21. Murakabe
Allah her şeyi murakabe etmektedir». (Ahzab, 33/* Murakabe bahsini krş: Lunıa, s. 54; Kutu´l-kulûb, I, 606; İhya, V, 381.
Hz. Ömer Anlatıyoru: Bir gün biz Rasulullah ile otururken beyaz elbiseli, temiz giyinişli ve kendinde yorgunluktan eser olmayan biri gelip Ya rasulullah iman nedir diye sordu. Resûlüllah şöyle buyurdu: iman; allaha meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, kadere, hayırın ve şerrin, tatlının ve acının Allah´tan olduğuna inanmandır. Adam: Doğru söyledin, diye cevap verdi». Cerir diyor ki: «Sual soran adamın Resûlüllah (s.a ı tasdik etmesine hayret ettik. Adam yine sordu-. Bize İslâmın ne olduğunu bildir. Resûlüllah şöyle cevap verdi: İslâm, namaz kılman, zekât vermen, ramazan orucu tutman, Allah´ın evi (olan Kabe´ye) haccetmendir. Adam: Doğru söyledin, diye cevap verdi ve ilâve etti: İhsanın ne olduğunu bize haber ver. Resûlüllah şöyle buyurdu: İhsan, Allah´a sanki onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O´nu göremiyorsan da, O seni görüyor. Adam yine: Doğru söyledin, diye cevap verdi» (70).
Üstad Kuşeyri der ki: Allah Resûlü´nün-. «Sanki O´nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O´nu görmüyorsan da, O seni görmektedir», buyurmasında murakabe hâline işaret vardır. Çünkü murakabe «kulun Hakk Taâlâ´nın her halükârda kendisini denetlemekte olduğunu bilmesidir». Bu bilginin sürekli olması kul tarafından Rabbına yönelen bir murakabedir (71).
Her türlü hayırın aslı budur. Muhasebe makamını tamamlamadan bu mertebeye ulaşma imkânı hemen hemen yok gibidir. Kul, geçmişte işlediğinden ötürü nefsini hesaba çeker, derhal durumunu düzeltir, kararlı olarak Hakk yolda yürür, kendisi ile Allah arasındaki hâller itibarıyla kalbini dikkatle, güzelce denetler ve her nefes alıp verişte Allah (in rızâsını) düşünürse bütün hallerinde Allah Taâlâ´yı murakabe etmiş olur. Netice olarak kul Allah´ın kendisi üzerinde murakib olduğunu, kalbine yakın bulunduğunu bilir.
69. Murakabe, lügatta: Korku, denetlemek, gözetlemek, kontrol etmek, devamlı olarak gayeyi düşünmek; Istılahta: Devamlı surette kalp île Allah´a bakmaktır. «Kulun sürekli olarak Rabb´ının bütün hallerini bildiğinin şuuruna sahip olmasıdır.» Allah´tan feyz beklemektir.
70. Cibril hadisi diye meşhur olan bu hadis bütün muteber hadis kitaplarında rivayet edilir. Bk. Buharî, İman, 38; Müslim, İman, 1.
İhsanı tarif eden hadisin ilk kısmı kulun Allah´ı murakabesinden, ikinci kısmı ise Allah´ın kulu murakabesinden bahsetmektedir.
, 71. Hadise göre iki nevi murakabe vardır: a) Kulun Hakk´ın rızâsını gözetlemesi, buna kulun Hakk için murakabesi denir; b) Hakk´ın kulunu denetlemesi, buna Hakk´ın kulunu murakabesi adı verilir.
Cerîrî şöyle demiştir: «Bir kimse kendisi ile Allah´ı arasında bulunan takva ve murakabe hâlini sağlamlaştırmazsa, keşf ve müşahede derecesine ulaşamaz».
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işittim: «Padişahlardan birinin bir veziri vardı. Vezir bir gün padişahın huzurunda iken orada bulunan gulamlardan birine gözü kaydı. Vezir gulamdan şüphelendiği için değil, ondan kendisini ilgilendiren bir ses veya hareket hissettiği için bakmıştı. Vezirin gılmana bakmakta olduğunu tesadüfen padişah gördü. Vezir, padişah şüpheli bir iş için gulama baktığımı vehmeder, diye korkuya kapıldı. Vezir o tarafa bakmaya devam etti. O günden sonra vezir ne zaman padişahın huzuruna girse daima bir tarafa bakardı. O kadar ki padişah, bu bakış vezirin huyudur, vezirde şaşılık vardır, kanaatına vardı. Bir mahlûkun diğer bir mahlûk karşısında riayet ettiği murakabe hâli böyle olursa, kulun beyi (insanın Halikı) karşısında riayet edeceği murakabe hâlinin nasıl olması lazım geldiğini düşünün».
