27. Sıdk
Allah Taâlâ: «Ey iman edenler, Allah´tan korkun ve sâdıklarla beraber olun». (Tevbe, 9/119) buyurmuştur.
Abdullah b. Mesud´dan rivayet edildiğine göre Nebi (s.a.) şöyle´ buyurmuştur: «Kul, sürekli olarak doğru söyler ve doğruyu (sıdk) ararsa, Allah indinde sıddik olarak yazılır. Yalan söyler ve yalanı ararsa Allah nezdinde yalancı olarak yazılır» (90).
Üstad Ebu Ali şöyle demiştir: «İşin direği (ve başı) sıdk (ve doğruluk) tır, her iş onunla tamam olur, onda nizamını bulur. Nübüvvetin hemen altındaki derece sıdktır. Allah Taâlâ: ´Onlar, Allah´ın kendilerine ihsanda bulunduğu nebiler ve sıddiklarla beraberdir´ (Nisa, 4/69) buyurmuştur».
Sâdık, sıdk kökünden türetilen lâzım (geçişsiz) bir isimdir. Sıddik ise sıdkın mübalağa sığasıdır, çok doğru (kesin -sıdk), kendisinde sıdk galip olan demektir: Sikkir (çok sarhoş), hımmîr (ayyaş) v.s. gibi… Sıdkın en aşağı derecesi, için dışa (sırrın alâniy-yete) eşit olmasıdır. Sâdık, sözlerinde doğruluk bulunan zat demektir.
Ahmed b. Hadraveyh, «Allah Taâlâ´nın kendisiyle beraber olmasını isteyen kimse sıdk esasına dört elle sarılsın, zira Allah Taâlâ: ´•Şüphesiz ki Allah sâdıklarla beraberdir´ (Bakara, 2/153) buyurmuştur», demiştir.
Cüneyd, «(Daima delile dayanarak en efdal ve en gerçek olanı ariyan) sâdık günde kırk kalıba (ve şekle) girer, (hâlini beğenen) mürai ise kırk sene bir hâl üzere kalır», demiştir.
Ebu Süleyman Darânî demiştir ki: «Sâdık, kalbinde olanı vasfet-mek istese dili ile ifade edemez». (Zira kalbine gelen fuyûzatı anlatmaya güç yetiremez).
Sıdk, helak olunacak yerde hak olanı söylemektir, denilmiştir.
• Sıdk bahsini krş: Luma, s. 216; Kûtu´I-kulûb, I, 324; İhya, IV, 374. 90. Buharî, Rikâk, 38; Müslim, Birr, 29; ibn Hanbel, I, 399.
Sıdk, lügatta: Doğru, doğruluk, yalanın zıddı, vaka ve hadiseye mutabık haber, vefa, ahde bağlılık, hak olan; Istılahta: Olanı olduğu gibi anlama ve anlatma; Nevileri: Dilde, kalpte ve fiilde doğruluk diye üç çeşittir.
Sıdk Allah Taâlâ´nın ahdine vefa etmektir». («O şahıslar ki Allah ile yaptıkları muahedeye sadık kalırlar…» (Ahzab, 33/23), âyeti bunu ifade eder).
Sehl b. Abdullah, «Nefsine veya başkasına müdâhene (ve yağcılık) eden sıdkın kokusunu koklamamıştır», demiştir.
Ebu Said Kureşî şöyle demiştir: «Sâdık, (ansızın ölüm gelince) içi açılsa (zahiri bâtınına mutabık olduğu için) utanmıyan ve ölümü rahat “bir şekilde karşılayan zattır. Allah Taâlâ: ´—Cennet bizimdir, iddiasında— sâdık iseniz ölümü temenni ediniz´ (Bakara, 2/ 94), buyurmuştur» demiştir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şöyle dediğini işittim: «Bir gün Ebu Ali Sakafî konuşurken Abdullah b. Münâzil ona: Ey Abdullah sen de ölüme hazır ol, şüphesiz öleceksin, dedi. Bunun üzerine Abdullah kolunu yastık şeklinde uzatarak başını koluna koydu ve: işte öldüm, dedi (ve öldü). Bu durum karşısında Ebu Ali söyliyecek laf bulamadı. Zira ona fiilen mukabele etmek imkânına sahip değildi. (Onun gibi yapamadı). Ebu Âli´nin (kendisini dünyaya bağlayan bir takım alâkaları vardı. Abdullah ise mücerred idi, (bütün dünyevî rabıtaları koparmıştı) Allah´tan başka meşguliyeti yok idi».
