20. Sabır
İzzet ve Celâl sahibi Allah: «Sabret, senin sabrın sadece Allah iledir» (Nahl, 16/127) buyurmuştur:
Resûlüllah (s.a.): «Sabır, (hadisenin) sarsıntı tesiri yaptığı ilk anda gösterilen tahammüldür», buyurmuştur (63).
Resûlüllah (s.a.): «Sabır ilk vuruşta (ve sadmede) olur», buyurmuştur (64).
* Sabır bahsini krş: Luma, s. 49; Ta´arruf, s. 94; Kûtu´l-kulûb, I, 324; ihya, IV, 80.
63. Buharî, Cenalz, 32; Müslim, Cenaiz, 8.
64. Aynı kaynaklar, aynı yerler.
Kulun irâdesi dahilinde olmayan şeylere gösterdiği sabır, kulun kendisi ile ilgili Allah´ın meşakkatli (hastalık, zarar v.s. gibi) hükümlerine ve bunlardan doğan” sıkıntılara göğüs gererek sabretmesidir.
Cüneyd demiştir ki: «Mümin için dünyadan âhirete gidiş hem kolaydır, hem basittir. Halkı terkederek Allah´ın katında bulunmak (yani emir ve nehiylerine riayet etmek) ise çok güçtür. Nefisten Allah Taâlâ´ya doğru gitmek daha çetin ve zor bir iştir. Fakat bundan daha zor olan Allah (ve onun emirleri) ile birlikte bulunurken gösterilen sabırdır».
Cüneyd´e, sabır nedir diye sorulunca, «Yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmedir», demiştir.
Ali b. Ebu Tâlib (r.a.), «Vücuda göre baş ne ise, imana göre sabır da odur», demiştir.
Ebu´l-Kasım b. Hakim, «Sabır hakkındaki bir âyeti tefsir ederken ´sabret´ sözü ibadeti emretmekte (sabr lillah, Allah için sabır), sabrın ancak Allah iledir´ (Nahl, 16/127) ibaresi ubudiyeti emretmektedir
(sabr bi´llah, Allah ile sabır). Bir kimse ´senin için´ derecesinden ´senin ile´ mertebesine yükselirse, o kimse ibadet (tapma) derecesinden ubudiyet (kulluk yapma) mertebesine intikal etmiş olur», demiştir.
(Sabır billah, sabır-lillah´tan üstündür. Çünkü birincisi ilâhî irâde ile, ikincisi beşerî irâde ile hasıl olur). Onun için Resûlüllah (s.a.): «Seninle yaşar, seninle ölürüm ya Rab!» buyurmuştur (65).
Ahmed b. Ebu´l-Havarî diyor ki: «Ebu Süleyman´a sabırdan sordum, dedi ki: Vallahi (yeme, içme gibi) sevdiğimiz şeylere sabredemiyoruz, sevmediğimiz (belâ, musibet gibi şeylere Allah´ın yardımı olmasa) nasıl sabredebiliriz».
Zunnûn, «Sabır (Allah´ın emirlerine) muhalif olan davranışlardan uzaklaşmak, musibetin elemlerini yudum yudum içerken sükûneti muhafaza etmek ve maişet alanını fakirlik istilâ ettiği zaman zengin görünmektir», der.
İbn Atâ, «Sabır, musibetler içinde iken en güzel şekilde edebe riayet edebilmendir der
65. Buharî, Tevhld, 13; Müslim, Zikr, 59; Ebu Davud, Edeb, 101; İbn Mâce, Dua, 14.
Sabır, afiyetle geçim yapıldığı ölçüde güzel bir şekilde musibetle geçinmektir, denilmiştir.
Ebu Osman şöyle der: «İbadete verilecek olan mükâfatın en güzeli sabra verilen mükâfat olacak ve onun üstünde bir mükâfat bulunmayacaktır. Zira Aziz ve Celil olan Allah: ´Sabredenleri, amellerinin en güzeline verdiğimiz ecir ile mükâfatlandıracağız´ (Nahl, 16/96) buyurmuştur».
Amr b. Osman demiş ki: «Sabır, Allah Taâlâ ve Takaddes Hazretleri ile sebat etmek O´nun emirlerini yerine getirirken sebatlı olmak), O´ndan gelen musibetleri sükûnet içinde ve gönül hoşluğu ile karşılamaktır».
Havvas, «Sabır, Kitap ve sünnetin ahkâmı karşısında gösterilen sebattır», demiştir.
Yahya b. Muaz, «Âşıkların sabrı zâhidlerin sabrından daha çetindir. Ah ah, acaba âşıklar (hicrana) nasıl sabrediyorlar!» der.
Bu mânada şu şiir okunur:
«Sabır her yerde ve her zaman güzel bir şeydir. Ancak sana karşı (ve hicranın için) gösterilen sabır böyle değildir, bu sabır hiç methedilmez».
Rüveym, «Sabır, şikâyeti ve sızlanmayı terketmektir», demiştir.
Zunnûn, «Sabır Allah Taâlâ´dan yardım istemektir», der.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in, «Sabır ismi gibidir» (Sabır, ilâç olarak kullanılan tadı acı bir ağacın adıdır), dediğini işitmiştim.
Şu şiiri bana Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî okudu, ona Ebu Bekir Razî, ona da îbn Atâ okumuş. İbn Atâ nefsi için şu beyti okurmuş:
«Ya Rab! Razı olasın diye sabredeceğim ve hasret duyguları içinde mahvolacağım, sabrım beni mahvetse de seni razı etmen bana kâfidir».
Ebu Abdullah b. Hafif der ki: «Sabredenler üç nevidir: Mutad sabır (sabretmek için sıkıntı çeken), sabır (normal olarak sabreden), sabbâr (ve sabûr) çok fazla sabreden (sabrı tabiat haline getiren)».
Hz. Ali, «Sabr, sürçme bilmiyen bir binektir», demiştir.
