24. İrâde
Aziz ve Celil olan Allah-, (ya Muhammed, ileri gelen müşriklerin imanlarına tamah ederek) «Sırf Allah rızâsı için akşam ve sabah (muntazaman) Rablarına dua eden (fakir) leri kovma». (En´am, 6/* irâde bahsini krş: Lama, s. 205; Ta´arruf, 139.
İrâde, (tasavvuf ve) sülük yolunda gidenlerin başlangıç hâlidir. Allah Taâlâ´ya gitmeye kasd (ve niyet) edenlere verilen ilk isimdir. Bu sıfata irâde isminin verilmesi, her işin başının irâde olmasındandır. Kul, bir şeyi irâde etmezse, onu yapmaz. Aziz ve Celil olan Allah´a giden yolu tutanlar için ilk iş bu olduğundan, buna irâde adı verilmiştir. Böylece irâde, her işin başında bulunan kasd (ve niyet) a benzetilmiştir.
Kelime türetme kaidelerine göre mürid irâdesi olan kimsedir. Nitekim âlim de ilmi olan kişidir. Zira bunlar türetilen isimlerdir. Fakat sûfîlerin dilinde «mürid, irâdesi bulunmıyan kimse» demektir. İrâdesinden sıyrılıp çıkmayan kimse mürid olamaz. Bu durumun tam tersine iştikak kaidelerinin bir gereği olarak irâde sahibi bulunmayana mürit denilmez.
Sûfîler irâde bahsinde fikir beyan etmişlerdir. Her sûfi irâdeyi kendi meşrebine (ve manevî hazzına) göre anlatmıştır.
Şeyhlerin çoğu bu konuda şunu söylemişlerdir: İrâde, âdet üzere olan şeyi terketmektir. Ekseriya halkın âdeti gaflet mahallinde ikâmet etmek, arzulara tâbi olma vaziyetini benimsemek ve aşağı isteklerin davet ettiği şeye dalmaktan ibarettir. Mürit bütün bu gibi hususlardan soyunup çıkmıştır. Bu gibi şeylerden çıkışı irâdesinin sahih olduğunun emaresi ve delilidir. Bu hâle, âdetten çıkış mânasına gelen irâde ismi verilmiştir. Onun için âdeti terketmek (irâde değil, irâdenin) emmaresi ve delili sayılmıştır. İrâdenin aslına ve hakikatma gelince, «İrâde kalbin Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´yı talebetmeye azmetmesidir». Bunun için: İrâde her nevi korkuyu önemsiz hale getiren bir yanıştır, denilmiştir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın Mümşâd Dineverî´den şunu hikâye ettiğini duymuştum: Mümşâd demiştir ki: «Fukara (sûfîyye) nın bütün hâllerinin ciddiyetten ibaret olduğunu öğreneliden beri hiç bir fakir (derviş) ile şaka yapmadım. Bir kere bir fakir yanıma
80. İrade: Arzu, istek, meyletmek mânasına gelir. Istılahta: ibadet yoluna sülük etmek, alışılan şeylerden sıyrılıp çıkmak ve ibadete sımsıkı yapışmak, Hakk Taâlâ´ya ulaşmak için azimli ve kararlı olmak, müridlik etmek, dervişlik yapmak, dervişlik felsefesi.
81. Müslim, Kader, 4; Tirmizî, Kader, 8, 57; İbn Hanbel, III, 102.
gelerek bulamaç aşın var mı dedi. benim gayrı ihtıyari: ne bulamaç aşı, sozıerı dilimden çıkıverdi. Fakir, farkedemediğim bir şekilde geri çekildi. Bulamaç aşı yapılmasını emrettim. Aş yapıldı. Fakiri aradım, bulamadım. Akıbetini öğrenmek için soruşturdum: Fakir, cevabın üzerine derhal geri döndü, kendi kendine: İrâde ve bulamaç aşı, irâde ve bulamaç aşı… diye söyleniyordu. Perişan halde geri dönen ve çölün yolunu tutan fakir ölene kadar bu iki kelimeyi tekrarladı durdu, cevabını aldım».