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin şunu anlattığını duydum: «Ebu´l-Abbas Dineverî (Allah aşkı konusunda) konuşuyordu. O mecliste bulunan yaşlı bir kadın vecde geldi ve bir sayha attı. Ebu´l-Abbas Dineverî kadına (eğer bunda sâdık isen) öl, dedi. Sonra kadın ayağa kalktı, birkaç adım yürüdü, Ebu´l-Abbas´a baktı ve işte öldüm, dedi ve cansız yere düştü».
Vâsıti, «Sıdk, kast ile beraber tevhidin sıhhatidir», (Sırf maksadın Hakk olması kaydı ile sahih bir tevhiddir), demiştir.
Abdülvâhid b. Zeyd, müritlerinden çok zayıflamış birine baktı ve: «Evlâdım, orucu devam ettiriyor musun » diye sordu. Mürit: İftarı devam, ettiremiyorum. (Bazan oruç tutuyor, bazan oruç tutamıyorum) diye cevap verdi. Abdülvâhid: «Peki gece devamlı namaz kılıyor musun » dedi. Mürit: Uykuyu devam ettiremiyorum, dedi. Abdülvâhid sordu: «Neden böyle zayıfladın » Mürit cevap verdi: Daimî aşk ve bunu gizleme hali. Abdülvâhid müride: «Sus! Bu cüreti nereden alıyorsun böyle » dedi. Mürit ayağa kalktı, bir iki adım yürüdü ve: ilâhî eğer sâdık isem beni yanına al, dedi ve ruhunu teslim ederek yere düştü.
Bir gün korsan yolumu kesti, içi dolu keseyi bulunca içinde kaç altın var diye sordu. İçimden, doğru söylemekte hayır vardır, dedim ve sonra beşyüz dinar, dedim. Onu bana ver, dedi. Ben de çıkarıp keseyi verdim. Adam dinarları saydı, beşyüz olduğunu gördü ve: Keseni al, sıdkın beni tuttu (korkun bana tesir etti) dedi. Sonra bineğinden indi ve buyrun, siz binin, dedi. Ben: Binmek istemiyorum, dedim. O: Olmaz, mutlaka bineceksin dedi ve ısrar etti. Neticede bineğe bindim. Adam: Ben de peşinden geliyorum, dedi. Gelecek yıl olunca tekrar beni buldu, bir daha ölünceye kadar benden ayrılmadı».
Cafer Havvas, İbrahim Havvas´ın şunu söylediğini işitmiştir: «Sâdıkı, ya üzerine farz olanı edâ ederken veya nafile ibadetle meşgul olurken görürsün, başka bir hâl üzere göremezsin».
Cafer Havvas, Cüneyd´in şöyle dediğini duymuştur-. «Sıdkın hakikati, yalandan başka şeyin seni kurtaramayacağını (sandığın bir) yerde doğru söylemendir».
Denilmiştir ki: Şu üç husus sâdıktan başkasında bulunmaz: Tatlı bir dil, heybetli (ve saygı duyulur) bir görünüm ve nurânî bir yüz. (Halâvet, heybet, melâhat).
Ve yine şöyle denilmiş: Allah Taâlâ ve Takaddes Hazretleri Davud (a.s.) a şöyle vahyetti: «Ey Davud, içinden bana sadakat gösteren kimseyi açıkça mahluklar arasında tasdik ederim. (İçini sıdk ve ihlas ile imar edenin dışı da sıdk ve ihlas ile mamur olur).
Denilmiştir ki: İbrahim b. Davha, İbrahim b. Setenbe ile bir çöl yolculuğu yapmıştı. İbn Setenbe, İbn Davha´ya, «Yanında bulunan (ve seni maddeye bağlayan) alâkaları at», dedi. îbn Davha, «Bu söz üzerine bir dinar hariç yanımda bulunan her şeyi çıkarıp attım», diyor. Fakat yine İbn Setenbe, «Ey İbrahim, iç (bâtın) imi meşgul etme, yanında bulunan alâka (malların hepsini at», dedi. îbn Davha, «O bir dinarı da çıkarıp attım», diyor. Sonra îbn Setenbe, «Yine yanında bulunan bütün maddî şeyleri (alâyik) çıkar ve at», dedi. Bunun üzerine bende ne var acaba diye düşündüm, çarığımın bir sırımı bulunduğunu hatırladım, onu da söküp attım. Ondan sonra yolda ne zaman bir sırıma muhtaç olsam (bir keramet olmak üzere) yanımda hazır tasma bulurdum. Bunun üzerine îbn Setenbe bana: «İşte Allah ile olan muamelesi sıdk esasına istinat edenin hâli böyle olur», dedi.