Ebu Muhammed Cerîri demiş: «Sabır, kalp sükûn içinde bulunduğu halde nimetle mihnet arasında fark görmemektir. Tasabbur, (sıkıntı çekerek sabretmek), içinde mihnet yükünün ağırlığını hissetmekle beraber sakin bir şekilde musibetlerle birlikte bulunmaktır». . –
Sûfilerden biri şu şiiri okurmuş:
«Ya Rab, aşkına sabrettim, fakat gösterdiğim sabırdan Sana ait aşkın bile haberi olmadı. Bende olan Sana ait aşkı, sabır mahalli olan gönülden bile gizledim. Kalbim aşkımı gizlice göz yaşıma şikâyet eder de farkına varmadan göz yaşlarım akar ve sırrımı ifşa eder, diye endişelendim».
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a. )ın şöyle dediğini işitmiştim: «Sabırlılar dünya ve âhiret izzetine konarak necata erdiler. Çünkü onlar Allah´tan ´O´nunla olma´ şerefine nail olmuşlardır. Allah Taâlâ bunun için: ´Şüphe yok ki, Allah sabırlılarla beraberdir 52/4), buyurmuştur».
Allah Taâlâ´nın: «Ey iman edenler sabredin, musâbere edin, murâbata edin» (Âlu Imran, 3/100) âyetinin tefsirinde, tahammülün en yüksek şekli murâbetedir, onun aşağısında musâbere, onun aşağısında da sabır hâli vardır; denilmiştir. Ve yine denilmiştir ki: Nefsinde Allah Taâlâ´nın ibadet ve taatına sabredin, Allah yolunda uğradığınız musibetlere kalplerinizle musâbere edin, Allah´a karşı duyduğunuz şevke sırrınızla murâbata edin ve yine denilmiştir ki: Allah´da sabredin, Allah ile musâbere edin, Allah´la beraber murâbata edin.
18. Şükür*
Aziz ve Celil olan Allah: «Eğer şükrederseniz nimetimi ziyadeleştiririm». (İbrahim, 14/7) buyurmuştur.
Ata anlatıyor: «Ubeyd b. Umeyr ile Aişe (ra.) ye gitmiştim. Bize Resûlüllah (s.a.) da gördüğün en ilgi çekici şeyin ne olduğunu anlatır mısın dedim. Hz. Aişe ağladı ve dedi ki: Onun hangi hali ilgi
Şükür bahsini krş: Ta´arntf, s. 100; Kûtu´l-kulûb, I, 413; İhya, IV, 78.
çekici değil ki. Bir gece yatıyorduk. Bana ya Aişe izin verir misin kalkayım ve Rabbime ibadet edeyim, demişti. Şüphesiz ki bana yakın olmanı arzu ederim, dedim ve kendisine müsaade ettim. Yataktan kalktı, su kırbasının yanına gitti. Abdest aldı, abdest organlarını bolca su ile yıkadı, sonra kalktı namaz kılmaya başladı. Biraz sonra ağlamaya başladı. O kadar ki, gözünden dökülen damlalar göğsünü ıslatmıştı. Sonra rukûa vardı, rükû halinde de ağlamaya devam etti. Sonra başını kaldırdı, fakat yine ağladı. Sonra ağlaya ağlaya secde etti. Secdeden başını kaldırdı ve ağlamaya devam etti. Bilal sabah namazını okumak için gelene kadar ağladı durdu. Dedim ki: Ya Resûlallah! Seni bu kadar ağlatan şey nedir Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmedi mi Şöyle buyurdu: ´Allah´a çok şükreden kul olmayayım mı Allah bana: ´Şüphesiz ki yerlerin ve göklerin yaratılışında nice ibretler vardır…´ (İbrahim, 4/7) âyetini indirmiş iken nasıl olur da ben böyle yapmam…» Üstad Kuşeyri der ki: Tahkik ehli olanlara göre şükrün mânası ihsanda bulunanın nimetini ona boyun eğerek itiraf etmektir. Bu görüşe göre Hakk Taâlâ´ya hakikat yolu ile değil de mecaz yolu ile Şekûr (çok şükreden) sıfatı verilir ve bu «Allah kullarının şükrüne sevap verir», mânasını ifade eder. Buna göre şükrün karşılığı şükür adını alır. Nitekim, Allah Taâlâ: «Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür». (Şûra, 42/40) buyurmuştur. (Kötülüğün Allah tarafından verilen karşılığı ve cezası kötülük adını aldığı gibi, şükre Allah tarafından verilen karşılığa ve mükâfata da şükür adı verilir).
Derler ki: Allah Taâlâ´nın şükründen maksat, az amele çok sevap vermesidir. Şükür sözü, Arapların-. Verilen ota nazaran semizliğini fazla gösteren hayvana «şekûr hayvan» adını vermelerinden gelmektedir. Şöyle demek de mümkündür: Şükrün hakikati, ihsanda bulunanı, ihsanını zikrederek methetmektir. Şu halde kulun Allah Taâlâ´ya şükretmesi, ihsanını anarak O´nu meth ü sena etmesi; Hakk Taâlâ´nın kuluna şükretmesi ise ihsanını zikredip nankörlük etmediği için onu övmesi mânasına gelir.
Kulun ihsanı Allah Taâlâ´ya taatta bulunması, Hakk´ın ihsanı şükre muvaffak kılmak için kuluna lütufta bulunması, demektir.
Hakiki mânada kulun şükrü, Allah´ın nimetini dili ile ikrar ve kalbi ile tasdik etmesi demektir. Şükür üç kısımdır: Dilin şükrü, amelin şükrü ve kalbin şükrü.
Şükür denilir, bununla âlimlerin sözden ibaret olan lisanı şükürleri anlaşılır. Şükür denilir, bununla âbidlerin fiil nevinden olan vasıfları anlaşılır. Şükür denilir, bununla ariflerin bütün hallerinde Allah için istikâmet üzere bulunmaları anlaşılır.
Ebu Bekr Varrak der ki: «Nimetin şükrü iyiliği görmek, kıymetini bilmek ve ona karşı saygılı olmak suretiyle olur».
Hamdun Kassar, «Nimete şükür, nefsini nimette tufeyli (asalak) görmek suretiyle olur», demiştir.