Şeyhlerden biri şöyle bir hatırasını anlatmıştır: Bir kere çölde bulunuyordum. Canım sıkılmıştı. Ey ins benimle konuşun! Ey cin benimle konuşun! (da ünsiyet edeyim, sıkıntımı defedeyim), dedim. Hatiften bir ses bana: Ne istiyorsun (bunlarla konuşmaktan maksadın nedir ) dedi. Allah Taâlâ´yı istiyorum, dedim. Peki ne zamana kadar Allah´ı irâde edeceksin dedi. Yani ins ve cinne Benimle konuşun, diyen bir kimse ne zaman Aziz ve Celil olan Allah´ı irâde edecek (Allah ne zaman onun muradı olacak ) Mürit gece ve gündüz fütur getirmez. O zahirde çeşitli mücâhede hususiyetleri, bâtında muhtelif sıkıntı vasıfları gösterir, yatağı terketmiş, devamlı olarak taatta bulunma yolunu tutmuştur, güçlüklere katlanır, yorgunluklara göğüs gerer, iyi huylar kazanmak için didinir, zorlukları alışkanlık haline getirir, korkularla kucaklaşır, şekillerden uzaklaşır. Böyle bir kimseye mürit denir. Bu konuda şair şöyle demiştir:
«Gece sahrayı baştan başa katettim, ne aslandan, ne de kurttan korkuyorum. Âşk ve şevk hâli bana galebe edince gece uzun mesafeler almaktayım. Zira şevk ve özlem sahibi daima (irâdeye) mağlup olur».
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu söylediğini işittim: «İrâde; gönülde bir yanış, kalpte bir alevleniş, vicdanda bir sızlanış, içte bir ıztırap çekiş, yüreklerde tutuşan bir ateşleniştir».
Ebu Süleyman Darânî ile Ahmed b. Ebu´l-Havârî arasında bir akit vardı. Ahmed, ne emrederse etsin Ebu Süleyman´a muhalefet etmezdi. Bir gün Ahmed, Ebu Süleyman´ın vaaz ettiği meclise gelerek: Fırın kızdı, ne (pişirmemizi) emredersiniz dedi. Ebu Süleyman cevap vermedi. Ahmed soruyu iki-üç kere tekrarladı. Nihayet canı sıkılmış gibi görünen Ebu Süleyman Ahmed´e: «Git, içine otur», dedi. Ebu Süleyman bir müddet Ahmed ile ilgilenemedi. Sonra Ah-med´i hatırladı ve: Derhal gideyim, Ahmed´e yetişin, fırına girdiğinde şüphe yok. Zira nefsine uyup bana muhalefet etmiyeceği hususunda bana ahid vermiştir, dedi. Gittiler, baktılar ki, Ahmed gerçekten kızgın fırında oturmaktadır.
Üstad Ebu Ali´nin şöyle dediğini duydum: «İlk zamanlarda irâde (müritlik) in ne olduğunu anlamak için tutuşur durur ve kendi kendime: Ah ne olur şu irâdenin mânasını bilsem! derdim». (Müritlik idealim idi).
Denilmiştir ki: Şu hususlar müritlerin ve dervişlerin sıfatlarıdır: Nafilelerle O´nun sevgisini kazanmak, ümmetin bütün fertlerine samimi bir şekilde öğütte bulunmak, halvet ile üns etmek (yalnızlıktan hoşlanmak), kaderin hükmü ile ilgili sıkıntılara sabretmek, (Allah´ın) emrini (nefsin arzusuna) tercih etmek, (sana nazar etmekte olduğunu düşünerek) bakışından haya etmek, Sevdiği şeyi yapmak için bütün gayreti harcamak, O´na ulaştıran bütün sebeplere derhal tevessül etmek, (ünsüz bir şekilde) sönük kalmaya kanaat etmek, Rabb´a vâsıl oluncaya kadar gönül bakımından (sükûn-suz ve) kararsız olmak (endişe içinde bulunmak).
Ebu Bekir Varrak, «Şu üç şey mürit için âfettir: Evlenmek, hadis yazmak, sefer yapmak», demiştir. Hadis yazmayı niçin bıraktın diye sorulunca: «Bu işle uğraşmama irâde (ve müritlik) engel oldu», diye cevap vermişti.
Hatemu´l-Asamm, «Bir müridin muradından başka bir şey irâde ettiğini görürsen, bil ki o içindeki pisliği ortaya sermiştir», demiştir. (Derviş görünüyor, fakat dünyayı irâde ediyor).