Zunnûn Mısrî, «Sıdk Allah´ın kılıcıdır, hangi şeyin üzerine konulursa konulsun onu keser», demiştir. (Doğruluğun açmadığı bir kapı yoktur demiştir. (Sâdık bütün vaktini sıdka ayırmıştır, vesveseye meyli yoktur).
Feth Musûlî´ye sıdktan sorulunca, elini körük ile kızdırılan ateşlerin arasına soktu, kızgın bir demir çıkardı ve avucunun ortasına koyarak: «Sıdk işte budur», dedi. (Bu, Allah´a iltica nevinden bir sıdktır. Allah´a iltica konusunda ateşin bana tesir etmeyeceği kadar sâdıkım, demektir).
Yusuf b. Esbat, «Allah Taâlâ ile sıdk üzere bulunarak bir gece geçirmem Allah yolunda kılıç sallamam (cihad) dan daha çok arzu ettiğim bir şeydir», demiştir.
Üstad E bu Ali Dakkak´ın, «Sıdk, halka olduğun gibi görünmen veya onlara göründüğün gibi olmandır», dediğini işitmiştim. (Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün).
Haris Muhasibî´ye, sıdkın alâmeti sorulunca, şöyle demişti: «Sâdık o kimsedir ki, halk nezdindeki itibarının hepsi insanların gönlünden çıksa (kalbi o derece salâh bulmuştur ki) buna hiç aldırmaz-, batmanlar ağırlığınca güzel ameli bulunsa, halkın bunu bilmesini arzu etmez; kötü amelinin halk tarafından bilinmesinden hoşnutsuzluk duymaz. Zira bundan hoşnutsuzluk halk arasında itibarının artmasını arzuladığının delili olur, bu ise sıddikların ahlâkından değildir» .
Sûfîlerden biri, daimî farzı edâ etmiyenin muvakkat farzı (beş vakit namazı) kabul olunmaz, demiş. Devamlı farzın ne olduğu sorulunca, «sıdk», cevabını vermişti.
Denilmiştir ki: Allah´ı sıdk ile istersen sana bir ayna (ve furkân) verir, dünya ve âhiretin bütün acaip varlıklarını bu (gönüle ait) aynada görürsün.
Şöyle denilmiştir: Doğruluğun zarar vereceğinden korktuğun zaman doğru sözden ayrılma, bunun faydasını görürsün; yalanın fayda vereceğine kani olduğun zaman yalan söyleme, çünkü bunun zararını görürsün.
Her şeyin bir değeri vardır, yalancının doğru söylemesinin hiç bir değeri yoktur, denilmiştir. .,Yalancının alâmeti, teklif edilmeden cömertçe yemin etmesidir, denilmiştir.
îbn Sirîn, «Kibar bir kimse için söz yalana ihtiyaç göstermiyecek kadar açık ve doğru olmalıdır.
28. Haya
Allah Taâlâ, «(İnsan) Allah´ın kendisini görmekte olduğunu bilmiyor mu » (Alak, 96/14) buyurmuştur (91).
Resûlüllah (s.a.): «Haya iman (in kemâlin) dandır», buyurmuşlardır (92).
Nebi (s.a.) bir gün ashabına: «Allah´tan hakkı ile haya ediniz» demiş. Ashab da: Ey Allah Resulü, Elhamdülillah haya ediyoruz, diye mukabele etmişlerdi. Bunun üzerine Resûlüllah, «Hakiki haya o değildir. Fakat gerçek manasıyla Hakk´tan haya eden başı (baştaki duyu organları) ve başın içindeki (düşünceleri) korusun, karnı ve karnın ihtiva ettiği (yeme ve içmesini) kontrol etsin, ölümü ve musibetleri hatırlasın, âhireti isteyen dünya hayatının zinetini terketsin, böyle yapanlar Allah´tan hakkıyla haya etmiş olurlar», buyurmuşlardır (93).