Cüneyd der ki, «(Genellikle halkın) şükrü (sıhhatli değil), illetli olur, çünkü şükreden, kendisine verilen nimetin ziyadeleşmesini istemekte ve nefsinin hazzı ile Allah Taâlâ ile beraber bulunmaktadır» (Yani nefsini bırakarak değil, nefsi ile Allah´ın huzuruna çıkmaktadır) .
Ebu Osman, «Şükür, şükürden âciz kalındığını idrâk etmektir», demiştir.
Derler ki: Şükre şükür, şükürden daha mükemmeldir. Şükre şükür, şükrün Allah´ın muvaffak kılmasıyle olduğunu görmektir. Allah´ın muvaffak kılması senin üzerindeki nimetlerin en büyüğüdür. Bu sebeple Allah´a şükrettiğin için şükür, sonra şükrün şükrüne şükür —ki bu sonsuza kadar gider— etmen icabeder.
Derler ki: Şükür, kendini hakir görerek nimeti onu sana yöneltene izafe etmendir.
Cüneyd demiştir ki: «Şükür, kendini nimete ehil ve lâyık görmemendir».
Ruveym, «Şükür, şükretmek için bütün gücü sarf etmendir», demiştir.
Derler ki: Şâkir (şükreden) ihsana şükredene denir, şekûr (çok şükreden) ise verilmiyene de şükreden, demektir.
Şâkir faydası dokunana şükreder, şekûr (reddedildiği zaman) verilmeyene de şükredendir, denilmiştir.
Şâkir ihsana şükreder, şekûr belâya da şükreder, denilmiştir.
Şâkir bol bol ihsan edildiği zaman şükreder, şekûr ihsan gecikince de şükreder, denilmiştir.
Cüneyd anlatıyor: «Bir kere yedi yaşımda iken Seri´nin yanında idim.
benim için dua etmesini istedim Bunun üzerine Serî: Allah´tan (güzel ve tesirli konuşan) bir dilin sana nasip olması yakındır, dedi. Cüneyd (r.a.) diyor ki: Seri´nin bu sözü üzerine durmadan ağladım». (Güzel konuşan bir dilden başka Allah´tan nasibim olmaz, diye endişelendim) .
Şiblî, «Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir», demiştir.
Şükür, elde mevcut olanı bağlamak; mevcut olmayanı avlamaktır. (Şükür, mevcut nimetin korunmasını ve artmasını sağlar) denilmiştir.
Ebu Osman, «Avam, yenecek ve giyilecek nevinden nimetlere şükreder. Havas, kalplerine gelen feyze (ve varidata) şükreder», demiştir.
Davud (a.s.) un şöyle dua ettiği nakledilir: «İlâhi, sana nasıl şükredeyim ki, şükretmek de senin bir nimetindir». Allah´tan vahiy geldi: «İşte şimdi şükrettin!»
Musa (a.s.) nın münacaatında şöyle dediği hikâye edilir: «İlâhi! Âdem´i elinle yarattın, ona şunu şunu ihsan ettin, Sana nasıl şükretti » Allah, «Bu nimetleri benden bildi, bana şükredişi, bunu böyle bilmesi olmuştur», buyurdu.
Derler ki: Birinin dostu padişah tarafından hapsedildi. Hapsedilen adam dostuna durumu bildirdi, dostu ona gönderdiği mektupta: Allah Taâlâ´ya şükret, diye yazdı. Hapsedilen adam dövülmeye başlanınca durumu tekrar dostuna bildirdi. Dostu ona: Allah Taâlâ´ya şükret, diye yazılı tavsiyede bulundu. Derken zincire vurulmuş ve ishal olmuş bir Mecusî hapse getirildi. Mecusîyi bağlayan zincirin bir halkası bu adamın ayağına bağlandı. Mecusî gece sık sık helaya gitmek zorunda kalıyor, bu adam da onunla birlikte gitmeye ve Mecusî işini bitirene kadar baş ucunda beklemeye mecbur oluyordu. Adam durumu sûfi dostuna bildirdi. Dostu yine Allah Taâlâ´ya şükretmelisin diye yazdı. Sabrı taşan adam: Bu ne zamana kadar sürecek, bundan büyük belâ olur mu diye sûfî dostuna haber gönderdi (ve bu işin çaresini araştırmasını rica etti). Dostu ona: Mecusînin ayağına vurulan zincir senin ayağına vurulsa, onun beline kuşatılan zünnar senin beline sarılsa, o zaman ne yapardın diye yazdı (Allah beterinden saklasın, diye düşünerek musibetlere şükretmek lazımdır. Aksi halde musibet artar, beterin de beteri vardır).
Gözlerin şükrü, arkadaşında gördüğün kusuru örtbas etmek, kulakların şükrü, arkadaşın hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretinde olur, denilmiştir.
Şükür, kulun hakketmediği nimete karşılık Allah´ı medh u sena etmesinden zevk almasıdır, denilmiştir.
Cüneyd diyor ki: «Serî bana (bir şey öğretmek suretiyle) faydalı olmak istediği zaman sual sorardı. Bir gün bana dedi ki: Ey Cüneyd, şükür ne demektir Dedim ki, nimetini destek yaparak Allah Taâlâ´ya âsi olmamaktır » «Bu hikmet sana nereden geliyor», dedi. «Senin meclislerinde bulunmaktan», dedim.
Derler ki: Hasan b. Ali, Kabe´nin örtüsünün bir kenarına sarılarak, «İlâhi bana nimet verdin, fakat beni şükreden bir kul olarak bulmadın. Bana belâ verdin, fakat sabreden bir kul olarak bulmadın. Buna rağmen ne şükretmediğim için nimeti geri aldın, ne de sabretmediğim için belânın şiddetini devam ettirdin! İlâhi kerim olandan, keremden başka ne beklenir», diye niyazda bulundu.
Elin, halkın iyiliğine karşılık vermekten kısa kalıyorsa, dilin teşekkür ile uzun olsun (fakir ve âciz olduğun için iyiliğe mukabele edemiyorsan, bari bol bol teşekkür et) denilmiştir.