Kettânî şöyle demiştir: «Şu üç şeyin kendinde bulunması müridin hükmündendir. Galebe hâlinde uyumak, yoksulluk hâlinde yemek, zaruret halinde konuşmak».
Cüneyd şöyle der: «Allah Taâlâ müride hayır murad etti mi, onu sûfîler zümresine ilhak eyler ve kurra (hafızlar) ile sohbet etmesine engel olur».
Dakkak der ki: «İrâdenin sonu Allah Taâlâ´ya işaret etmen ve hemen işaretle beraber O´nu bulmandır». Bu sözü söyleyen Dakkak´a sordum: «İrâdeyi şümulüne alan şey nedir » Şu cevabı verdi: «Allah Taâlâ´yı işaretsiz bulmandır».
Ebu Bekir Dakkak, «Sol tarafta bulunan (ve günahları yazan) melek yirmi sene yazacak (bir günah) bulamazsa, ancak o zaman mürit mürit olur», (aksi halde olamaz) demiştir. –
Ebu Osman Hîrî, «Başlangıçta irâdesi sıhhatli (müritlikte samimi) olmıyanın zaman geçtikçe ancak betbahtlığı artar», demiştir.
Ebu Osman şöyle demiştir: «Mürit sûfilerin ilmine ait bir şey işitir, sonra onunla amel ederse, bu ömrünün sonuna kadar istifade eder.
onunla amel etmeyen kimse için işittiği şey ezberlenen bir hikâye halinde akılda kalır, sonra da unutulur gider».
Vâsıtî, «Müridin ilk makamı, kendi irâdesini (ve nefsanî arzusunu) iskât ederek Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´yı irâde etmektir», demiştir.
Yahya b. Muaz, «Müride en güç gelen şey zıtlar (ağyar ve diğerân) ile düşüp kalkmaktır», (çünkü mürit Hakk´ı irâde ediyor, zıddı ise masivâyı irâde ediyor), demiştir.
Yusuf b. Hüseyn, «Müridin ruhsat ve (mal) kazanma ile uğraştığını görürsen, bil ki ondan hayır gelmez», demiştir. (Mürit azimet ve takva ile amel eder).
Cüneyd´e sorulmuş: Tasavvufi menkıbelerin müritlere ne faydası vardır Şöyle cevap vermişti: «Menkıbeler Allah Taâlâ´nın ordularından bir ordudur. Allah onunla müritlerin kalplerini kuvvetlendirir». Peki, bunun delili var mıdır sorusuna Cüneyd: «Evet, Aziz ve Celil olan Allah´ın: ´Biz sana peygamberlerin kıssalarını anlatıyoruz, bununla kalbini tesbit ve takviye ediyoruz´(Hud, 11/20), sözü bunun şahididir», cevabını vermişti.
Cüneyd der ki: «Gerçek ve sâdık mürit ulemanın ilmine muhtaç değildir». (Allah bildiği ile amel edene, bilmediğini öğretir).
Mürid ile murâd arasındaki fark: Her hakiki mürit aynı zamanda murâddır. Çünkü Allah Taâlâ onu irâde etmek suretiyle Hakk Taâlâ´nın muradı olmasaydı, mürit olamazdı. (Onun mürit olması Allah´ın muradı olmuştur). Zira Allah Taâlâ´nın irâde etmediği hiç bir şey olmaz. Her murâd mürittir. Çünkü Hakk Sübhanehu ve Taâlâ onu hususi bir şekilde irâde edince, irâdeye (ve mürit olmaya) onu muvaffak kılar. Durum bu olmakla beraber sûfîler mürit ile murâd arasında fark görmüşlerdir.
Onlara göre mürit (tasavvufa yeni intisab eden) mübtedidir. Murâd (sülûkün sonuna varan) müntehidir. Mürit yorgun ve bitkin halde bulunan, sıkıntı ve meşakkatlara göğüs geren zattır. Murâd ise meşakkata girmeden işi (Allah tarafından) lütuf ve rıfk ile muamele edildiği için müreffehtir.
