk davet edilecek olanlar her halükârda Allah Taâlâ´ya hamdedenlerdir», denilmiştir (60).
60. Süyûtî, I, 113.
Sûfîlerden birinin şunu anlattığı hikâye edilir: Yaptığım bir sefer esnasında, çok yaşlılığı tenkit konusu edilen ihtiyar bir adam gördüm. Hâlini sordum. Dedi ki: Gençliğimde amcamın kızına âşık olmuştum. Aynı şekilde o da beni çılgınca seviyordu. Kendisiyle evlenmek nasip oldu. Gerdeğe girdiğim gece bizi bir araya getirdiği için bu geceyi Allah Taâlâ´ya şükrederek ihya edelim, dedik. Gece sabaha kadar namaz kıldık. Birimizin diğeri ile meşgul olacak zamanı kalmamıştı. Ertesi günün gecesi için de aynı şeyi söyledik, yet-miş-seksen senedir ki her geceki halimiz budur. Sonra adam yanında bulunan eşine: Öyle değil mi hanımım diye sordu. Kocakarı: Evet, durum dedenin dediği gibidir, dedi.
19. Yakîn*
Yüce Allah: «Onlar ki sana nazil olana ve senden öncekilerine nazil olana iman ederler ve âhiret hakkında yakîn sahibidirler, işte Rabla.rmdan hidâyet üzere bulunan ve felaha eren kimseler bunlardır». (Bakara, 2/4) buyurmuştu (61).
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurdu: «Allah Taâlâ´ya gadaplandıra-rak hiç kimseyi razı etme, Aziz ve Celil olan Allah´ın verdiği nimetten dolayı kimseyi meth ü sena etme, Hakk Taâlâ´nın vermediği bir şeyden ötürü kimseyi yerme, şunu bil ki Allah´ın verdiği bir rızkı hiç bir muhterisin hırsı sana ulaştıramaz. Bu rızkın sana ulaşmasını istemiyenin irâdesi, rızkın sana gelmesine engel olamaz. Şüphe etme ki; Allah Taâlâ hak ve adalet ölçüleri ile, rahatı ve neşeyi rızâ ve yakînin içine, dert ve hüznü şüpheciliğin ve öfkenin içine yerleştirmiştir» (62).
Abdullah Antâkî diyor ki: « Yakînin en küçük bir parçası kalbe ulaşınca içini nur ile doldurur, orada bulunan şüpheleri dağıtır. Bunun için kalp şükür duygusu ve Allah Taâlâ korkusu ile dolar».
* Yakîn bahsini krş: Luma, s. 70; Ta´arruf, s. 103; Rûtu´l-kulûb, II, 570.
61. Yâkîn: Kat´î ve zarurî bilgi. Zıddı zan, şek ve şüphedir. Kulun kalbine atılan bir nurdur, kul bu nur ile Allah´tan başka her varlığın mecazî ve gölge bir mevcudiyeti olduğunu görür. Allah´tan başka hakiki bir fail ve müessir olmadığını idrâk eder.
62. îbn Asâkir.
Ebu Cafer Haddad´dan hikâye edilir: «Çölde bir su kuyusunun başında oturuyordum. üç günden beri ne bir şey yemiş, nede bir şey içmiştim. Bana: Neden durada oturuyorsun dedi. Dedim ki: Ben ilim ile yakînden hangisi bana galip gelecek de ona göre hareket edeceğim, diye bekliyordum. Eğer ilim galip gelirse su içeceğim, eğer yakin galip gelirse geçip gideceğim. Bana şöyle dedi: Sen büyük bir maneviyât adamı olacaksın». (İlim, şeriat; yakîn, tasavvuf ve hakikattir).
Ebu Osman Hirî, «Yakîn yarını pek az düşünmek (ve geleceğe ait rızık kaygusu çekmemek) tir», demiştir.
Sehl b. Abdullah, «İmanın fazlalaşmış ve hakikat haline gelmiş şekline yakîn denir», diyor.
Sûfilerden biri: Yakîn, kalbe tevdi edilen bir ilimdir, demiştir. Bu zat yakinin kesbi olmadığına, Hakk vergisi olduğuna işaret etmiştir.
Sehl şöyle der: «Yakinin başlangıcı mükâşefedir. Bunun için seleften biri (Allah ile aramda bulunan hicap ve) perde ortadan kalksa, yine yakînim artmazdı», demiştir. Mükâşefeden sonra muayene (gözle görme) ve daha sonra da müşahede gelir.
Ebu Abdullah b. Hafîf, «Yakîn, gaybın hükümleri ile ilgili sırların bir hakikat halinde gerçekleşmesi (Peygamberlerin verdiği gaybe ait bilgilerin gözle görülmesi) dir», demiştir.
Ebu Bekir b. Tahir diyor ki: «İlim şüphenin zıddıdır, (şüpheye maruzdur) yakînde şüphe bahiskonusu değildir». (Yakîn olan bir yerde şüphe olmaz ki zıdlık olsun). Bu sözle, öğrenilerek elde edilen kesbî ilim ile apaçık olan (bedihî) ilme işaret edilmiştir. Sûfilerin ilimleri başlangıçta bu şekilde kesbîdir, sonunda ise bedihîdir.