Derler ki şu dört sınıf insanın amelinin meyvası yoktur: Sağıra fısıldama, şükretmeyene ihsanda bulunma, çorak yere tohum atma, güneşte çıra yakma.
Naklederler ki: îdris (a.s.) e affedildiği müjdesi verilince uzun ömür istedi, sebebi sorulunca,. «O´nâ şükredeyim, diye», dedi. «Çünkü daha evvel mağfirete mazhar olayım, diye amel ediyordum». Bunun üzerine bir melek kanatlarını İdris (a.s.) in üzerine yaydı ve onu semâya kaldırdı.
Naklederler ki: Peygamberlerden (a.s.) bir Nebi, içinden bol su fışkıran küçük bir taş gördü ve buna hayret etti. Allah tarafından konuşturulan taş ona: Allah Taâlâ´nın «Bir ateş, (bir Cehennem) ki yakacağı insanlarla taşlardır». (Tahrim, 66/6) kavlini işittiğimden beri korkudan ağlıyorum, dedi. Peygamber: Allahım! Bu taşı Cehennemden kurtar, diye dua etti. Allah Taâlâ´dan: Onu Cehennemde yanmaktan kurtardım, diye vahiy geldi. Peygamber yoluna devam etti. Dönüşte taştan eskisi gibi su fışkırdığını görünce şaştı. Allah Taâlâ taşı konuşturdu. Peygamber, Allah seni affettiği halde hâlâ ağlıyorsun diye sordu. Taş bu şükürden ileri gelen bir ağlama idi. Bu şükür ve neşeden doğan bir ağlama diye cevap verdi.
Derler ki: Şükreden, ziyade bir nimetle bulunur. Çünkü nimeti müşahede etmektedir, Allah Taâlâ: «Şükrederseniz nimetimi ziyadeleştiririm». (İbrahim, 14/7) buyurmuştur. Sabreden Allah Taâlâ ile beraberdir. Çünkü belâyı vereni (Allah) müşahede etmektedir. Onun için Hakk Taâlâ: «Şüphesiz ki Allah sabırlılarla beraberdir»,buyurmuştur.
Derler ki: Ömer b. Abdülaziz (r.a.) in yanına bir heyet gelmişti. Heyet içinde bulunan bir genç nutuk söylemeye başladı. Hâlife Ömer: «Bu ne kibir, bu ne gurur», diyerek genci uyarmak istedi. Genç: «Ey müminlerin emiri, iş yaşa göre ise müslümanların içinde senden daha yaşlı olanlar yok mu » deyince; «Konuş bakalım», dedi. Genç dedi ki: «Biz senden bir şey isteyen ve senden korkan bir heyet değiliz. Bir şey istemiyoruz. Çünkü ihsanın lütfün ayağımıza kadar gelmiştir. Senden korkmuyoruz. Çünkü adaletin bizi korkmadan emin kılmıştır». Ömer: «Siz kimsiniz » diye sordu. Genç: ´ «Teşekkür heyetiyiz, teşekkür edip geri dönmek için geldik», diye cevap verdi.
Şu şiiri bu makamda okudular:
«Senin ihsan duygun konuşsun da —yaptığın iyilik ortada iken— benim teşekkür hissim sussun, öyle mi Bu felâket olur. İhsanına nail olduğumu göre göre bunu gizlersem kerem sahibinin nimetini çalmış olurum».
Derler ki: Allah Taâlâ Musa (a.s.) ya şöyle vahyetmişti: «İster belâda olsun, ister afiyette olsun, bütün kullarıma merhamet eyle». Hz. Musa-. «Afiyette olanlardan maksat nedir » diye sorunca, Hakk Taâlâ: «Kendilerine lütfettiğim afiyete karşı az şükredenler», buyurdu.
Hamd, kalbe (ve ruha ait nimet ve) nefesler için; şükür, organlara ve hislere ait nimetler için olur, denilmiştir.
Hamd ondan bir başlangıçtır, : şükür ise senden bir tâbi oluştur. (Hamd başlangıç itibariyle Allah´ın bahşettiği hayatî ve tabii lütuflar sebebiyle Hakk Taâlâ´ya hamd ü sena etmektir-, şükür ise verilen nimete mukabele yolu ile teşekkür etmektir) denilmiştir.
Sahih bir hadiste: «Cennete ilk davet edilecek olanlar her halükârda Allah Taâlâ´ya hamdedenlerdir», denilmiştir (60).
60. Süyûtî, I, 113.
Sûfîlerden birinin şunu anlattığı hikâye edilir: Yaptığım bir sefer esnasında, çok yaşlılığı tenkit konusu edilen ihtiyar bir adam gördüm. Hâlini sordum. Dedi ki: Gençliğimde amcamın kızına âşık olmuştum. Aynı şekilde o da beni çılgınca seviyordu. Kendisiyle evlenmek nasip oldu. Gerdeğe girdiğim gece bizi bir araya getirdiği için bu geceyi Allah Taâlâ´ya şükrederek ihya edelim, dedik. Gece sabaha kadar namaz kıldık. Birimizin diğeri ile meşgul olacak zamanı kalmamıştı. Ertesi günün gecesi için de aynı şeyi söyledik, yetmiş-seksen senedir ki her geceki halimiz budur. Sonra adam yanında bulunan eşine: Öyle değil mi hanımım diye sordu. Kocakarı: Evet, durum dedenin dediği gibidir, dedi.
19. Yakîn*
Yüce Allah: «Onlar ki sana nazil olana ve senden öncekilerine nazil olana iman ederler ve âhiret hakkında yakîn sahibidirler, işte Rabla.rmdan hidâyet üzere bulunan ve felaha eren kimseler bunlardır». (Bakara, 2/4) buyurmuştu (61).