Allah Taâlâ´nın vuslat maksadı peşinde koşanlar hakkındaki kânunu (ve sünneti) muhteliftir. Çoğu çeşitli mücâhedelere muvaffak kılınırlar, sonra çeşitli âfet ve musibetlerin sıkıntılarına katlanır ve yüce mânalara erişirler. Birçoğu da daha başlangıçta muazzam mâkamlara ulaşır.
çoğu nail oldukları bu nevi lutuflardan sonra, riyazet sahiplerine has hükümler cinsinden eksikliklerini tamamlamak için mücâhede makamına iade olunurlar.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın, «Mürit (meşakat ve sıkıntıları) taşıyan (mütehammil), murâd taşınan (mahmul) zattır», dediğini duymuştum.
Yine ondan duymuştum: «Musa (a.s.) mürid idi. Onun için ´Rab-bım, kalbimi aç´ (Tâhâ, 20/25) demişti. Peygamberimiz (s.a.) murâd idi. Onun için hakkında: ´Kalbini açmadık mı Sırtına ağırlık veren yükünü indirmedik mi İsmini yüceltmedik mi ´ (İnşirah, 94/1-3) buyrulmuştur. Aynı şekilde Musa (a.s.): ´Rabbım, göster bana zatını, göreyim seni´, demiş ve Hakk Taâlâ´nın: ´Beni göremezsin´ demesine muhatap olmuştu (A´raf, 7/123). Hakk Taâlâ, Peygamberimiz (s.a.) e: ´Rabbını görmez misin gölgeyi nasıl uzattı´ (Furkân, 25/45) demişti».
Ebu Ali derdi ki: «´Rabbını görmez misin´ ve ´Gölgeyi nasıl uzattı´ cümlelerinden maksat; kıssa (ve vaka) yi örtmek ve (rüyet hâlini) korumaktır» (istenmeden verilen rüyeti kapalı olarak ifade etmek ve bunu ehl-i bâtıldan korumaktır. Allah Hz. Musa´ya «len terâni» Beni göremezsin, dediği halde, Hz. Peygamber´e «Elem tere ilâ Rabbike», Rabbını görmedin mi buyurmuş, bununla «gördün» demek istemiş, fakat dikkati gölgenin uzatılmasına çekerek vukua gelen rüyetullah hadisesini ehil olmayanlardan gizli tutmuştur).
Cüneyd´e, mürit ve murâddan sorulunca şöyle demişti: «Mürit devamlı olarak (şer´î) ilim ile idare edilir. Murâd ise sürekli olarak Hakk Taâlâ´nın riâyet ve gözetlemesi ile idare edilir. Çünkü mürit yürür, murâd ise uçar, yürüyen uçana ne zaman yetişecektir »
Denilmiştir ki: Zunnûn, Bayezid Bistâmî´ye bir adam göndermişti ve adama: «Git, Bayezid´e de ki: Bu uyku ve rahat ne zamana kadar böyle Kafile geçip gitti», demişti. Bayezid, adama, «Git kardeşim Zunnûn´a de ki: (Allah) adamı o kimsedir ki gece sabaha kadar uyur, sonra da menziline kafileden evvel ulaşır», demişti. Bu söz Zunnûn´a ulaştırılınca: «Bayezid´i tebrik ederim. Bu bizim hâlimizin ulaşmadığı bir sözdür», demişti.
Allah Taâlâ: «O kimseler ki, Rabbımız Allah´dır, dediler ve istikâmet üzere oldular. (Onların üzerine bir korku yoktur, mahzun olacak olanlar da onlar değillerdir)», (Ahkaf, 46/13; Fussılet, 41/30) buyurmuştur (82).
Nebî (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Tam olarak başaramazsanız bile yine de istikâmet üzere olunuz ve biliniz ki, dinî hükümlerin en hayırlısı namazdır, müminden başkası abdesti muhafaza edemez» (83).
istikâmet; her şeyin kendisi ile kemâl bulduğu ve tamam olduğu (ahlâki ve dini) bir derecedir. Her nevi hayrın husule gelmesi ve nizama konulması istikâmetin varlığı ile mümkündür. Hâlinde istikâmet üzere bulunmayanın gayreti boşa gider, cehdi zayi olur. Allah Taâlâ: «İpliği güzel bir şekilde eğirdikten sonra tekrar bozan kadın gibi olmayınız» (Nahl, 16/92), buyurmuştur.
