Hakk Taâlâ: «Gizlice ve tazarru yolu ile Rabbınıza dua ediniz». I Araf, 7/55) buyurmuştur.
Aziz ve Celil olan Allah: «Rabbınız, dua ediniz, kabul edeyim demiştir». (Gâfir, 40/60) buyurmuştur.
Resûlüllah (s.a.), «Dua ibadetin iliğidir», buyurmuştur (129).
Dua ihtiyaç anahtarıdır, ihtiyaç sahiplerinin istirahat mahallidir, sıkıntıda kalanların sığındığı yerdir, dert ve hacet sahiplerinin nefes aldıkları alandır. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ dua etmeyi terkedenleri kötülemiş ve: «Onlar ellerini kapalı tutuyorlar». (Tevbe, 9/17) buyurmuştur. Bu âyet «Ellerini dua için bize uzatmıyorlar» şeklinde tefsir edilmiştir (130).
Sehl b. Abdullah şöyle diyor-. «Allah insanları yarattı ve onlara bildirdi ki: Bana münacaatta bulununuz, eğer bunu yapmazsanız bana nazar ediniz (murakabe hâlinde olunuz), eğer bunu dâ yapmazsanız beni dinleyiniz, eğer bunu da yapmazsanız (dilenciler gibi) Kapımda bulununuz, eğer bunu da yapmazsanız ihtiyaçlarınızı bana arzediniz».
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in Sehl b. Abdullah´tan şunu naklettiğini işitmiştim: «Kabul edilmesi ihtimali en fazla olan dua (kâl ile değil) hâl ile yapılan duadır».
Hâl ile yapılan dua, dua edenin dua ile istediği hususta mutlak olarak ihtiyaç hâlinde olması ve sıkıntı içinde bulunan kulun başka çaresi olmamasıdır.
* Dua bahsini krş: İhya, I, 301.
129. Tirmizî, Daavat, 1, Aclûnl, I, 403.
130. Dua: Çağırmak, nida etmek, yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, istemek, dert ve ihtiyaçları bârîgâh-ı izzete arzetmek, kulun acz ve zaafını beyan ve itiraf etmesi. Lisan-i kâl ve lisan-i ´hâl ile yapılır.
Bir sufi Cüneyde gelerek oğlum hiç sebep yokken evden kaçtı. onun geri gelmesi için dua buyur, dedi. Bunun üzerine Cuneyd: dediğin gibi ise, evine git, oğlun dönmüştür, dedi. Kadın evine döndü, oğlunun geldiğini gördü, fakat bu sefer teşekkür için tekrar Cü-neyd´e geldi. Cüneyd´e: Çocuğun eve döndüğünü´ nasıl anladın diye sorulunca: Allah Taâlâ: ´Dua ettiğin zaman sıkıntıda kalan muzdara icabet eden ve sıkıntısını gideren kimdir ´ (Neml, 27/62) buyurmuştur, (bundan anladım) dedi».
Daha faziletli olan dua mıdır, (ihtiyacını söylemek midir ) yoksa sükût ve rızâ mıdır konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.
Bazılarına göre dua bizatihi bir ibadettir. Resülüllah (s.a.): «Dua ibadetin özü ve iliğidir», buyurmuştur. İbadet olan bir şeyi icra etmek, onu terketmekten elbette ki daha üstündür. Sonra dua Allah Taâlâ´nın kulu üzerinde hakkıdır. (Eğer Allah duayı kabul ederse ne a´lâ fakat) kabul etmezse ve kulunu muradına nail kılmazsa bu takdirde kul Rabbının hakkını ifa etmiş olur. Çünkü dua ubudiyetle ilgili fakr ve ihtiyaç hâlinin açığa vurulmasından ibarettir. Ebu Hazm A´rac, «Dua yapmaktan mahrum kalmam, duanın kabul edilmesinden mahrum olmamdan daha çok zoruma gider», demiştir.
Diğer bazılarına göre, ilâhî hükmün ve kaderin cereyanı karşısında sükût etmek ve hiç bir arzuya sahip olmamak (humûl) daha mükemmel bir hâldir. Hakk Taâlâ´nın irâde ve ihtiyarına istinat ederek mukadderata rızâ göstermek daha evlâdır.
Bunun için Vâsıti, «Ezelde senin için takdir edilen şeyi ihtiyar etmen, içinde bulunduğun zamana (ve hadiselere) karşı koymandan senin için daha hayırlıdır», demiştir. (Onun için bu konuda) Resülüllah (s.a.) Allah Taâlâ´dan haber vererek: «Zikrimle meşgul olduğu için bir dilekte bulunmayan kuluma, dilek sahibi kullarıma verdiğimden daha üstün şeyler ihsan ederim», buyurmuştur (131).