Hakimlerden biri: Haya edilen (muhterem zevat) ile sohbet etmek suretiyle hayayı diri tutunuz, demiştir.
Ibn Atâ: «En büyük ilim (olan ma´rifetullah´ın neticesi) heybet ve hayadır. (Bir kimsenin kalbinden) heybet ve haya (duygusu) gitti mi artık onda hayır kalmaz», demiştir.
Zunnûn, «Geçmişte Rab Taâlâ´ya karşı işlediğin günahların verdiği sıkıntı tesiri ile kalpte bir heybetin mevcudiyetine haya denir». (Allahı göre göre ben bu işleri nasıl yaparım, demek hayadır), demiştir.
Zunnûn şöyle der: «Aşk konuşturur, (bir şeyi seven, onu çok anar) haya susturur, havf (Allah korkusu) hüzünlendirir».
91. Haya, lügatta: Diri ve canlı olmak, hicap, utanma, sıkılma, ar; Istılahta: insanı zarardan men eden duygu, rahat ve rehavetten alıkoyan saygı hissi, utanılan bir şey veya kişi, göründüğü zaman sıkıntı ve değişiklik gerektiren hal ve sıfat. Nevileri: Haktan haya, halktan haya, her ikisinden haya. Hadiste: «Haya tümü ile hayırdır». «Haya sadece hayır getirir», buyrulmuştur.
92. Buharî, İman, 16; Müslim, İman, 12; Aclûnl, I, 369.
93. Tirnüzî, Kıyamet, 24; Ibn Hanbel, I, 387.
Ebu Bekr b. Eşkîr´in şunu anlattığını işittim: «Hasan. b. Haddad, Abdullah b. Münâzil´in yanına gitmiş, İbn Münâzil ona nereden geldiğini sormuş, o da, «Ebu´l-Kasım Müzekkir´in meclisinden geliyorum», demişti. îbn Münâzil tekrar sordu: «Müzekkir (Vaiz) Ebu´l-Kasım ne hakkında konuşuyor » îbn Haddad, «Haya konusunda», deyince Ibn Münâzil, «Allah Taâlâ´dan utanmıyan bir kimsenin hayadan bahsetmesi ne kadar şaşılacak şeydir!» dedi. (Haya bu huy ile huylananın anlatacağı şeydir, laf ile anlatılmaz. Burada maksat hayâsız bir vaizin gıybetini yapmak değil, bir gerçeği ortaya koyarak vaizi uyarmaktır).
Seriyyu´s-Sakâtî şöyle demiştir-. «Haya ve üns kalbin kapısını çalarlar, eğer burada zühd ve verâ´ bulurlarsa konaklarlar, aksi takdirde geçip giderler».
Cerîrî der ki: «îlk nesil (asr-ı saadette) aralarındaki muamelelerini din üzerine bina kıldı, bir zaman sonra din zaafa uğradı. Sonra ikinci nesil muamelelerini vefa esası üzerine bina kıldı, bir zaman sonra vefa ortadan kalktı, üçüncü nesil muamelelerini mürüvvet (adamlık, insanlık) esası üzerine bina kıldı. Bir müddet sonra mürüvvetten de eser kalmadı, daha sonra dördüncü nesil (Allah´ın emrini tutma, nehiylerinden kaçınma demek olan) muamelelerini haya temeli üzerine bina kıldı. Ondan sonra da halk muamelelerini rağbet ve rehbet (menfaat ümidi ve zarar korkusu) esası üzerine bina kıldı». (Artık bugün hayası olmıyanın ahlâkı yoktur).
Allah Taâlâ´nın: «Şüphesiz ki o (Zeliha, Yusuf a.s. ile sevişmeyi) kastetmiş, o da (Yusuf a.s. da aynı şeyi) düşünmüştü, Rabbının delilini görmeseydi!» (Yusuf, 12/24) sözünün izahında şu kıssa anlatılır: Zeliha evinin bir köşesinde bulunan putun üzerini elbise ile örtmüş (sonra «hadi» demiş), fakat Yusuf (a.s.) sormuştu: «Şu yaptığın işin mânası nedir » Zeliha, «Puttan utanıyorum», deyince; Yusuf (a.s.), «Sen puttan utandığından fazla ben Hakk Taâlâ´dan utanmaktayım», demişti.