Bir kimse sıfatında istikâmet üzere olmazsa bulunduğu makamdan ileriye gidemez, sülûkünü sağlam bir temel üstüne bina kılamaz. Başlangıç halinde bulunan kimse için şart olan bidayetin edepleri konusunda istikâmet üzere olmaktır. Nitekim nihayetin edepleri konusunda istikâmet üzere olmak da arifin hakkı ve vazifesidir.
Bidayet ehline mahsus istikâmetin emmaresi (Allah ile olan) muamelelerinde bezginlik halinin arız olmaması (fütur ile kirlenmemesi) dır. Yolun ortasında bulunan (vesâit ehline) mahsus istikâmetin emmaresi makamlarında durgunluğun bulunmaması (ve hallerini güzel görmemeleri) dir. Nihayet ehline mahsus istikâmetin emmaresi vuslatlarına perdenin engel olmaması (Allah´ı temaşa ederken arada hicabın bulunmaması) dır.
82. İstikâmet: Lügatta; düzgün ve doğru olma, eğri olmama; ıstılahta; sülük esnasında herhangi bir cihete meyletmeden itidal üzere hareket etmek, Allah´a rağmen tercih yapmamak, emirlere uymada ve nehiylerden kaçınmada devam, ilâhî hükümleri bilmede kemâl sahibi olmanın doğurduğu netice.
Nevileri: Dilde istikâmet: Hikmet söyleme, doğru konuşma; kalpte istikâmet: Himmet ve niyette doğruluk; Nefiste ve bedende istikâmet: Güzel hizmet ve kulluk yapmak; Ruhda istikâmet: Derin ve mükemmel bir saygı hissi; şuurda istikâmet: Nimetle değil, nimeti verenle meşgul olmak.
83. Malik, Muvatta, Taharet, 4; Ibn Mâce, Taharet, 4; îbn Hanbel, V, 280,
Ebu Bekir (r.a.) «İstikâmet üzere olun» âyetini, «Şirk koşmayın» şeklinde izah etmiştir. Ömer (r.a.) ise bu emri: «Tilki gibi eğri büğrü gidişat sahibi olmayın», şeklinde anlatmıştır. Hz. Ebu Bekir´in izahı tevhidde usûle riayet şeklinde anlaşılmalıdır. Hz. Ömer (r.a.) in izahı ise âyette bir tevil arama ve ahidlerin şartlarına riayet, tarzında kavranmalıdır (Hz. Ebu Bekir´in sözü âyetin baş tarafına ve zahirine uygundur. Hz. Ömer´in sözü ise bir tefsirdir). İbn Atâ ise âyete «Kalpleri sadece Allah Taâlâ ile olmak suretiyle istikâmet üzere oldular», mânasını vermiştir.
Ebu Ali Cürcanî, «İstikâmet sahibi ol, keramet sahibi olma. Zira nefsin kerameti talep hususunda hareket halindedir, Aziz ve Celil olan Rabb´ın ise senden istikâmet talebetmektedir», demiştir.
Ebu Abdurrahman Sülemî´nin şöyle dediğini işittim: Sülemî, Ebu Ali Şebevî´nin Resûlüllah (s.a.) ı rüyasında gördüğünü ve ona şu soruyu sorduğunu söylediğini işitmiş: «Şebevi —Ya Resûlallah— ´Benim saçlarımı Hud suresi ağarttı´ sözünün senden rivayet edildiği doğru mudur Bu doğru ise, Hud suresinin hangi kısmı seni ihtiyarlattı, Nebilerin kıssaları mı, yoksa geçmiş milletlerin mahvolmaları mı. Resûlüllah: ´Bunların hiç biri değil, sadece Hakk Taâlâ´-nın: ´Emrolunduğun gibi istikâmet üzere ol!´ sözü beni ihtiyarlattı, saçlarımı ağarttı´ (84) buyurdu».
Denilmiştir ki: Büyükler (ekâbir) hariç istikâmete kimsenin takati yetmez. Zira istikâmet alışkanlıkların dışına çıkmak, resmi (ve şekilci) likten ve âdetlerden ayrılmak, hakiki mânadaki sıdk ile Hakk Taâlâ´nın huzurunda durmaktır. Bunun içindir ki, Resûlüllah (s.a.): «Her ne kadar (hakiki istikâmete) güç yetiremezseniz de yine de istikâmet üzere bulununuz», buyurmuştur.