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurdu: «Allah Taâlâ´ya gadaplandıra-rak hiç kimseyi razı etme, Aziz ve Celil olan Allah´ın verdiği nimetten dolayı kimseyi meth ü sena etme, Hakk Taâlâ´nın vermediği bir şeyden ötürü kimseyi yerme, şunu bil ki Allah´ın verdiği bir rızkı hiç bir muhterisin hırsı sana ulaştıramaz. Bu rızkın sana ulaşmasını istemiyenin irâdesi, rızkın sana gelmesine engel olamaz. Şüphe etme ki; Allah Taâlâ hak ve adalet ölçüleri ile, rahatı ve neşeyi rızâ ve yakînin içine, dert ve hüznü şüpheciliğin ve öfkenin içine yerleştirmiştir» (62).
Abdullah Antâkî diyor ki: « Yakînin en küçük bir parçası kalbe ulaşınca içini nur ile doldurur, orada bulunan şüpheleri dağıtır. Bunun için kalp şükür duygusu ve Allah Taâlâ korkusu ile dolar».
* Yakîn bahsini krş: Luma, s. 70; Ta´arruf, s. 103; Rûtu´l-kulûb, II, 570.
61. Yâkîn: Kat´î ve zarurî bilgi. Zıddı zan, şek ve şüphedir. Kulun kalbine atılan bir nurdur, kul bu nur ile Allah´tan başka her varlığın mecazî ve gölge bir mevcudiyeti olduğunu görür. Allah´tan başka hakiki bir fail ve müessir olmadığını idrâk eder.
62. îbn Asâkir.
Ebu Cafer Haddad´dan hikâye edilir: «Çölde bir su kuyusunun başında oturuyordum. üç günden beri ne bir şey yemiş, nede bir şey içmiştim. Bana: Neden durada oturuyorsun dedi. Dedim ki: Ben ilim ile yakînden hangisi bana galip gelecek de ona göre hareket edeceğim, diye bekliyordum. Eğer ilim galip gelirse su içeceğim, eğer yakin galip gelirse geçip gideceğim. Bana şöyle dedi: Sen büyük bir maneviyât adamı olacaksın». (İlim, şeriat; yakîn, tasavvuf ve hakikattir).
Ebu Osman Hirî, «Yakîn yarını pek az düşünmek (ve geleceğe ait rızık kaygusu çekmemek) tir», demiştir.
Sehl b. Abdullah, «İmanın fazlalaşmış ve hakikat haline gelmiş şekline yakîn denir», diyor.
Sûfilerden biri: Yakîn, kalbe tevdi edilen bir ilimdir, demiştir. Bu zat yakinin kesbi olmadığına, Hakk vergisi olduğuna işaret etmiştir.
Sehl şöyle der: «Yakinin başlangıcı mükâşefedir. Bunun için seleften biri (Allah ile aramda bulunan hicap ve) perde ortadan kalksa, yine yakînim artmazdı», demiştir. Mükâşefeden sonra muayene (gözle görme) ve daha sonra da müşahede gelir.
Ebu Abdullah b. Hafîf, «Yakîn, gaybın hükümleri ile ilgili sırların bir hakikat halinde gerçekleşmesi (Peygamberlerin verdiği gaybe ait bilgilerin gözle görülmesi) dir», demiştir.
Ebu Bekir b. Tahir diyor ki: «İlim şüphenin zıddıdır, (şüpheye maruzdur) yakînde şüphe bahiskonusu değildir». (Yakîn olan bir yerde şüphe olmaz ki zıdlık olsun). Bu sözle, öğrenilerek elde edilen kesbî ilim ile apaçık olan (bedihî) ilme işaret edilmiştir. Sûfilerin ilimleri başlangıçta bu şekilde kesbîdir, sonunda ise bedihîdir.
Muhammed b. Hüseyn´den sûfilerden birinin şöyle dediğini naklettiğini işitmiştim: «Makamların ilki marifettir, sonra yakin, sonra tasdik, sonra ihlas, sonra şehadet´ (ikrar) ve daha sonra da taat ve amel gelir. îman kelimesi bunların hepsini şümulüne alan bir ıstılahtır. Bu kanaatta olan sûfi bu sözü ile ilk farz olan şeyin Allah Taâlâ´yı tanımak olduğuna, marifet ve tanıma işinin ise daha önce şartları yerine getirilmeden husule gelmiyeceğine işaret etmek istemiştir. Şart olan ise önce isabetli düşüncedir, sonra deliller yekdiğerini takibeder ve arzu edilen açıklık meydana gelirse, peşpeşe gelen nurların ve açık görme işinin neticesinde insan delili düşünmeye ihtiyaç duymaz (sadece medlulü, Allah´ı düşündüğü için onun delilini düşünemez). O zaman yakin hali meydana gelir. Sonra, Peygamberin icabetine kulak verdiği zaman, Nebî´nin ilâhi fiillerle ilgili olmak üzere Allah´ın verdiği gelecekle alâkalı haber konusunda malumatlar gelir.Takiben emirlerin ifası ile ilgili olmak üzere ihlas sözkonusudur. Sonra güzel bir şehadet ve ikrarla icabeti açıklama gelir. Daha sonra da tevhid inancı ile birlikte emredilene itaat, menedilenden uzaklaşma durumu gelir».
Kendisinden işittiğime göre İmam Ebu Bekr b. Muhammed b. Furek, şu sözü ile bu mânaya işaret etmiştir: «Dilin zikri kalpten feyz yolu ile dile gelen bir fazilettir. Kalpteki feyzin dile taşmasıdır».
Sehl b. Abdullah, «Allah Taâlâ´dan başkası ile huzur ve sükûn bulan bir kalbin yakîn rayihası koklaması haram kılınmıştır», der.
Zunnün Mısrî, «Yakin insanı kanaatkar olmaya, kanaatkar olmak ise zühde davet eder-, zühd hikmeti, hikmet de işin akıbetini düşünme faziletini doğurur», demiştir.
Muhammed b. Hüseyin, Ebu´l-Abbas Bağdadî´den, o da Zunnûn Mısri´den duyduğuna göre Zunnûn demiştir ki: «Yakinin alâmeti üçtür. Hak ile az ihtilât ve az sohbet etmek. Halk ihsanda bulununca onları methetmemek. Vermedikleri zaman yermeden sakınmak faziletini göstermek. Şu üç şey de yakînde yakîn mertebesinin alâmetidir: Her şeyde Allah Taâlâ´ya bakma ve O´nu görme, her işte O´na müracaat etme, her halükârda O´ndan yardım dileme».