Muhammed b. Hüseyn´den sûfilerden birinin şöyle dediğini naklettiğini işitmiştim: «Makamların ilki marifettir, sonra yakin, sonra tasdik, sonra ihlas, sonra şehadet´ (ikrar) ve daha sonra da taat ve amel gelir. îman kelimesi bunların hepsini şümulüne alan bir ıstılahtır. Bu kanaatta olan sûfi bu sözü ile ilk farz olan şeyin Allah Taâlâ´yı tanımak olduğuna, marifet ve tanıma işinin ise daha önce şartları yerine getirilmeden husule gelmiyeceğine işaret etmek istemiştir. Şart olan ise önce isabetli düşüncedir, sonra deliller yekdiğerini takibeder ve arzu edilen açıklık meydana gelirse, peşpeşe gelen nurların ve açık görme işinin neticesinde insan delili düşünmeye ihtiyaç duymaz (sadece medlulü, Allah´ı düşündüğü için onun delilini düşünemez). O zaman yakin hali meydana gelir. Sonra, Peygamberin icabetine kulak verdiği zaman, Nebî´nin ilâhi fiillerle ilgili olmak üzere Allah´ın verdiği gelecekle alâkalı haber konusunda malumatlar gelir.
Takiben emirlerin ifası ile ilgili olmak üzere ihlas sözkonusudur. Sonra güzel bir şehadet ve ikrarla icabeti açıklama gelir. Daha sonra da tevhid inancı ile birlikte emredilene itaat, menedilenden uzaklaşma durumu gelir».
Kendisinden işittiğime göre İmam Ebu Bekr b. Muhammed b. Furek, şu sözü ile bu mânaya işaret etmiştir: «Dilin zikri kalpten feyz yolu ile dile gelen bir fazilettir. Kalpteki feyzin dile taşmasıdır».
Sehl b. Abdullah, «Allah Taâlâ´dan başkası ile huzur ve sükûn bulan bir kalbin yakîn rayihası koklaması haram kılınmıştır», der.
Zunnün Mısrî, «Yakin insanı kanaatkar olmaya, kanaatkar olmak ise zühde davet eder-, zühd hikmeti, hikmet de işin akıbetini düşünme faziletini doğurur», demiştir.
Muhammed b. Hüseyin, Ebu´l-Abbas Bağdadî´den, o da Zunnûn Mısri´den duyduğuna göre Zunnûn demiştir ki: «Yakinin alâmeti üçtür. Hak ile az ihtilât ve az sohbet etmek. Halk ihsanda bulununca onları methetmemek. Vermedikleri zaman yermeden sakınmak faziletini göstermek. Şu üç şey de yakînde yakîn mertebesinin alâmetidir: Her şeyde Allah Taâlâ´ya bakma ve O´nu görme, her işte O´na müracaat etme, her halükârda O´ndan yardım dileme».
Cüneyd der ki: «Yakin, değişmeyen, bozulmayan, başkalaşmayan bir ilmin kalpte karar kılmasıdır».
İbn Ata diyor ki: «Yakini elde edenler takvaya yakınlık ölçüsünde onu elde etmişlerdir. Takvanın esası menedilen hususlarla zıtlaşmaktır. Bunun esası da nefis ile zıtlaşmaktır. Şu halde insan nefsinden ayrıldığı nisbette yakîne vâsıl olur».
Sûfilerden biri, yakin mükâşefe demektir, mükâşefenin ise üç şekli vardır, (gayb âlemi ile alâkalı) haberlerle ilgili mükâşefe, ilâhi kudretin zuhuru ile ilgili mükâşefe ve imanın hakikatları ile ilgili mükâşefe, demiştir.
Malum olsun ki sûfîlerin sözlerinde geçen mükâşefe tabiri, zikri, kalbi istila eden bir şeyin şüpheye mahal kalmayacak biçimde apaçık olarak kalbe doğmasıdır. Sûfilerin mükâşefe sözü ile insanın uyku ile uyanıklık arasında gördüğü rüyaya benziyen bir hali kastettikleri de olur, fakat sûfîler bu hâle daha çok sabit adını verirler.
İmam Ebu Bekr b. Furek´in Ebu Osman Mağribî´ye şunu sorduğunu kendisinden işitmiştim: «Gördüğüm şahıslar bana şöyle şöyle dediler, diyorsun. Bunları muayene, (göz) ile mi, yoksa mükâşefe
yolu ile mi görüyorsun dedim. Mükâşefe yolu ile, diye cevap verdi».
Âmir b. Abd Kays, «Perde ortadan kalksa yakinim ziyadeleşmiyecektir», demiştir.
Yakîn, iman kuvveti ile her şeyi ayan beyan görmektir, denilmiştir.
Derler ki: Yakîn, muârız olma halinin sona ermesidir. (Rızâ hâlidir).