Vâsıtî, «Bütün güzel olan her şey (ve huy) istikâmet ile kemâl bulur. O olmayınca bütün güzellikler çirkinleşir», demiştir.
Şiblî (r.a.) nin şöyle dediği hikâye edilir: «İstikâmet, yaşadığın zaman içinde kıyametin koptuğunu (ve Allah´ın huzurunda bulunduğunu) müşahede etmendir».
Sûfîler derler ki: Gıybeti terketmek sözdeki istikâmet, bid´atı terketmek inançtaki istikametttir.
84. Tirtnizî, Tefsir, 56.
«istikâmetteKi insanların talepleri doğruluk üzere bulundurmasını, sonra (kâlû belâdaki) ahidlerinde devamlı kılmasını, (İslâmın koyduğu) sınırlara riayet etmelerini nasip etmesini (sûfîler) Hakk Taâlâ´dan talep eylediler», demektir.
Üstad (Kuşeyrî) der ki: İyi bilinsin ki istikâmet devamlı surette kerameti gerektirir. Zira Hakk Taâlâ: «Eğer (İslâm) yolunda istikâmet üzere bulunsalardı, onları bol bol (rahmet ile) sulardık» (Cin, 72/16) buyurmuştur. Bu âyette «Onlara su verirdik» (saky) denmemiş, tersine «Onları sulardık» (iskâ) denilmiştir. Su (rahmet ve yağmur) vermenin devamlılığını anlatmak için «iskâ» masdarı kullanılmıştır.
Cüneyd şöyle demiştir: «Çölde deve dikeninin altında oturan bir gence rastladım ve: Burada oturmanızın sebebi nedir diye sordum. Genç bana: Kaybettiğim bir mal, diye cevap verdi. Genci terkettim, oradan savuşup gittim. Hacdan dönerken yine bu gence rastladım. Fakat bu sefer eskiden bulunduğu mahalle yakın bir yere intikal etmişti. Tekrar: Burada oturuşunun sebebi nedir diye sordum. Genç: Aramakta olduğum şeyi burada buldum, onun için buradan ayrılmıyorum, dedi». (Gencin birinci hâli fakd, kaybetme, arama talep, niyaz ve sebat; ikincisi vecd, bulma, nimete şükretme ve ilâhi lutfa nail olma halidir). Cüneyd demiş ki: «Bu gencin hangi hâlinin daha şerefli (ve büyük) olduğunu kestiremedim. Kaybettiği hâlini sıkı bir şekilde araması mı, yoksa muradına nail olduğu yere sıkı bir şekilde bağlanması hâli mi daha ehemmiyetlidir, bilemiyorum». (Zira ikisi de çok önemli iki hâldir, Allah´ın men´ine de, atasına da, ver-meyişine de, verişine de aynı derecede razı olma çok yüksek iki hâldir. İstikâmet üzere olan kişi iyi ve güzel bir hâlini yitirdi mi, sürekli olarak onu arar, yitiğini buldu mu ona sıkı bir şekilde sarılır).
26. İhlas*
Hakk Taâlâ: «Dikkat! Hâlis din Allah´ındır». (Zümer, 39/3) bu-Ihlas bahsini krş: Lama, s. 218; Ta´arruf, s. 99; ihya, III, 268; IV, 364.
Üstad Kuşeyrî der ki: İhlas; taat ve ibadette) sırf Allahu Taâlâ´yı kasdetmektir. Bu da taatla başka herhangi bir şeyle değil—, sadece Allah Taâlâ´ya yaklaşmayı (takarrub) irâde etmek suretiyle olur. Allah Taâlâ´dan başka bir mahlûk için yapmacık bir şey işlemek, halkın meth ü senasını kazanmak, halk tarafından sevilmeyi arzulamak ve Allah Taâlâ´ya yaklaşan niyeti dışında herhangi bir mâna (ve maksat) taşımak ihlasa manidir.