Fukara (sûfî) den birinin şöyle dediğini işitmiştim: Bir padişahın genç bir hizmetçisi vardı, öbür hizmetçilerden çok ona ilgi gösterirdi. Kendisine alâka gösterilen gulam, öbürlerinden daha fazla kıymetli olmadığı gibi, daha güzel de değildi. Bir kere bu durum bahiskonusu edilerek, padişahtan bunun sebebi soruldu. Padişah, gulamı gammazlıyanlara onun hizmet yönünden öbürlerinden daha üstün olduğunu anlatmak istedi. Günlerden bir gün atına süvari oldu, hizmetçilerini de yanına aldı. Kendilerinden uzak olan bir dağ-. da kar vardı. Emir bu kara baktı, sonra da başını eğdi. Hizmetçi derhal atını mahmuzlâdı ve oradan uzaklaştı. Orada bulunanlar onun neden koşarak gittiğini anlayamadılar. Kısa bir süre sonra bir miktar karla döndüğü görüldü. Emîr ona dedi ki: Benim kar istediğimi nereden anladın Hizmetçi bu soruya: Çünkü sen kara baktın, padişahın bir şeye bakışının, bir maksadı ve hikmeti vardır, diye cevap verdi. Emîr şöyle dedi: Bu çocuğa hususî surette ikram ve teveccühde bulunuşumun sebebi şudur: Herkesin bir meşguliyeti vardır. Onun meşguliyeti ise pürdikkat benim bakışlarıma nazar etmekten ve hallerimi gözetlemekten ibarettir. (Âlemlerin Rabbı olan bir padişahın irâde ve isteğine ne kadar riayet etmek lazım geldiği buna kıyas edilmelidir).
Ebu´l-Hüseyn b. Hind´e soruldu: Ne zaman çoban değneği ile sürüsünü (zararlı otların bulunduğu) tehlikeli meradan sürüp çıkarır Şöyle cevap verdi: «Üzerinde bir murakıp bulunduğunu idrâk edince
Derler ki: İbn Ömer (r.a.) yolculuk yaparken davar güden bir gulam (hizmetçi çoban) görmüş ve: «Bana bu sürüden bir koyun satar mısın » diye sormuştu. Gulam: Sürü benim değil, satamam, dedi. İbn Ömer: «Sahibine, koyunun birini kurt kaptı dersin, olur biter», dedi. Çoban, İbn Ömer´e: Peki Allah nerede diye karşılık verdi. İbn Ömer bu vakadan sonra bir müddet şöyle der dururdu: «O köle, Allah nerede » demişti.
Cüneyd demiştir ki: «Bir kimse murakabenin hakikatına ererse, başkasından değil, sadece Rabbından alacağı nasibi elden kaçırmamak için kaygılanır».
Talebeleri olan bir şeyh vardı. Şeyh bu talebelerinden birine, öbürlerine gösterdiği teveccühten fazla teveccüh gösterirdi. Şeyhe bunun sebebi soruldu, size bunu izah edeyim, dedi. Talebelerden her birine bir kuş verdi, gidin bu kuşu kimsenin sizi görmediği bir yerde kesin, dedi. Aynı şekilde fazla alâka gösterdiği talebeye de bir kuş vermişti. Kuşunu alan oradan uzaklaşmış, bir müddet sonra her biri kuşu keserek geri dönmüştü. Fazla ilgiye mazhar olan talebe ise kuşu sağ olarak geri getirmişti. Şeyh ona: Sen de kesseydin a oğLum, dedi. Talebe şeyhine dedi ki: Bu kuşu kimsenin bulunmadığı bir yerde boğazlamamı emir buyurmuştunuz, kimsenin beni görmeyeceği bir yer bulamadım (Allah her yerde hâzır ve nazırdır). Bunun üzerine şeyh: İşte bunun için ona özel bir ihtimam gösteriyordum, dedi.
Zunnun Mısrî der ki: «Murakabenin alâmeti Allah Taâlâ´nın tercih ettiğini tercih etmek, Allah Taâlâ´nın büyük gördüğünü büyük görmek, Allah Taâlâ´nın küçük gördüğünü küçük görmektir».
Nasrabâzi şöyle demiştir: «Ümit (recâ) seni ibadete sevkeder, korku (havf) seni günahtan uzaklaştırır, murakabe ise seni hakikat mertebesine ulaştırır».
72. «Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüğünden mesuldür.» (Buharî, Cum´a, 11; Müslim, tim, 6) hadisine işaret vardır. Kul çobanın sürüsünü güttüğü ve koruduğu gibi, organlarım ve fiillerini de gütmek ve korumak mecburiyetindedir.
Cafer Sadıka murakabeden sorulur. Cafer şöyle cevap vermiş-, «Hakk Taâlanın sana
bakıyor olduğunu mülâhaza ederek kalbine gelen her nevi düşünce (havâtır) den sırrını korumaktır».
Cerîr şöyle derdi: «Bu (tasavvuf) işimiz iki bölüm üzerine bina kılınmıştır. Birincisi sürekli olarak nefsini Allah ile murakabe halinde bulundurman, ikincisi zahirini (şeriat) ilmi ile kâim kılmandır».
Yine ondan işittim. Oda Ebu´l-Kasım Bağdadi´den işitmiş. O da Mürtaiş´in şöyle dediğini işitmiş: «Murakabe her düşünce ve söz esnasında gaybı mülâhaza ederek sırrı muhafaza etmektir».