Hakk Taâlâ´nın: «(Şuayb a.s. ın kızlarından) biri (Hz. Musa´nın) yanına yürüyerek ve haya ederek gelmişti…» (Kasas, 28/25) kavlinin izahında denilmiştir ki: Hz. Şuayb´ın kızı (Safûra) Musa (a.s.) dan haya, etmişti. Çünkü kız Hz. Musa´yı ziyafete davet etmiş ve Musa (a.s.) bu davete icabet etmez, endişesinden haya etmişti. Şu
ben halka ayıplarını unuttururum. Kıyamet günü aleyhinde şahitlik yapmasın, (bk. Zilzâl suresi) diye üzerinde günah işlediğin yere de günahlarını unuttururum. Ümmü´l-kitab (olan levh-i mahfuz) dan hatalarını silerim, kıyamet günü seni hesaba çekmem».
Derler ki: Bir adamın caminin dışında namaz kıldığı görülmüş ve sorulmuş: Neden camiye girip orada namaz kılmıyorsun Adam: Ona âsi olmuş bir kimse olarak evine (Hakk Taâlâ´nın evi olan camiye) girmekten haya ediyorum, demişti.
Denilmiştir ki: Haya sahibinin alâmeti utanılacak bir yerde (ve durumda) görülmemesidir.
Sûfîlerden biri şöyle demiş: Bir gece yola çıktık, ağaçlık bir mıntıkaya uğradık, uyuyan bir adam ve yanı başında otlayan bir at gördük, adama dürttük ve: Böyle yırtıcı hayvanların bulunduğu korkunç bir yerde uyumaktan hiç mi korkmuyorsun dedik. Adam başını kaldırdı ve: Allah Taâlâ´dan başka bir şeyden korkarsan O (Ulu Allah) ımdan haya ederim, dedi ve tekrar başını yere koyarak uyumaya devam etti.
Hakk Taâlâ Hz. İsa (a.s.) ya şunu vahyetti: «önce kendine vaaz et, o öğüt alırsa sonra halka vaaz et, aksi halde halka vaaz ederken benden haya et».
Hayanın şu gibi nevileri bulunduğundan bahsedilmiştir: Cinayet (günah işlemek) hayası: Âdem (a.s.) bunun örneğidir. Hz. Âdem´e: «Benden firar mı ediyorsun » denilince: «Hayır! Tersine (işlediğim günahtan ötürü) senden haya ediyorum», cevabını vermişti.
Kusur hayası: Seni teşbih ve tenzih ederiz, Sana hakkıyla ibadet edemedik, diyen meleklerin hayası gibi.
Tazim (ve iclâl) hayası: Aziz ve Celil olan Allah´tan haya ettiği için kanadını kapayan İsrafil (a.s.) hayası gibi.
Kerem hayası: Ümmetinden haya ettiği için; «evden çıkın», diyemiyen Resûlüllah (s.a.) in hayası gibi. Aziz ve Celil olan Allah bu konuda: «Ve sohbete dalmaksızın…» (Ahzab, 33/53) buyurmuştur. (Sahabe Resûlüllah´ın evinde sohbete dalar, Resûlüllah da haya ettiği için, çıkın gidin diyemezdi).
Haşmet hayası: Hz. Ali´nin hayası gibi. Hz. Ali, kızı Fatma (r.a.) ile evli olduğu için, mezinin çıkmasının dini hükmünü Resulullahtan sormaya haya etmişti.
Sadık mümin Sen´den istemekten haya ediyorum ya KaDir demiş, ounun üzerine Ulu ve yüce Allah da ona: «Hamurunun tuzuna ve koyununun otuna varıncaya kadar herşeyi benden iste», buyurmuştu.
Nimet hayası: Bu Rab Taâlâ´nın hayâsıdır. Sırat (köprüsünü) geçen kula mühürlü bir mektup verir, kul açar bakar ki içinde: «Sen yaptığım (ve yapmak istediğini) yaptın, fakat ben bu konuda aleyhinde bir açıklama yapmaktan haya ettim, hadi (Cennete) git, affıma mazhar olduğun hususunda şüphen kalmasın», ibaresi yazılı olduğunu görür.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın bu haber konusunda Yahya b. Muaz´m şu sözü söylediğini ifade ettiğini işitmiştim: «Tenzih ederim o yüce Allah´ı ki kul günah işler, fakat (kul değil) kendisi utanır!»