Şöyle demek de doğrudur: İhlas, mahlûkların mülâhaza (ve takdirinden) fiilin tasfiye edilmesidir. Şöyle demek de doğrudur: Şahısların mülâhaza ve takdirinden korunmaktır.
Müsned bir hadiste varid olmuştur ki: Nebi (s.a.), Cebrail (a.s.) den, O da Hakk Taâlâ Hazretlerinden şu haberi vermiştir: «İhlas benim sırrımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiğim bir kulumun kalbine tevdi ederim» (87).
İzzet sahibi Rab Taâlâ: «İhlas benim sırrımdan bir sırdır, onu kullarımdan sevdiğim bir kulumun kalbine tevdi ederim» (veya tevdi ettim) buyurmuştur.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu söylediğini işitmiştim: «İhlas, halkın mülâhaza (ve ameli takdir arzusundan) sakınmaktır. Sıdk; nefsin mütalaasından (ve ameli görüp kendini beğenmişlik haline kapılmasından) arınmaktır. îhlas sahibi olan muhlisde riya yoktur. Sıdk sahibi olan sâdıkta ise kendini beğenmişlik hâli (ucb) yoktur».
85. Amelin kabul ediliş sırrının ruhu, emele ulaşmanın en büyük vasıtası, ebedi saadete nail olmanın emmaresi ihlastır. Lügatta ihlas; saf, katışıksız, vâsıl olmak, kurtulmak, pişirmek ve tahsis etmek; Istılahta; riya, sum´a, gösteriş, şirk, alâyiş; samimiyetin zıddı, sırf Hakk rızâsını düşünmek, sadece Allah´ı düşünerek konuşmak, hareket ve ibadet etmek. Dereceleri:
a. en aşağısı; Dünyada ikram ve ihsana nail olmak ve dünyevî musibetlerden kurtulmak için amel etmek,
b) Ortası; Dünya ve âhiret nimetlerine nail olmak, için amel etmek, c) En yüksek derecesi; Sırf ubûdiyyetin hakkını ifa etmek için Hakk Taâlâ´nın emirlerine uymak, sadece rızâsını kazanmak için amel etmek. Kâmil ihlas budur. Yani dünyevî veya uhrevî bir maksat için değil, sadece Allah rızâsı için amel etmek. Bu tarifler kâmil ihlas içindir.
86. ibn Mace, Mukaddime, 18; Darimî, Mukaddime, 24; ibn Hanbel, III, 325.
87. Irakî, İhya kenarında, IV, 364.
Ebu Yakub Sûsi, «(İnsanlar) ihlaslarmda ihlas gördükleri zaman ihlasları ihlasa muhtaç olur». (Ihlaslı kimse ihlas üzere olur, fakat bunu görmez, görürse ihlası eksiktir, demektedir).
Zunnûn Mısrî demiştir ki: «Şu üç şey ihlas alâmetidir: Kişinin nezdinde halkın övmesi ve yermesi eşit olmak, amelde ameli görmeyi unutmak (çalışmak, fakat çalışmaya kıymet vermemek), amelin âhirette sevap getirdiğini unutmak».
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî (r.a.) diyor ki: Ebu Osman Mağribî şöyle demiştir: «İşlenen amelde hiç bir şekilde nefsin hazzı (ve nasibi) olmazsa bu, halkın ihlası adını alır. Has kulların ihlasına gelince, bu (Rabları tarafından) üzerlerine tatbik edilen bir şeydir, kendileri vasıtası ile (işlenen bir amel) değildir. Bu tatbik (icra ettirme) neticesinde has kullardan taatlar zuhur eder, halbuki onlar bu amellerden kendilerini uzak bulur, amelleri görmezler, amellere değer (ve önem) vermezler, havassın ihlası işte budur». (Havas amel işler, fakat daima ameli lütfeden nazar eder, ona önem verir, iyi amelleri kendinden değil, Rabbından bilir).
Ebu Bekir Dakkak der ki: «Her insanın ihlasındaki eksikliği (amelinde) ihlasını görmesidir. Allah Taâlâ (bir kulun) ihlasını (riya ve kendini beğenmeden) halis kılmak murad ettiği zaman ıhlasından ´Ihlası görme´ keyfiyetini iskat eder. O zaman kul muhlis (ihlasa sahib olan) değil, muhlas (ihlasa sahip kılınan) olur» Sehl (Tusteri) demiştir ki: «Ihlas sahibi olmıyandan başkası riyayı tanımaz» (ve ondan korunamaz, riyakâr ihlası bilmez).