İbn Atâ´ya: Taatların en faziletlisi nedir diye sorulunca şöyle demiştir-. «Bütün zaman boyunca Hakk´ı murakabe etmektir».
İbrahim b. Havvas şöyle demiştir: «(Dinî hükümlere) riayetkar olmak murakabe hâlini doğurur. Murakabe hâli ise için ve dışın (sırrın ve alâniyetin, kalp ve organ fiillerinin) Allah Taâlâ´nın rızâsı için ihlaslı olması neticesini vücuda getirir».
Ebu Osman Mağribi´nin şöyle söylediği işitilmişti: «Bu yol (tasavvuf) da insanın nefsine lazım kılması gereken en faziletli şey muhasebe, murakabe ve amelin (şer´î) bilgi ile idare edilmesinden ibarettir».
Ebu Hafs, Ebu Osman´a şöyle demişti: «Vaaz etmek için kürsüye çıkınca, önce nefsine ve kalbine nasihat et. Halkın etrafında toplanmalarına sakın aldanma. Çünkü onlar senin dış yüzünü murakabe etmekte, Allah ise iç yüzünü denetlemektedir».
Ebu Said Harraz şöyle demiştir: «Şeyhlerden biri bana dedi ki: Sırrını korumaya ve murakabe etmeye itina et. Bir gün sahrada yürürken arkamdan bir hışırtı işittim. Bu içime bir korku saldı. Ona bakayım dedim, fakat (Allah´la olan sırrımı koruyayım diye) bakamadım. Birden omuzumun üzerinde duran bir şey gördüm. Sonra bu şey dönüp gitti, ben hâlâ sırrımı korumaya devam ediyordum. Sonra baktım kocaman bir yırtıcı hayvan (aslan) la karşılaşmış olduğumu gördüm».
Vasıti der ki: «Taatların en faziletlisi, vakitlerin muhafaza edilmesidir. Bu ise kulun sadece haddini mütalaa etmesi (haddini bilmesi, Allah´ın durdurduğu sınırda durması, bir halini pekiştirmeden başka bir hâl istememesi), Rabbından başkasını murakabe etmemesi, içinde bulunduğu (hâl ve) vakitten başkasına yakın bulunmaması suretiyle olur.
Rıza
Aziz ve Celil olan Allah Taâlâ bir âyette şöyle buyurmuştur: «Allah onlardan razı (olmuştur^ onlar da Allah´tan razı olmuşlardır». (Beyyine, 98/8) (73). /
Câbir, Resûlüllah (s.a.) in şöyle dediğini rivayet eder: «Cennet ehli Cennette meclis kurup oturdukları bir sırada, birden Cennetin kapısından bîr nûr parlar, başlarını kaldırdıkları vakit Rablarının kendilerini seyretmekte olduğunu görürler. Hakk Taâlâ: ´Ey Cennet ehli, dileyin benden dileğinizi!´ der. Cennettekiler: ´Bizden razı olmanızı dileriz´, derler. Hakk Taâlâ buyurur: ´Evim (olan Cennet) e rızâm sayesinde girdiniz. Ben size ikramda bulunacağım, şimdi bunun zamanıdır. Benden başka şeyler dileyin´. Cennettekiler: ´Bunun fazlasını diliyoruz´, derler. Bunun üzerine, yularları yeşil zümrütten olan kırmızı yakuttan (yaratılmış) soylu binekler getirilir. Bunlara binerek giderler. Bu binekler görebildikleri son noktaya kadar giderler. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ, üzerinde meyva olan ağaçlara, bunlara, yaklaşması için emir verir. Ahu gözlü genç kızlar, huriler gelirler ve derler ki: ´Biz solmak bilmiyen ter ü taze (sertliği olmayan yumuşak) kızlarız, devamlıyız, ölmeyiz, iman ve kerem sahibi bir zümrenin eşleriyiz´. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ emreder, tüpler içinde keskin kokulu misk getirilir. Üzerlerini bir koku bürür. Buna Müşire (saçılan) adı verilir. Böylece yola devam eder ve Adn Cennetine ulaşırlar. Adn Cenneti, Cennetin ortası ve en iyi yeridir. Melekler derler ki: ´Rabbımız buraya bir insan topluluğu geldi´. Hakk Taâlâ buyurur: ´Doğru sözlü sâdıklar hoş geldiler, itaat-lılar safa geldiler´. Sonra Allah ile aralarındaki perde (hicap) kalkar, Aziz ve Celil olan Allah´ı temaşa etmeye başlarlar. Rahman olan Allah´ın nurundan istifade ederler. O kadar ki biri diğerini
• Rızâ bahsini krş: Lama, s. 53; Ta´arruf, 103; Kûtu´l-kulûb, II, 76; İhya,IV, 358.
73. Rızâ, lügatta: Murakabe, işi kolaylıkla kabullenme; Istılahta: «Tabiattaki ilâhi kanunlar hükmünü icra ederken itiraz etmemek ve sızlanmamak», «Tevekkülün nihaî mertebesi», «Rabbın takdiri karşısında kalbin neşe içinde olması>, «İrâdeyi terketmek», «Kâinatta her şeyin en mükemmel şekilde vücuda geldiğini düşünmek».