Diğer bazılarına göre kulun lisan bakımından dua sahibi, kalp bakımından rızâ sahibi olması (ve dilde duayı, kalpte rızâyı bulundurması daha evladır.
131. Tirmizî, Sevabu´l-Kur´an, 25; Dârimî, Fezâilu´l-Kur´an, 6.
Dua eden kimse susması gerektiğine dair işaret alırsa sükût etmesi efdal olur.
Şöyle demek de doğrudur: Kul için münasip olan dua hâlinde Rab Taâlâ´yı müşahede etmekten gafil olmamaktır. Bundan sonra (dua etmek istiyen) kulun kendi hâlini gözetlemesi (murakabe etmesi) icabeder. Eğer içinde bulunduğu anda duadan daha çok ferahlık ve genişlik hissederse onun için evlâ olan dua etmektir. Şayet dua esnasında duadan men´e dair kalbinden men ve sıkılmaya benziyen bir işaret alırsa, onun için evlâ olan o anda duayı terketmektir. Eğer kalbinde ferahlığın artması veya bir engellenme halinin husulü gibi bir durum hissetmezse bu takdirde dua etmek veya duayı terketmek yekdiğerine eşit olur. Bu durumda bulunan kulun üzerinde ilim (şuur ve sahv hâli) galipse dua etmesi daha iyi olur. Çünkü dua ibadettir, eğer içinde bulunduğu vakitte üzerinde marifet, hâl ve sükût galip ise susması daha doğru olur.
Şöyle denilmesi de doğrudur: Müslümanların nasibi ve faydası ve Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın hakkı bulunan hususlarda dua cihetini tercih etmek daha doğrudur, kulun kendisine ait haz ve nasip bulunan hususlarda sükût etmesi daha mükemmel bir haldir. Rivayet edilen hadiste şöyle buyurulmuştur: «Allah Taâlâ sevdiği kulun kendisine dua ettiğini görünce: Ey Cebrail, kulumun dilediği hacetini yerine getirmeyi geciktir. Çünkü ben onun sesini dinlemeyi arzu ediyorum. Sevmediği ve buğzettiği bir kulunun dua ettiğini görünce de: Ey Cebrail, bu kulumun dileği olan haceti yerine getir. Çünkü Ben onun sesini dinlemekten hoşlanmıyorum», buyurur.
Hikâye edilir ki: Said b. Kettan (r.a.) bir kere Hakk Taalâ´yı rüyada görmüş ve, «ilâhi nice zamandır dua ediyorum, fakat icabet buyurmuyorsun», demişti. Bunun üzerine Allah, «Ey Yahya, sesini dinlemekten hoşlanıyorum da ondan», buyurmuştu.
Resülüllah (s.a.) şöyle buyurdu: «Nefsimi kudret elinde tutan Allah´a yemin ederim ki: Kul Allah Taâlâ´ya dua eder (ve ondan bir şey ister) fakat Allah o kula gadap etmiş olur. Onun için bu kuldan yüz çevirir. Fakat kul yine dua eder, Allah yine yüz çevirir. Kulusanmadan dua ederse Allah ona rahmet nazarıyla bakar.
Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor: «Resûlüllah (s.a.) zamanında Şam´dan Medine´ye, Mekke´den Şam´a mal götürerek ticaret yapan bir adam vardı. Bu zat Aziz ve Celil] olan Allah Taâlâ´ya tevekkül ederek kafile ile gitmezdi. Bir kere Şam´dan gelmiş ve Medine´ye girmek üzere iken birden ata süvari olmuş bir hırsız karşısına çıkmış ve tüccara: Dur! diye bağırmıştı. Tüccar durdu ve; kasdın malımadır, bana yol ver, dedi. Hırsız: Malın zaten malımdır, benim kas-dım sanadır, dedi. Tüccar ona: Beni ne yapacaksın, senin işin ma-lımladır, bana yol ver, dedi. Hırsız bu teklifi de evvelki gibi reddetti. Bunun üzerine tüccar, o halde bana biraz mühlet ver, abdest alayım, namaz kılayım. Aziz ve Celil olan Rabbıma dua edeyim, dedi. Hırsız: Aklına gelen şeyi yapabilirsin, dedi. Bunun üzerine tüccar kalktı, abdest aldı, dört rekât namaz kıldı, sonra ellerini semâya kaldırarak dua etti ve duasında ezcümle dedi ki: Ya Vedûd, ya Ve-dûd (sevgili Rabbım) ey yüce Arş´ın sahibi, ey yoktan yaratan ve öldükten sonra tekrar var eden, ey dilediğini yapan, Arş´ın dört tarafını dolduran yüzünün nuru hürmetine sana niyaz ediyorum, bütün mahlukata hakim olan kudretin hürmetine, her