Cüneyd, «Yakîn, gaybı temaşa mahallinde şüphenin ortadan kalkmasıdır», der.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in, Resûlüllah (s.a.) in Hz. İsa (a.s.) hakkında söylediği, «İsa yakîn bakımından ilerleseydi benim gibi o da havada yürürdü» hadisinin izahında şöyle dediğini işitmiştim: «Resûlüllah (s.a.) bu hadisi ile miraç gecesindeki haline işaret etmiştir. Çünkü miraca ait latif hâlleri anlatırken Resûlüllah (s.a.): «Burakın geride kaldığını, benim ise yürümekte olduğumu müşahede etmiştim», demiştir.
Seri, yakın nedir diye sorana: «Fuyuzât (mevârid) göğsünde fışkırırken ve kalbin fevkalâde hallerle coşarken bu durumda bile harekete geçmenin sana faydası dokunmayacağına, başına gelmesi mukadder olan şeyi değiştirmeyeceğine kesinlikle inanarak sükûnet içinde bulunmandır», diye cevap vermiştir.
Ali b. Sehl, «Huzur yakînden üstündür. Çünkü huzur yerleşme mahallidir, yakin ise mahvolma mahallidir», demiştir. Ali b. Sehl demek ister ki-. Yakîn huzurun başlangıcıdır. Huzur ise yakînin devamıdır. Ona göre huzur olmadan yakînin hasıl olması caizdir. Yakin olmadan huzurun hasıl olması ise imkânsızdır. Bundan dolayı Nuri, yakin müşahededir, demiştir. Yani müşahede hâlinde yakin bulunduğu hususunda şüphe yoktur. Çünkü Allah´tan olana tam olarak güvenmiyen Hakk Taâlâ´yı müşahede edemez.
Ebu Bekir Varrak, «Yakin kalbin temelidir, iman yakin ile kemâle erer, Allah Taâlâ yakin ile tanınır, Allah Taâlâ´dan olan (emir, nehiy gibi) şeyler ise akıl ile idrâk edilir», der.
Cüneyd demiş ki: «öyle insanlar vardır ki yakin sayesinde su üzerinde yürümüşlerdir. Fakat susuzluktan ölen, yakîn bakımından onlardan daha üstündür». (İstikâmet kerametten üstündür).
İbrahim Havvas diyor ki: «Issız ve sessiz bir çölde giderken bir oğlana rastladım. Eritilmiş gümüş haline gelmiş gibi (yüzü pırıl pırıl parlamakta) idi. Evlât nereye dedim. Mekke´ye, dedi. Azıksız, bineksiz, harçlıksız mı dedim. Ey yakîni zaafa uğramış adam, arz ve semâyı ayakta tutmaya kadir olan zat, hiç bir şeysiz beni Mekke´ye ulaştırmağa muktedir olamaz mı zannediyorsunv dedi. mekke´ye vardığımız zaman gencin şu beyitleri okuyarak tavaf ettiğine şahit oldum: ´Ey gözüm, durmadan cömertçe yaş dök, ey nefsim dertten öl, fakat bütün ihtiyaçları karşılayan büyük Allah´tan başkasını sevme!´ Genç beni görünce dedi ki: İhtiyar, bu manzarayı da gördükten sonra yakinindeki zaafın hâlâ devam ediyor mu »
Nehrecorî demiştir ki: «Kul yakin makamının hakikatlarında kemâle ulaştı mı onun için belâ nimet, rahatlık musibet haline gelir».
Ebu Bekir Verrak demiştir ki: «Yakînin üç şekli vardır: Haberle ilgili (ilmî) yakin, delâletle ilgili (nazari) yakîn, müşahede ile ilgili (keşfi ve zevki) yakîn».
Ebu Türab Nahşebi anlatıyor: «Çölde azıksız seyahat eden bir genç gördüm ve: Bunun yanında yakîn olmasa mahvolur, diye düşündüm ve: Ey delikanlı, (kimsenin bulunmadığı) böyle bir yerde azıksız yola çıkılır mı dedim. Genç bana dedi ki: İhtiyar başını kaldır ve bana bak: Aziz ve Celil olan Allah´tan başkasını görebiliyor musun Bunun üzerine-. Delikanlı şimdi (bu yakîn ile) istediğin yere gidebilirsin, dedim».
Ebu Said Harraz der ki: «İlim seni istimal eden, yakin seni taşıyan şeydir». (İlim amele, yakîn ameli ihlasla ifaya sevkeder).
İbrahim Havvas demiştir ki: «Helal rızık temin etmek için bir maişet yolu aradım. Gittim balık avladım, bir gün ağıma bir balık düştü, balığı çıkardım, ağımı tekrar suya attım. Bunun üzerine hatiften işittiğim bir ses bana: Maişetini sağlamak için bizi zikredenlerle uğraşıp onları öldürmekten başka bir vasıta bulamadın mı dedi. Bunun üzerine ağı parçaladım ve avcılığı bıraktım».