Rızâ kelimesinin Allah´tan ve Kur´an´dan başlayıp Cennete kadar uzanan derin, ve büyük bir mânası vardır. Bu manayı hoşnut kelimesi katiyyen karşılayamaz. Rızâ iki nevidir: Allah´ın kulundan razı olması; Kulun Allah´tan razı olması.
Iraklı sûfîler ile Horasanlı (melâmeti) ler, rızâ hâl nevinden midir, yoksa makam nevinden midir konusunda ihtilâfa düştüler. Horasanlılar dediler ki: Rızâ makamlar cümlesindendir, tevekkülün nihayetidir. Bunun mânası, rızâ kulun çalışarak ulaştığı şeyler cinsindendir, demektir. Iraklılar ise şöyle dediler: Rızâ, hâller cümlesindendir. Kul bunu kazanarak elde edemez, rızâ diğer hâller gibi (bir feyz) olarak Allah´tan iner ve kulun kalbine yerleşir. Bu iki dili (görüşü) şu şekilde tarif etmek mümkündür. Rızâ, başlangıç itibariyle kulun çalışması ile elde edilir. Bu duruma göre makamlar sınıfına girer, sonu itibariyle hâller sınıfına girer, onun için kazanılan bir şey değildir.
Halk (sûfiler) rızâdan bahsetmiş ve her biri hâline ve meşrep (nasibine göre bunu anlatmıştır. Bunlar meşrep ve nasip cihetinden farklı oldukları için rızâyı değişik ifadelerle anlatmışlardır. (Kulun rızâ mertebesinde bulunduğunu) bilmenin zaruri olan şartı şudur: Allah Taâlâ´dan razı olan, onun takdirine itiraz etmiyendir.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işittim: «Belânın (acısını) hissetmemek (derecesindeki kayıtsızlık) rızâ değildir. Rızâ, sadece Allah´ın hükmüne ve kazasına itirazda bulunmamak, durumundan ibarettir».
Bil ki, kula gereken şudur-. Rızâ göstermekle memur olduğu kazaya razı olacaktır. Allah´ın kaza (ve kaderi) olan her şey razı olunması caiz veya vacip olan cinsten değildir. Günahlar ve müslümanlara eza veren hususlar böyledir. (Bunlara rızâ gösterilemez).
Şeyhler derler ki: Rızâ, Allah´ın en büyük kapısıdır. Bununla şunu kastederler: Şüphesiz ki kendisine rızâ ikram olunan bir kimse en mükemmel rahatlığa ulaşmış ve en yüce (derecede Allah´a) yakınlığa nail olmuştur.
Abdülvâhid b. Zeyd şöyle demiştir-. «Rızâ, Allah´ın´ en muazzam kapısı ve dünyanın cennetidir».
74. Hadis için Bk. Tirmizî, Sıfatu ehü´l-Cenne, 11, 15 ve Taberi ve İbn Ke-sir´in bu âyetle ilgili tefsiri. Buna: «Allah yanında misafir kalmak» da denir. Hadis-i nüzul.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işitmiştim: «Bir talebe hocasına: Kul, Allah Taâlâ´nın kendisinden razı olduğunu kesinlikle bilebilir mi diye sordu. Hoca: Hayır! Bunu nasıl bilebilir ki, Allah´ın rızâsı bir gaybtır, diye cevap verdi. Talebe şöyle dedi: Hayır! Bunu bilebilir. Hoca sordu-. Nasıl Talebe cevap verdi: Kalbimi Allah Taâlâ´dan razı olmuş bulursam bilirim ki o da benden razıdır. Bu izah karşısında Hoca-. Çok güzel oğlum! demekten kendini alamadı».
Derler ki Musa (a.s.) şöyle münacaatta bulunmuştu: «İlâhî, bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim zaman benden razı olasın». Hakk Taâlâ buyurdu ki: «Buna takat getiremezsin». Musa (a.s.) kendinden geçti, secde için yere kapandı ve sızlanmaya başladı. Allah Taâlâ´dan: *Ya İmrân´ın oğlu! Hiç şüphen olmasın ki rızâm kazama razı olmandadır», diye vahiy geldi.
Ebu Süleyman Darânî, «Kul (nefsanî) arzularından sıyrılınca (Rabbından) razı olur», demiştir.
Yine Sülemi´den işittim: Sülemî, Nasrabâzî´nin şunu söylediğini duymuştur: «Rızâ mertebesine ulaşmak isteyenler, Allah´ın içine rızâsını koyduğu hususlara sımsıkı yapışsınlar».
Muhammed b. Hafif der ki: «Rızâ iki kısımdır: Allah ile rızâ, Allah´tan rızâ. Allah ile rızâ, onun idareciliğine razı olmaktır; Allah´tan rızâ ise, hükm (kaza) etmekte olduğu hususlara razı olmaktır».