Cüneyd der ki: «Yakin, değişmeyen, bozulmayan, başkalaşmayan bir ilmin kalpte karar kılmasıdır».
İbn Ata diyor ki: «Yakini elde edenler takvaya yakınlık ölçüsünde onu elde etmişlerdir. Takvanın esası menedilen hususlarla zıtlaşmaktır. Bunun esası da nefis ile zıtlaşmaktır. Şu halde insan nefsinden ayrıldığı nisbette yakîne vâsıl olur».
Sûfilerden biri, yakin mükâşefe demektir, mükâşefenin ise üç şekli vardır, (gayb âlemi ile alâkalı) haberlerle ilgili mükâşefe, ilâhi kudretin zuhuru ile ilgili mükâşefe ve imanın hakikatları ile ilgili mükâşefe, demiştir.
Malum olsun ki sûfîlerin sözlerinde geçen mükâşefe tabiri, zikri, kalbi istila eden bir şeyin şüpheye mahal kalmayacak biçimde apaçık olarak kalbe doğmasıdır. Sûfilerin mükâşefe sözü ile insanın uyku ile uyanıklık arasında gördüğü rüyaya benziyen bir hali kastettikleri de olur, fakat sûfîler bu hâle daha çok sabit adını verirler.
İmam Ebu Bekr b. Furek´in Ebu Osman Mağribî´ye şunu sorduğunu kendisinden işitmiştim: «Gördüğüm şahıslar bana şöyle şöyle dediler, diyorsun. Bunları muayene, (göz) ile mi, yoksa mükâşefe
yolu ile mi görüyorsun dedim. Mükâşefe yolu ile, diye cevap verdi».
Âmir b. Abd Kays, «Perde ortadan kalksa yakinim ziyadeleşmiyecektir», demiştir.
Yakîn, iman kuvveti ile her şeyi ayan beyan görmektir, denilmiştir.
Derler ki: Yakîn, muârız olma halinin sona ermesidir. (Rızâ hâlidir).
Cüneyd, «Yakîn, gaybı temaşa mahallinde şüphenin ortadan kalkmasıdır», der.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in, Resûlüllah (s.a.) in Hz. İsa (a.s.) hakkında söylediği, «İsa yakîn bakımından ilerleseydi benim gibi o da havada yürürdü» hadisinin izahında şöyle dediğini işitmiştim: «Resûlüllah (s.a.) bu hadisi ile miraç gecesindeki haline işaret etmiştir. Çünkü miraca ait latif hâlleri anlatırken Resûlüllah (s.a.): «Burakın geride kaldığını, benim ise yürümekte olduğumu müşahede etmiştim», demiştir.
Seri, yakın nedir diye sorana: «Fuyuzât (mevârid) göğsünde fışkırırken ve kalbin fevkalâde hallerle coşarken bu durumda bile harekete geçmenin sana faydası dokunmayacağına, başına gelmesi mukadder olan şeyi değiştirmeyeceğine kesinlikle inanarak sükûnet içinde bulunmandır», diye cevap vermiştir.
Ali b. Sehl, «Huzur yakînden üstündür. Çünkü huzur yerleşme mahallidir, yakin ise mahvolma mahallidir», demiştir. Ali b. Sehl demek ister ki-. Yakîn huzurun başlangıcıdır. Huzur ise yakînin devamıdır. Ona göre huzur olmadan yakînin hasıl olması caizdir. Yakin olmadan huzurun hasıl olması ise imkânsızdır. Bundan dolayı Nuri, yakin müşahededir, demiştir. Yani müşahede hâlinde yakin bulunduğu hususunda şüphe yoktur. Çünkü Allah´tan olana tam olarak güvenmiyen Hakk Taâlâ´yı müşahede edemez.
Ebu Bekir Varrak, «Yakin kalbin temelidir, iman yakin ile kemâle erer, Allah Taâlâ yakin ile tanınır, Allah Taâlâ´dan olan (emir, nehiy gibi) şeyler ise akıl ile idrâk edilir», der.
Cüneyd demiş ki: «öyle insanlar vardır ki yakin sayesinde su üzerinde yürümüşlerdir. Fakat susuzluktan ölen, yakîn bakımından onlardan daha üstündür». (İstikâmet kerametten üstündür).
İbrahim Havvas diyor ki: «Issız ve sessiz bir çölde giderken bir oğlana rastladım. Eritilmiş gümüş haline gelmiş gibi (yüzü pırıl pırıl parlamakta) idi. Evlât nereye dedim. Mekke´ye, dedi. Azıksız, bineksiz, harçlıksız mı dedim. Ey yakîni zaafa uğramış adam, arz ve semâyı ayakta tutmaya kadir olan zat, hiç bir şeysiz beni Mekke´ye ulaştırmağa muktedir olamaz mı zannediyorsunv dedi. mekke´ye vardığımız zaman gencin şu beyitleri okuyarak tavaf ettiğine şahit oldum: ´Ey gözüm, durmadan cömertçe yaş dök, ey nefsim dertten öl, fakat bütün ihtiyaçları karşılayan büyük Allah´tan başkasını sevme!´ Genç beni görünce dedi ki: İhtiyar, bu manzarayı da gördükten sonra yakinindeki zaafın hâlâ devam ediyor mu »
Nehrecorî demiştir ki: «Kul yakin makamının hakikatlarında kemâle ulaştı mı onun için belâ nimet, rahatlık musibet haline gelir».
Ebu Bekir Verrak demiştir ki: «Yakînin üç şekli vardır: Haberle ilgili (ilmî) yakin, delâletle ilgili (nazari) yakîn, müşahede ile ilgili (keşfi ve zevki) yakîn».