şeyi ihata eden rahmetin hürmetine, sana yalvararak istiyorum-, (üç kere) ey çaresiz kalanların imdadına yetişen! Tüccar duasını bitirir bitirmez karşısına kır atlı, beyaz elbiseli ve elinde nurdan bir süngü bulunan bir süvari dikildi, eşkiya süvariyi görünce tüccarı bıraktı ve ona doğru yürüdü. Şaki yaklaşınca süvari ona hücum etti ve öylesine bir darbe indirdi ki, hırsız atından düştü. Sonra tüccara geldi ve: Kalk ve bu adamı öldür, dedi. Tüccar: Sen kimsin Ben şimdiye kadar adam öldürmedim, bu adamı öldürmek içime yatmıyor, dedi. Bunun üzerine süvari hırsızın yanına döndü ve onu öldürdü. Sonra tüccara geldi ve: Bil ki ben üçüncü semâdan gelen bir meleğim, ilk defa dua ettiğinde semânın kapılarından bir kılıç şakırdısı işittik ve bir vukuat var, dedik. İkinci kere dua ettiğinde semâların kapıları açıldı ve ateş kıvılcımları gibi kıvılcımlar ortaya çıktı. Üçüncü defa dua eder etmez, üst semâdan inen Cebrail (a.s.) bize geldi ve: Bu belâyı kim defedecek diye bağırdı. Bunu duyunca Rabbıma bu adamı öldürme görevini bana vermesi için dua ettim: Ey Allah´ın kulu (Abdullah) iyi bil ki, kim senin dua ettiğin gibi dua ederse, Allah Taâlâ onun her nevi sıkıntısını, derdini ve uğradığı musibeti izâle edilir, bir şey istenirse ihsan edilir».
Duanın âdâbı: Duanın gafletten uzak ve huzur-ı kalp içinde yapılması lâzımdır. Resûlüllah (s.a.) ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Allah Taâlâ kalbi gaflet içinde bulunan kulun duasını kabul etmez» (132).
Duanın şartı: Dua yapanın helal yemesi icabeder. Resulûllah (s.a.) Sa´d´a, «Helal kazan, duan kabul edilsin», demiştir.
Derler ki: Dua ihtiyacın (görülmesini temin eden malzemenin içinde bulunduğu evin) anahtarıdır. (Bu anahtarın) dişleri ise helal lokmadır.
Yahya b. Muaz şöyle niyazda bulunurdu-. «İlâhî, ben âsi bir kulum, sana hangi yüzle dua edebilirim! Sen Kerimsin, nasıl olur da Sana dua etmem!»
Hikâye edilir ki-. Hz. Musa düşkünlük içinde dua eden bir adama uğradı ve «İlâhî, elimde olsa bu adamın ihtiyacını görürdüm dedi. Allah. Taâlâ´dan, Musa (a.sya vahiy geldi: «Ben o kuluma senden daha çok merhamet ederim. Fakat o Bana dua ediyor ama kalbi, sahibi bulunduğu koyun sürüsündedir. Kalbi Benden başka bir yerde bulunan kulumun duasını kabul etmem». Musa (a.s.) durumu adama hatırlattı. Adam her şeyi terkederek kalbi ile Allah Taâlâ´ya teveccüh etti ve derhal ihtiyacı görüldü.
Cafer Sâdık´a soruldu: Bize ne hâl arız oldu ki dua ediyor, fakat duamızın kabul edildiğini göremiyoruz Cevap verdi: «Çünkü siz (hakkıyle) tanımadığınız kimseye (kalbiniz gaflette olduğu halde) dua ediyorsunuz». (Onu hakikaten tanıyarak dua etseydiniz, huzur-ı kalp ve hulûs ile dua ederdiniz, o zaman duanız makbul
olurdu).
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şunu anlattığını işitmiştim: «Ya-kub b. Leys doktorların tedaviden âciz kaldıkları bir hastalığa yakalanmıştı. Ona: Senin vali bulunduğun bölgede Sehl b. Abdullah isminde sâlih bir zat var. O sana dua etse, Allah Taâlâ Hazretlerinin o duayı kabul etmesi ümit edilir, dediler. Vali Sehl´i getirtti v& Benim için Aziz ve Celil olan Allah´a dua et, dedi. Bunun üzerine Sehl:onu sıkıntıdan kurtar, diye dua etti. Vali derhal sıhhata kavuştu. Vali Sehl´e çok miktarda mal vermek istedi. Fakat Sehl hiç bir şey kabul etmedi. Keşke bu malı alıp fakirlere verseydin, diyenler oldu, fakat o, sahradaki çakıl taşlarına baktı, taşlar derhal mücevherat -haline geldi. Arkadaşlarına bunları gösterdi ve: Böylesi bir ihsana nail olan kimse Yakub b. Leys´in malına muhtaç olur mu hiç!, diye sordu».