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini duydum: «Sâlik olanların yolu uzundur. Bu, riyazet yoludur. Havassın yolu daha yakındır, fakat daha zordur. Bu, amelinin rızâya, rızânın ise kazaya uygun olmasıdır». (Amelin rızâ ile, rızân kaza ile olsun).
Rüveyın der ki: «Rızâ, kişinin Allah Cehennemi sağ tarafına koysa, (biraz da) sol tarafına konulmasını istememesidir». (Cehennem büyüklüğündeki belâlardan bile şikâyetçi olmamaktır, rızâda kemâl budur).
Ebu Bekir b. Tahir şöyle demiştir: «Rızâ, kalpte neşe ve sevinç (surûr ve ferah) ten başka bir şey kalmayacak şekilde hoşnutsuzluğu çıkarıp atmaktır».
Vasıtı der ki: «Bütün çabanı harcayarak (devamlı surette) rızâyı kullan, rızânın seni kullanmasına fırsat verme ki, rızâdan haz al-Biline ki: Vâsıtî´nin söylediği büyük bir şeydir sûfilerin yolunu kesen bir hususa dikkat çekilmektedir. Çünkü sûfîlere göre hâller ile sükûn (ve huzur) bulma, hâlleri yaratan (muhavvilü´l-ahvâl) ile kul arasına bir perdenin çekilmesi demektir. Kul. Allah´ın rızâsından haz alıp, bunun rahatını kalbinde buldu mu, bu hâl Hakk´ı temaşa (şuhûd) etmesine (veya daha yüksek makamlara çıkmasına) perde ve engel olur.
Aynı şekilde Vâsıtî demiştir ki: «Taatlardan tat almaktan sakının, zira bu öldürücü bir zehirdir».
İbn Hafif şöyle der: «Rızâ, kalbin, (Rabbının) hükümleri ile sükûn bulması, Allah´ın kendisi için razı olduğuna ve tercih ettiğine muvafakat etmesidir». (Tabiatta vukua gelen hadiselerden şikâyetçi olmaması ve hakkındaki ilâhî tercihi gönül hoşluğu ile karşılamasıdır).
Rabiatü´l-Adeviyye´ye: Kul ne zaman rızâ mertebesine ulaşır diye sorulunca şu cevabı vermiştir: «Allah´ın nimeti kadar, musibeti de kendisini memnun edince». (Kahrın da hoş, lütfün da hoş).
Denilmiştir ki: Şiblî, Cüneyd´in huzurunda: «Lâ havle velâ kuvvete illâ bi´llah» (Günahtan dönmek, ibadete yönelmek ancak Allah sayesinde mümkün olur) dedi. Cüneyd ona dedi ki: «Bu söz canının sıkılmış olduğunu gösterir. Can sıkılması ise kazaya rızâyı terketmekten ileri gelir». Bunun üzerine Şibli sustu.
Ebu Süleyman Darâni der ki: «Rızâ, Allah Taâlâ´dan Cenneti istememen ve Cehennemden ona sığınmamandır». (Halimi Allah biliyor, lütfunu esirgemez, diye işi ona havale etmendir).
Zunnûn Mısri (r.a.) der ki: «Şu üç husus rızâ alâmetidir: Kaza (nın tesiri ile meydana gelecek olan hadise) dan evvel irâdeyi ter-ketmek, kaza (ve kaderin hükmü ortaya çıktık) dan sonra (bu hükmün) acılığını hissetmemek ve musibetin (içinde iken ilâhî) sevginin heyecanını duymak».
Hz. Ali´nin oğlu Hz. Hüseyin (r.a.) e denildi ki: Ebu Zerr: «Benim için fakirlik, zenginlikten daha çok sevimlidir-, hastalık, sıhhat-tan daha fazla arzuya şayandır», diyor. Buna ne dersiniz Hz. Hüseyn şöyle dedi: «Allah, Ebu Zerr´e rahmet eylesin. Bana sorarsanız derim ki: Allah Taâlâ´nın kendisi için yaptığı tercih (ihtiyar) e güvenenler Aziz ve Celil olan Hakk Taâlâ´nın kendileri için irâde ettiği şeyden başkasını temenni etmezler».
Fudayl b. îyaz, Bişr Hafi´ye şöyle dedi: «Rızâ, dünyadan el-etek çekmek değil Onun kendisi hakkındaki tasarrufundan şikyetçi olmamaktır.
Ebu Osman´a, Resûlüllah (s.a.) ın; «Kazadan sonra rızanı dilerim» (75). hadisinden soruldu, (neden rızâ «kazadan sonra» kaydı ile zikredildi). Şöyle dedi: «Çünkü kazanın hükmü vücuda gelmeden evvelki rızâ, gayesi rızâ olan bir azimdir. Esas rızâ kazadan sonra olan rızâdır».
Ebu Süleyman der ki: «Hakk Taâlâ beni ateşe atsa, buna razı olurdum. (Zira bilirim ki Allah bana en uygun ve en faydalı olanı yapar). Onun için az da olsa rızâ hâlini tanıdığımı ümit etmekteyim».