Ebu Türab Nahşebi anlatıyor: «Çölde azıksız seyahat eden bir genç gördüm ve: Bunun yanında yakîn olmasa mahvolur, diye düşündüm ve: Ey delikanlı, (kimsenin bulunmadığı) böyle bir yerde azıksız yola çıkılır mı dedim. Genç bana dedi ki: İhtiyar başını kaldır ve bana bak: Aziz ve Celil olan Allah´tan başkasını görebiliyor musun Bunun üzerine-. Delikanlı şimdi (bu yakîn ile) istediğin yere gidebilirsin, dedim».
Ebu Said Harraz der ki: «İlim seni istimal eden, yakin seni taşıyan şeydir». (İlim amele, yakîn ameli ihlasla ifaya sevkeder).
İbrahim Havvas demiştir ki: «Helal rızık temin etmek için bir maişet yolu aradım. Gittim balık avladım, bir gün ağıma bir balık düştü, balığı çıkardım, ağımı tekrar suya attım. Bunun üzerine hatiften işittiğim bir ses bana: Maişetini sağlamak için bizi zikredenlerle uğraşıp onları öldürmekten başka bir vasıta bulamadın mı dedi. Bunun, üzerine ağı parçaladım ve avcılığı bıraktım».
66. Sabr-fillah: Kötü huyları iyi vasıflar haline getirmek ve taatta bulunmak. Sabr-lillah: Yukardaki hususları beşerî irâde ve kudretle değil, ilâhî irâde ve kuvvetle gerçekleştirme telâkkisinde olmak. Sabr-maallah: Allah´tan gelen varidata ve feyze tahammül. Sabr-anillah: Allah´a yaklaştıktan sonra kulun ondan uzaklaşmasına sabretmesidir.
Allah için sabır meşakkattir, Allah ile sabır (sabr bi´llah) O´ndan bir yardımdır (bekadır). Allah´da sabır, belâdır, Allah ile sabır (sabr maa´llah) vefadır, Allah´dan (uzak kalmada) sabır cefâdır.
Bu makamda okunan şiir:
«Her şeyde sabır güzel bir şey iken senden (uzak kalmadaki) sabır kötü bir şeydir».
Şu şiir de bu makamda okunur:
«Sol koluma nazaran sağ kolum haline gelen bir kimseden (uzak kalmaya) nasıl sabredebilirim. Adamlar her şeyle oynarken görüyorum ki, aşk adamlarla oynamakta…» (Erkek her şeyi oynatır ama aşk da onu oynatır).
Derler ki: Arayış halinde sabır zafer işareti, sıkıntı zamanında sabır kurtuluş işaretidir.
Mansur b. Halef Mağribî (r.a.) nin şunu anlattığını işitmiştim: «Adamın birini kırbaçlamak için soydular, dövüldükten sonra hapse götürülen adam tanıdıklarından birini yanına çağırdı, avuç açtırdı, eline tükürdü, tükrükle birlikte adamın ağzından gümüş kırıkları döküldü. Adama bunun sebebi sorulunca dedi ki: Ağzımda iki dirhem vardı. Kırbaçlanırken içinde bulunduğum odanın kenarındaki bir delikten biri beni gözetliyordu. O beni gördüğü için ağzımı açıp bağırmak istemedim. Sabrettim, dirhemleri ağzımda dişlerimle sıkıştırdım, böylece dirhemler ağzımda parçalandı». (Allah´ın kendisini görmekte olduğuna inanan bir kimsenin ne kadar sabırlı ve tahammüllü olması icabettiğini buna kıyas etmeli).
Derler ki: İçinde bulunduğun hâl senin için kaledir, Allah Taâlâ´dan başkaları senin düşmanındır. (Bunlara ilgi gösterme) şu halde kaleye benziyen hâlini güzelce murâbata eyle, yani sabırla müdafaa et.
Derler ki: Musâbara, sabır üstüne sabırdır. Böylece sabır sabra gark olur da sabır sabırdan âciz kalır. (Kul Mevlâsına hizmet için olanca gücünü harcayarak sabreder, fakat yine de sabrı Rabbına lâyık görmez). Nitekim şâir demiştir ki:
«Sabır o kadar sabır gösterdi ki, sabır sabırdan imdat istedi ve âşık: Ey sabır sabret, diye feryad etti». (Sabrın da sabrı vardır).
Bir gün Şibli kapının önünde bazı adamlar gördü. siz kimsiniz diye sordu. seni çok seven kimseleriz dediler. bunun üzerine Şiblî onları taşlamaya başladı. onlar Kaçtılar, şibli şöyle diyordu: «Yalancılar! Gerçekten bana dost olsaydınız, musibetime sabrederdiniz».
Eski kitapların birinde, Hakk Taâlâ buyurmuştur ki; sabırlı bir kimse benim için tahammül ettiği sürece kontrolüm altındadır, denilmiştir. Allah Taâlâ bir âyette: «Rabbının hükmüne sabret, şüphesiz ki sen bizim gözetimimiz altındasın». Tûr, 52/48) buyurmuştur.
Sûfilerden biri diyor ki: Mekke´de bulunuyordum, Kabe´yi tavaf eden bir fakir (derviş) gördüm. Cebinden yazılı bir kâğıt çıkardı. Kâğıda baktı ve oradan savuşup gitti, ertesi gün olunca yine böyle yaptı. Fakiri günlerce gözetledim, hep bu şekilde hareket ettiğini gördüm. Günlerden bir gün fakir Kabe´yi tavaf etmiş, kâğıda bakmış ve oradan biraz uzaklaşır uzaklaşmaz yere düşerek ruhunu teslim etmişti. Kâğıdı cebinden çıkarıp baktım, bir de ne göreyim, üzerinde: «Rabbının hükmüne sabret, şüphesiz ki sen bizim gözetimimiz altındasın» âyeti yazılı.