FudayL b. îyaz, «Şu beş husus şakavet (ve bedbahtlık) alâmetidir: Kalp katılığı, ağlamıyan göz, hayanın azlığı (ve yokluğu) dünyaya rağbet etmek, ihtiras (ve tûl-i emel)», demiştir.
Bir (mukaddes) kitapta: Kulum bana insaf ve adaletle davranmıyor. O bana dua ediyor, ben duasını reddetmekten haya ediyorum. Ama o bana âsi oluyor. Fakat bundan haya da etmiyor, denilmiştir.
Yahya b. Muaz, «Bir kimse itaat halinde Allah Taâlâ´dan haya ederse, o kimse günah işlerken Allah ondan haya eder», (de günahına bakmaz) demiştir.
Malûm olsun ki haya «erimeyi gerektirir. Derler ki haya, Mevlâ-yı Müteâl muttali olduğu için kalbin erimesi hadisesidir.
Haya, Rab Taâlâ´nın azameti karşısında «kalbin sıkılması» vakasıdır, denilmiştir.
Adam (hoca) oturup halka vaaz etmeye başladı mı, iki melek gelir ve ona şöyle seslenir: Kardeşine yaptığın vaazı önce kendine yap, aksi takdirde efendi (mevlânden haya et, zira o seni görmekte…
Cüneyd´e hayadan sorulunca şu cevabı vermişti: «(Allah´ın) nimetlerini görmektir, (ibadet ve ameldeki) kusurları görmektir, bu iki görüş arasından bir hal doğar ve ona haya adı verilir».
Vâsıti der ki: «(Allah´a verdiği) ahdi bozan ve haddi tecavüz eden kişi, hayanın kalbi yakmasından hasıl olan zevki tadamaz».
Ve yine Vâsıtî, «Haya edenden sel gibi ter boşanır. Bu onda bulunan faziletin eseridir. Nefiste (benlikten ve utanılacak işlerden) kurtulmak ister
Ebu Bekir Varrak, «Nice kereler olur ki sırf Allah rızası için 2 rekat namaz kılar, bunu selâmla tamamlar ve ondan sonra kendimi, haya yönünden hırsızlıktan dönen biri gibi (suçlu ve kusurlu) hissederim», demiştir.
29. Hürriyet*
Aziz ve Celil olan Allah: «İhtiyaçları bile olsa başkalarını kendilerine tercih ederler…» (Haşr, 59/9) buyurmuştur.
Müellif der ki: Müminler sırf dünyevi hususlardan sıyrılıp çıktıktan (ve böylece hürriyete kavuştuktan) sonra maddî menfaat bahsinde diğerlerini kendilerine tercih etmişlerdir.
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Sizden birine nefsinin kanaat edeceği (zaruret miktarı olan) şey kâfidir, insan neticede dört zira´ ve bir karış (yerden ibaret olan mezar) a gidecektir, iş sonuna dönecektir». (İtibar hatimeye olacaktır).
Müellif Kuşeyri der ki: Hürriyet, kulun mahlukların köleliği al-tmda bulunmaması ve maddi herhangi bir kudretin ona tesir etmemesi, demektir. Sıhhatli bir hürriyetin alâmeti eşya arasında fark görme halinin kalpte bulunmaması ve maddî şeylerin müsavi hale gelmesidir. (Bir şeyin değerlisi ile değersizinin arasındaki farkın zail olmasıdır).
Hz. Haris (r.a.) e, Resûlüllah (s.a.): «Dünyaya karşı kendimi zâhid hale getirdim, onun için nezdimde dünyanın taşı ile altını birdir», (94) demiştir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şunu söylediğini duydum: «Bir kimse dünyaya girerken dünyaya karşı hür olursa, âhirete göçerken de dünyaya karşı hür olur».
Ebu Ali Dakkak, «Dünyada dünyaya karşı hür olan âhirette de ona karşı hür olur», demiştir. (Hayatta dünyaya kul olmayan âhirette dünyevî konularda hesaba çekilmez).
* Hürriyet bahsini krş: Luma, s. 373. 94. Bezzar, Taberani.
Hakk Taâlâ ve Takaddes Hazretleri Peygamber (s.a.) ine: «Sana yakîn gelinceye kadar ibadet et». (Hicr, 15/99) buyurmuştur. Burada geçen «yakîn» kelimesinin «eel» mânasına geldiği hususunda müfessirler icmâ etmişlerdir.