Ebu Ömer Dımışkî demiş ki: «Rızâ, hangi hüküm olursa olsun (ikbal veya bedbahtlık halinde) sızlanma halinin ortadan kalkmasıdır.
îbn Ata, «Rızâ, Allah Taâlâ´nın kulu için ezelde irâde (ve ihtiyar) ettiği şeye kalbin bakmasıdır. Bu ise kızma hâlini terketmektir», demiştir.
Cüneyd, «Rızâ, irâde (ve ihtiyar) ın ortadan kalkmasıdır», demiştir.
Rüveym, «Rızâ, hükümleri (yani musibetleri) sevinçle karşılamaktır», demiştir.
Muhasibi demiştir ki: «Rızâ, musibetler hükmünü icra ederken kalbin sükûn içinde bulunmasıdır».
Nuri demiş ki: «Rızâ, kazânın acı olmasından kalbin sevinç duymasıdır.
Cerîri derdi ki: «Allah, hakkından azına razı olana, gaye olarak gördüğünden fazlasını verir». («Allah alçak gönüllülük edeni yükseltir» hadisine işarettir).
Ebu Türab Nahşebî şöyle demiştir: «Kalbinde dünyanın kadr (ü kıymeti) olan rızâ hâline nail olamaz». (Çünkü dünyevî bir zarara girerse hoşnutsuz olur).
Resûlüllah (s.a.) buyurdu ki: (Paraya ve dünyaya mahkûm olanlar değil) «Allah´ın Rab olduğuna razı olanlar, imanın lezzetini tatmış olurlar» (76).
Ömer b. Hattab´ın Ebu Musa Eş´ari´ye yazdığı» mektupta şöyle dediği rivayet edilir: «Şüphe yok ki hayrın tamamı rızâdadır. Gücün yeterse rızâdan ayrılma, aksi halde sabırlı ol»
75. Nesâî, Sehv, 62; îbn Hanbel, V, 191.
76. Müslim, İman, 11; îbn Hanbel, I, 308.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu söylediğini duydum: jjj çamurdan yapılmış bir testidir. Testi, Hakk Taâlâ´nın hükmüne karşı gelinecek kadar (mukavemetli ve) önemi haiz değildir».
Ebu Osman Hîrî şöyle demiştir: «Aziz ve Celil olan Allah, kırk seneden beri hiç bir hâl içinde beni ikâmet ettirmemiştir ki, ben o hâlden hoşlanmamış olayım, başka bir duruma nakletmemiştir ki, kızmış olayım». (İkâmet ettirdiği bir hâle razı oldum, naklettiği hiç bir hâle kızmadım).
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini duydum: «Adamın biri kölesine kızmıştı, köle bir kişiyi efendisine şefaatçi olmak için gönderdi. Efendisi köleyi affetti. Köle ağlamaya başladı. Şefaatçi: Beyin seni affettiği halde neden ağlıyorsun diye sordu. Efendi şefa-atçıya dedi ki: Köle benden rızâ istemektedir, halbuki buna ulaşamayacağını bilmekte, onun için ağlamaktadır». (Rızâ, aftan başka ve ondan üstün bir şeydir, lütuf ve ihsana rızâ ile nail olunur).
23. Ubûdiyyet*
Aziz ve Celil olan Allah: «Yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbına ibadet et». (Hicr, 15/99) buyurmuştur (77).
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Yedi sınıf insan vardır ki, Allah bunları kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde gölgelendirecektir: Âdil devlet adamı, Allah Taâlâ´ya ibadet ede ede yetişen genç, camiden çıktıktan sonra tekrar ona dönene kadar kalbi camiye (bağlı) olan zat, Allah için sevişen, Allah için birleşen, Allah için ayrılan şahıslar, kimsenin bulunmadığı yerde gözleri dolacak bir şekilde Allah Taâlâ´yı zikreden kimse, soylu ve güzel bir kadın: ´Hadi sevişelim´ dediği zaman: ´Ben âlemlerin Rabbı olan Allahtan korkarım diye cevap veren genç.
* Ubudiyet bahsini krş: Luma, 225.
77. Ubûdiyyet: Kulluk ve kölelik; ibadet, tapınmak ve perestîş; ubûdet, bu iki halde kemâl mertebesine ulaşmak. İbadet ve ubûdet, itaat etmek, boyun eğmek, inkiyad etmek, hudû´ ve tezellül mânalarına gelir. Abdiyyet de bu mânada kullanılır. Bunun zıddı hürriyetdir. Başka şeylere karşı tam hür olmak için Allah´a tam kul olmak gerek. İbâdi, kullarım, (Fecr, 89/29) ve kulum tamlamalarında geçen izafetin tasavvufta derin bir mânası vardır. En büyük sultanlık Allah´a kul olabilmektir.
. (Yapılması gereken) ilk şey ibadet, sonra ubûdiyyet, sonra, ubûdettir. İbadet; müminlerin avamı, ubûdiyyet havassı, ubûdet havassın da havassı olanlar içindir.