Derler ki: İhtiyar birini ayakkabısı ile döven bir genç görülmüş ve utanmıyor musun ki, böyle bir ihtiyarın yüzüne gözüne vuruyorsun denilmiş. Genç: Bunun suçu büyüktür, demiş. Neymiş suçu diye sorulunca, şöyle cevap vermişti: Bu ihtiyar bana âşık olduğunu söylüyor, halbuki üç günden beri beni görmüş değil! (Gerçekten beni seviyorsa, üç gün benden ayrı kalmaya nasıl sabretti- seven, sevgilisinden ayrı kalmaya sabredebilir mi )
Sûfilerden biri anlatıyor: Hind ülkesine gitmiştim, Ferd-i ayn «Falan Sabur» (çok sabırlı) diye isim alan tek gözlü bir adam gördüm. Halini sordum. Bana dediler ki: Delikanlılığının ilk yıllarında bu adamın bir dostu sefere çıkmış, bu adam da onu yolcu edip veda etmek için çıkmıştı. Gözünün biri firak yaşlarını akıtırken, öbürü ağlamamıştı. Yaş akıtmayan gözüne: Dostumun ayrılığından neden ağlamıyorsun Sana dünyayı seyretmeyi haram kılıyorum, demiş ve gözünü kapamıştı. Altmış seneden beridir ki gözünü açmış değildir.
«Sabrın güzel şekli ile sabret» (Maaric, 79/5) âyetinde geçen sabr-ı cemil, musibet sahibi olan kimsenin kavmi içinde far kedilmez bir halde (şikâyet etmeden ve sızlanmadan) bulunmasıdır, denilmiştir.
Rivayet edilen bir hadise göre Resûlüllah (s.a.) dan, iman nedir diye sorulmuş. O da, «Sabır ve samahat» (cömertlik), diye cevap vermişti.
Resûlüllah (s.a.) a: îman nedir diye sorulunca, «Sabır ve cömertlik», (cömertçe ibadet etmektir) demiştir (67).
Serî´ye, sabrın ne olduğu sorulmuş, o da sabır konusunu anlatmaya başlamış, derken bir akreb ayağında dolaşmaya başlamış ve iğnesini sokmak için defalarca vuruş yapmış, Serî ise kıpırdamadan sakin sakin konuşmasına devam etmişti. Neden akrebi fırlatıp atmıyorsun diyenlere, Seri şu cevabı vermişti: «Sabır konusunda konuşurken sabretmemek hususunda Allah Taâlâ´dan haya ederim».
Bir hadiste: «Sabreden fukara kıyamet günü Allah Taâlâ´nın yanında oturan dostlarıdır», buyurulmuştur (68).
Allah Taâlâ peygamberlerinden birine şöyle vahyetmiştir: «Kuluma musibet verdim, bana dua etti, duasını kabul etmeyi geciktirdim, bana şikâyette bulundu. Ey kulum, dedim: Seni rahmetime mazhar etmek için vasıta olan (musibeti izale ederek) sana nasıl merhamet edebilirim » (Musibete sabır insanın Allah indindeki derecesini yükselttiği için bir rahmet sayılır).
İbn Uyeyne, «Sabrettikleri için biz onları emrimizle halkı hidayete erdiren rehberler kıldık´ (Enbiya, 21/13) âyetinin izahında-, işin başı olan sabır ile amel ettikleri için biz onları başkan yaptık», demiştir.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu söylediğini işittim: «Sabrın tarifi ve gayesi takdire itiraz etmemektir. Şikâyet yollu olmaksızın başa gelen musibetleri açıklamak sabra zıt düşmez. Allah Taâlâ Eyyub kıssasında: ´Biz onu sabırlı bulduk, o ne güzel bir kuldur. Şüphe yok ki o Allah´a dönücüdür´ (Sad, 38/44), buyurmuş, halbuki Eyyub´un ´Başıma musibet geldi´ (Enbiya, 21/83) dediğini haber vermiştir».
Dakkak´ın şunu söylediğini de işitmiştim: «Bu ümmetin zayıfları (ruhsatla amel ederek sıkışık kalmasınlar ve) nefes alsınlar diye Allah Taâlâ, Eyyub (a.s.) un: ´Başıma musibet geldi´, dediğini nakletmiş (ve böyle şeyler söylemeyi haram kılmamış) tır».
67. îbn Hanbel, V, 319.
68. Ibn Arrak, Tenzih, Ii; 286.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şunu söylediğini işittim-. «Sabrın hakikati, belâya hangi şekilde girildiyse, o biçimde belâdan çıkmaktır». (Belâya alışıldığı zaman hangi nisbette sabır gösteriliyorsa, musibet ilk geldiği zaman da o ölçüde sabır göstermek icabeder).
Tıpkı Eyyub (a.s.) gibi. Çünkü o sözünün sonunda: «Başıma musibet geldi, sen merhametlilerin en merhametlisisin» demiş, böylece: Sen merhamet edenlerin en çok merhamet edenisin, diye duasını ve dileğini imalı olarak arzetmiş, (Allah´tan musibetin izalesini değil, musibete sabretme gücünü talebetmiş) ve: «Bana merhamet et», sözünü açıkça söylememek suretiyle niyazında edebe riayet etmişti.
Sabrın iki nevi olduğunu bilmek icabeder: Âbidlerin sabrı, âşıkların sabrı. Âbidlerin sabrının en güzel şekli, (sabrın şikâyetten ve sabır halinin zail olmasından) mahfuz olmasıdır, âşıkların en güzel sabır şekli (ızdırabın artıp Hakk´a vuslatın çabuklaşması için sabrın) terkedilmiş olmasıdır (Âbidde sabır şarttır, âşıkın vuslattan sonra sabra ihtiyacı yoktur).
Şu şiir bu mânaya gelir:
«Âşık, sevgilimden ayrıldığım gün sabrederim, demiş ve buna azmetmişti, ama bunun yalancı bir zan ve vehim olduğu anlaşılmıştır» .
Bu mânada üstad Ebu Ali (r.a.) nin şöyle dediğini işitmiştim: «Yakub (a.s.) nefsinden sabırlı olacağı hususunda kendi kendine karar vermiş, ve: ´Güzel sabır´ yani artık benim işim güzel sabra kalmıştır, diyerek sabahlamış, fakat daha sonra: Ah… Ah… Yusuf, demeden akşam edememişti».