Ebu Said Harraz şöyle demiştir: «Ariflerin riyası müridlerin ihlasmdan efdaldır» (89).
Zunnûn Mısrî, «Ihlas, düşmanın (ve şeytanın) ifsat etmesinden muhafaza edilen şey (amel) dir», demiştir.
88. Muhlis (ihlaslı, ihlas sahibi) kendi irâdesi ve gayreti ile ihlasa kavuşan kimsedir. Muhlas (ihlas sahibi kılınan) ise muhlisliğe ilâveten Allah tarafından kendisine ihlas bahşolunan zattır. Kur´an´da her iki tabir de geçer (Ğâfir, 40/14; Sâd, 38/83).
89. Arif daima amelini Allah´tan görür, kendinden görünce bunu riya sayar, amel ile değil, ameli yaratan ile huzur ve sükûn bulur; Mürid ise ameli daima kendinden görür, kendine ait olarak gördüğü ameline Allah´ın rızâsından başka bir şey karıştırmaz.
Denilmiştir ki: Ihlas, kendisi ile Hakk Sübhanehu ve Taâlâ murad edilen ve sıdk kasdedilen şey (amel) dir.
Ve yine; ihlas, amelleri görmemezlikten gelmektir, denilmiştir.
Seriyyü´s-Sakati, «Kim kendisinde bulunmıyan bir şey ile halka süslü görünürse Allah Taâlâ´nın gözünden düşer», der.
Fudayl (b. İyâz), «Halk için ameli (ve günah olan şeyleri) ter-ketmek riyadır, halk için amel (ve ibadet) ise şirktir. Ihlas ise Allah´ın bu iki şeyden seni afiyette kılmasıdır», demiştir.
Cüneyd şöyle demiştir: «Ihlas, Allah Taâlâ ile kul arasında bulunan bir sırdır; Melek bilmez ki (sevabını) yaza, şeytan bilemez ki if sad ede, hevâ ve heves bilemez ki saptıra».
Rüveym, «Ameldeki ihlas, sahibinin iki cihanda karşılık beklemediği ve iki melek (Kiramen Katibinin yazma bakımından) nasip almadığı bir şeydir», demiştir.
Sehl b. Abdullah´a soruldu: Nefse en ağır gelen şey nedir Şöyle cevap verdi: «Ihlas, çünkü nefsin ihlasda nasibi yoktur».
Sûfîlerden birine ihlasın ne olduğu sorulunca: Aziz ve Celil olan Allah´tan, başkasına amelini göstermemendir, cevabını vermiştir.
Sûfilerden birisi anlatıyor: Bir cuma günü namazdan evvel Sehl b Abdullah´ın evine girdim, evde bir yılan gördüm. Çekindiğim için ayağımın birini ileri, diğerini geri atıyordum. Durumu farkeden Sehl dedi ki: «Bir kimsenin imanın hakikatına vasıl olabilmesi için yeryüzünde korkulan hiç bir şeyin kalmaması (ve sadece Allah´tan korkulması) şarttır». Sonra ilâve etti: «Mescid (-i Nebi) de namaz kılmak ister misin » Mescid ile aramızda bir gün ve bir gecelik mesafe var, dedim… Elimden tuttu, aradan çok az zaman geçtikten sonra mescidi gördüm, (Tayy-ı mekân vâki oldu) mescide girdik ve cumayı kıldık, sonra dışarı çıktık. Sehl, kapının önünde durdu ve mescid-den çıkan halka bakmaya başladı, şöyle dedi: «Lâ ilahe illallah diyen çok, fakat bu konuda ihlas üzere olanlar azdır».
Mekhûl, «Kırk gün ihlas üzere bulunan hiç bir kul^ yoktur ki kalbinden zuhur eden hikmet menbaları dilinden dökülmüş olmasın». (Dil, kalbin tahkik ettiği hikmetleri söyler), demiştir.
Yusuf b. Hüseyn şöyle demiştir: «Dünyada en aziz şey ihlastır, riyayı kalbimden söküp atmak için ne kadar gayret ediyorum!