Yine Ebu Ali´nin şunu söylediğini işitmiştinv. «İbadet ilme´l-ya-kîn sahibi olan, ubûdiyyet ayne´l-yakîne mâlik bulunan, ubûdet ise hakka´l-yakin erbabı olanlar içindir».
Yine Ebu Ali´nin şöyle dediğini duydum: «İbadet mücâhede sahibi içindir, (çünkü amel sahibidir); ubûdiyyet mükâbede (sıkıntı) sahibi içindir, (çünkü o hâl sahibidir); ubûdet ise (teveccüh ve murakabe sahibi olan) müşahede ehlinin sıfatıdır. (İbadet ve amel bahsinde) nefsini esirgemiyen ibadet sahibidir, (Allah hakkında tefekküre dalma bahsinde) kalbini cimrice kullanmıyan ubûdiyyet sahibidir, (Allah´ı temaşa ve tecellilerinde istiğrak bahsinde) ruhunu hasisçe kullanmıyan ubûdet sahibidir».
Ve denilmiştir ki: Ubûdiyyet, mükemmellik şartıyle taat (ve ibadetleri hakkıyle ifa etmek, senden sâdır olan (amel ve ibadet) eksik (ve kusurlu) nazarı ile bakmak ve senden husule gelen güzel fiiller (ve menâkib) in (ilâhî) tekdirin neticesi olduğunu görmektir´.
Ubûdiyyet, zuhur eden kader karşısında irâdeyi terketmektir, (kendi muradını terkederek Allah´ın muradına fânî olmak, amel derecesinden hâl derecesine yükselmektir), denilmiştir.
Ve yine denilmiştir ki: Ubûdiyyet, kendine güç ve kuvvet nisbet etmekten beri olmak (La havle velâ kuvvete demek), Allah´ın ihsan ettiği ve devam ettirdiği lütuf ve nimetleri ikrar etmek, (ibadeti sevabın ve rızânın sebebi değil, alâmeti bilmekdir.
Ve yine denilmiştir ki: Ubûdiyyet, emrolunan ile kucaklaşmak ve nehyolunandan uzaklaşmaktır.
Muhammed b. Hafife: Ubûdiyyet ne zaman sahih olur diye sorulunca, şöyle demişti: «Kul ağırlığını (ve yükünü, rızk kazanma külfetini) Mevlâsına havale eder ve bununla beraber Mevlâsının belâsına sabredince».
Sehl b. Abdullah, «Şu dört şeyin (derdine ve sıkıntısına) sızlanmadan katlanmadıkça, hiç bir kimsenin ibadeti sıhhatli olamaz-. Açlık, çıplaklık, fakirlik ve zillet».
78. Buharî, Zekat, 36; Müslim, Zekât, 30.
Zunnûn Mısrî demiş ki: «Ubûdiyyet, O her halükârda senin Rabbın (efendin) olduğu gibi, senin de her halükârda O´nun kulu olmandır».
Cerîrî şöyle demiştir: «Nimetin kulu olanların sayısı çoktur, nimeti veren (mün´im) in kulu olanlar ise nâdir bulunur». (Sen nimeti verenin kulu ol.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu söylediğini duymuştum: «Sen kimin esiri ve mülkü isen onun kulusun-, eğer nefsinin esiri (ve mülkü) isen, nefsinin kulusun. Eğer dünyanın esiri isen, dünyanın kulu (ve kölesi) olursun».
Resûlüllah (s.a.) (onun için) buyurmuştur ki: «Dirheme kül olanın burnu yerde sürünsün, dirheme köle olan kahrolsun, kesesine esir olan hor ve hakir olsun» (79).
Ebu Zeyn (veya Bayezid) gördüğü bir adama: «Sanatın nedir » diye sormuş. Adam şu cevabı vermişti: Hâr-bende (Eşekçi, eşeğe bakan, ona hizmet eden, ayağına nal çakan, harbede, abdü´l-himar). Ebu Zeyn adama dedi ki: «Allah Taâlâ eşeğini öldürsün (servetin yok olsun). Tâ ki eşeğin kulu (abdü´l-himar) olmaktan kurtulup, Allah´ın kulu (Abdullah) olasın».
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin dedesi Ebu Amr b. Nüceyd´-den şunu naklettiğini işitmiştim: îbn Nüceyd demiştir ki: «Nezdinde amellerinin riya, hallerinin iddia olduğunu müşahede etmiyen hiç bir kimsenin ibadetteki derecesi saf duruma ulaşamaz». (Aslında kulun ameli ve hâli riyadan uzak olmalı, ameli değil, ameli yaratanı görmeli, ameli kendine değil, ona izafe etmeli) amel ve hali kendine nisbet etmeyi riya saymalıdır).
Abdullah b. Münâzil demiştir ki: «Nefsi için hizmetçi istemediği sürece kul, kuldur; kendisi için hizmetçi talep etti mi, ubûdiyyet derecesinden düşmüş ve kulluğun âdabını terketmiş olur». (Zira başkasının kendisine hizmet etmesini istiyecek kadar nefsini büyük görmüştür).
Sehl b. Abdullah şöyle demiştir: «Yoklukta meskenetten eser, varlıkta zenginlikten alâmet görüldükçe, kul için ubûdiyyet mertebesi çok uzaktır.