Sûfîlerin temas ettikleri hürriyet nevi: Dünyevi menfaat ve uhrevî karşılık da dahil olmak üzere kulun mahluklara ait hiç bir şeyin boyunduruğu (ve esareti) altında bulunmaması, sadece tek (ferd olan, Allah) için olması, dünyada hemen verilecek bir mala, hasıl olacak bir arzuya, uzun vadeli bir isteğe, talebe, kasda, ihtiyaca ve hazza kul olmaması keyfiyetidir.
Şiblî´ye soruldu: Allah Taâlâ´nın Rahman (rahmeti bol) olduğunu bilmiyor musun Şöyle dedi: «Evet, biliyorum. Rahmetinin çok olduğunu anladığımdan beri (halimi bildiğine ve cömert olduğuna göre gereğini yapacak diye) bana merhamet etmesini talep etmedim».
Hürriyet makamı pek aziz (ve değerli) bir makamdır.
Şeyh Ebu Ali (r.a.) nin Ebu´l-Abbas Seyyârî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Kur´an´dan başka bir şeyin kıraati ile namaz kılmak sahih olsaydı şu beyitle namaz kılmak caiz olurdu: ´Zamandan olmıyacak şey istiyorum. Gözümün (dünyaya ve masivâya) hür olarak bakmasını (ve onu görürken hür olmasını) temenni ediyorum». (Dünya tamahının zillete düşürmediği ve uhrevî bir karşılık beklemiyen sırf hedefi Allah olan bir gözüm olsun, isterim).
Şeyhlerin hürriyet bahsindeki fikirleri: Hüseyn b. Mansur (Hallaç), «Kim hürriyeti murad edinirse ubûdiyyete sıkı bir şekilde devam etsin», demiştir. (Hürriyet ubûdiyyettir).
Cüneyd´e-. Üzerinde bir hurma çekirdeği emecek miktardan fazla maddi (dünyevi) bir şey kalmıyan kişinin hali sorulunca, şu cevabı verdi: «Mükâtib (efendisine borçlanarak hürriyetini satın alan köle) üzerinde bir dirhem bile borç kalsa yine köledir». (Zerre kadar hırs, tama ve nefsanî arzuya sahip olan kâmil mânada hür olamaz).
Hüseyn b. Mansur (Hallaç), «Kul ubûdiyyetin bütün şartlarını kendinde toplarsa (Allah´tan başkasına) kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde (Allah´a) kul olmanın zineti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddıkla-rın makamı budur. Yani bu durumdaki kul (güzel huylar için) mahmul hale gelir, (ibadet ve taat bedeni için zor bile olsa Allah´ın yardımı ile onu zevkle ve gönül rahatlığı ile ifa eder), şeriat yönünden bu nevi hususlarla süslü bulunduğu halde kalbine meşakkat arız olmaz».
Mansur Fakih (kendi halini anlatmak için) şu şiiri okumuş: «İn-san içinde hür bir kimse kalmadı, evet kalmadı, cinler arasında bile hür olan yok. Her iki taifeye mensup olan hür zatlar ölüp gitti, onun için bugün hayatın tatlısı acı olmuştur». (Hakiki hürriyet nâdirdir, nâdir de madûm —yok— gibidir).
İyi bil ki, hürriyetin büyük bir bölümü fukara (sufiyye, dervişler) ya hizmette bulunmaktadır.
Şeyh Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şunu söylediğini işitmiştim: «Allah Taâlâ Davud (a.s.) a şunu vahyetmişti: Beni talep eden birini gördün mü ona hizmetçi ol!»
Resûlüllah (s.a.), «Bir kavmin efendisi o kavmin hizmetçisidir», buyurmuştur (95).
Yahya b. Muaz, «Dünya uşağına cariye ve köleler hizmet eder. Âhiret uşağına ise hürler ve asiller hizmet eder», demiştir.
İbrahim b. Edhem, «Hür ve kerem sahibi olan bir kişi, dünyadan (ölümle) çıkarılmadan evvel kendisi dünyadan çıkar», demiştir.
İbrahim b. Edhem, «Hür ve kerem sahibinden başkası ile sohbet etme. Hür ve kerim insan dinler, fakat konuşmaz» (Verdiğin ezaya sabreder.
95. Aclunl, I, 462.