79. Buharî, Rikak, 10; Îbn Mâce, Zühd, 58.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şunu söylediğini duydum: «Nasrabâzi diyor ki: Âbid (olan kulun kıymeti Mabudu (olan Allah) a göredir. Nitekim Arif (bilen) in şerefi de Ma´rûfa (bilinene) göredir». (Maddeye tapanın değeri maddeye göre, Allah´a tapanın değeri O´na göre olur).
Ebu Hafs´ın sözü şudur: «Ubûdiyyet kulun zinetidir, kulluğu ter-keden süsten mahrum kalmış olur».
Nebâci şöyle demiştir: «İbadetin esası şu üç şeydedir: O´nun hükümlerinden hiç bir şeyi reddetme, O´nun nezdinde değeri olmıyan bir amel işleme; O, başka birinden bir ihtiyaç istediğini duymasın».
Îbn Ata der ki: «Ubûdiyyet şu dört haslette mevcuttur: Ahde vefa, (ilâhî) hududa riâyet etme, elde mevcut olana rızâ gösterme, olmayana sabretme».
Amr b. Osman Mekkî der ki: «Mekke´de ve daha başka yerlerde görüştüğüm çok sayıdaki âbidler içinde, hac ve pazar yerlerinde kendileri ile karşılaştığım ibadet ehli arasında (İmam Şafii´nin talebesi olan) Müzeni´den daha çok çalışan ve ibadete daha fazla devam eden birini görmedim. Allah´ın emirlerine ondan daha dikkatli olarak tazim eden birini görmediğim gibi, kendini şiddetli sıkıntılara soktuğu halde halka geniş bir müsamaha gösterme konusunda ondan daha önde bulunan birini de görmedim». (Rızâyı tahsilin yolu budur).
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu söylediğini duydum: «Ubûdiyyet-ten daha şerefli bir şey yoktur. Mümin için ubûdiyyetle ilgili isim almaktan daha mükemmel bir isim yoktur. Bundan dolayı Allah Taâlâ Miraç gecesi —ki bu gece Hz. Peygamber´in dünyada yaşadığı en şerefli gecedir— Resûlüllah (s.a.) ı vasfederken: ´Tesbih ederim o Allah´ı ki, kulunu bir gece Mescid-i haramdan Mescid-i aksaya götürdü´. (İsra, 17/1) buyurmuştur».
Yine Hakk Taâlâ: «Kuluna vahyettiğihi vahyetti». (Necin, 53/10) buyurmuştur. Şayet ubûdiyyet (kulluk) ten daha büyük bir isim olsaydı, Peygamberini onunla isimlendirirdi.
Bu mânada olmak üzere şu şiir okunur:
«Ey Amr sıçra da o ay yüzlüme git; onu, gören de, işiten de tanıyor.
Müslümanı hakiki kul olmaktan uzaklaştıran sadece şu (Hakk´ın değil de kendi fiiline ve) hareketine itimat etmen. Bu iki şeyi kendinden defettin mi ubûdiyyeti hakkıyle edâ ettin, demektir. Nitekim Vâsıtî demiştir ki: «Atâ ve ihsandaki lezzetten sakının, çünkü o safa ehli için bir perdedir».
Ebu Ali Cürcânî şöyle demiştir: «Rızâ, ubûdiyyet memleketi, sabır kapısı, tefviz evidir. Ses kapıda, işten boş olma hali memlekette, rahat ise evde bulunur». (Rızâ ubûdiyyet memleketidir, bu memleketin kapısı sabırdır. Amel ve ibadet yapılarak bu kapının önünde, içeriye girmek için izin istenir. Bu memlekete girince zor işler bırakılır, oradaki eve girince de rahat edilir).
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın «Rubûbiyyet (Rab olma) Hakk Taâlâ´-nın ezelî.bir vasfı olduğu gibi, ubûdiyyet (kul olma) de kulun kendisinden ayrılmayan devamlı sıfatıdır», dediğini işitmiştim.
Sûfîler bu mânada şu şiiri söylemişlerdir:
«Bana sorarlarsa: Ben onun kuluyum derim, ona sorarlarsa o benim kölemdir, der»
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin şunu söylediğini duydum. O da bunu Nasrabâzî´den işittiğini belirtmiştir: «Eksik yapıldığı için af ve mağfiret dileyerek ibadetleri edâ etmek, karşılık ve mükâfat ummak anlayışı ile ibadet etmekten daha iyidir».
Nasrabâzî der ki-. «Ubûdiyyet, Rab müşahede edildiği için yapılan ibadeti görme halinden uzak kalmaktır».
Cüneyd dedi ki: «Ubûdiyyet (âhirette faydası olmayan) meşguliyetleri terketmek ve bütün feragatin esası olan bir meşguliyet (amel etmek, fakat ameli yaratandan bilmek) ile uğraşmaktır». (Fayda ve zararı Hakk´tan bilip, kalbi bunun kaygısından boşaltmak ve böylece rahat etmektir)