Salih Müridin sık sık şöyle dediği nakledilir: «Bir kimse Kapıyı ısrarla çalarsa bu kapının açılıvermesi ümit edilebilir». Rabiatu´l-Adeviyye ona dedi ki: «Bu lâfı ne zamana kadar söyliyeceksin Bu kapı ne zaman kapandı ki, açılması bahiskonusu olsun » (Bu söze hayran olan Salih kendisini kastederek) «câhil şeyh», (Rabia için) «âlim hanım», demişti.
Seriyyu´s-Sakâti diyor ki: «Maruf Kerhî´nin meclisinde bulunurken bir adam geldi ve: Ey Maruf, Allah Taâlâ´ya dua et de çıkımı iade etsin. îçinde bin dinar bulunan çıkımı kaybetmiş bulunuyorum, dedi. Maruf sükût etti. Adam dileğini tekrarladı. Maruf sükûta devam etti. Fakat adam dileğini yine tekrar etti. Bunun üzerine Maruf: Ne diye dua edeyim Enbiya ve asfiya´ya vermediğin şeyi şu kuluna ver, diye mi dua edeyim, dedi. (Durumu idrâk eden adam, hakkımda hayırlısı ne ise onu vermesi için) Allah Taâlâ´ya dua et, dedi. Maruf Kerhi: Allahım, bu zat hakkında hayırlı olan ne ise onu ihsan et, diye dua etti». (Hz. Peygamber bir sahabeye, «îster sabret, ister dua edeyim, fakat sabır daha iyidir», demişti (133).
Leys´in şöyle dediği hikâye edilir: «Ukabe b. Nâfi´i kör olarak gördüm, bir zaman sonra gözleri görür vaziyette gördüm ve: Gözlerin ne ile şifa buldu diye sordum. Şöyle cevap verdi: Rüyada bir zat gördüm, bu zat. bana: Ya Kârib, ya Mücib, ya Semi´e´d-dua, ya Latifen limâ yeşâ, gözümü bana iade eyle de, dedi. Bu duayı okuyunca Aziz ve Celil olan Allah gözümü iade buyurdu».
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu anlattığını işitmiştim: «Merv´den Nişabur´a geldiğim zaman ilk günlerde gözlerim ağrımış, günlerce gözlerime uyku girmemişti. Bir sabah uyuklar gibi oldum, birinin bana: ´Allah kuluna kâfi değil midir ´ (Zümer, 39/36) dediğini işittim.
133. BuharI, Merza, 6; Müslim, Birr, 14.
Ruyada İmam Ahmed*in böbürlene böbürlene yürüdüğünü gördüm ve: Ey İmam, bu ne biçim yürüyüş dedim. (Dünyada) Allah´a hizmet edenlerin Cennetteki yürüyüş biçimi (veya Cennette hizmetçisi olanların yürüyüş biçimi) budur, dedi. Allah Taâlâ Hazretleri sana nasıl muamele buyurdu dedim. Beni affetti, başıma bir taç, ayağıma altından iki ayakkabı giydirdi ve: Ey Ahmed, Kur´an benim kelâmımdır, diye inandığın için, buna nail oldun. Ey İmam, Sufyan Sevrî´den sana ulaşan dualar var, onlarla dünya yurdunda dua ettiğin gibi, şimdi de dua et, dedi. Bu emir üzerine: Ey her şeyin Rabbı olan ve kudreti ile her şeyin üstünde bulunan! Her şeyi affet ve bana bir şey sorma! diye dua ettim. Bunun üzerine: Ey Ahmed, işte Cennet, gir oraya, buyurdu ve ben de girdim».
Naklederler ki: Gencin biri Ka´be´nin örtüsüne yapışmış ve şöyle dua ediyordu: Senin şerikin yok ki, (şefaat için) getirilsin, vezirin yok ki, rüşvet verilsin, eğer Sana itaat ettiysem, Senin lütfunla ettim. Sana hamdolsun, eğer Sana âsi olduysam cehaletimden âsi oldum. Aleyhimde birçok delillere sahipsin, elinde aleyhimde birçok delillerin bulunuşu, benim ise bu durum karşısında hiç bir delile sahip olmayışım, bana aftan başka çıkar yol bırakmamıştır. Böyle dua ederken hatiften bir sesin kendisine: Bu genç Cehennemden Azad edilmiştir, diye hitap ettiğini işitmişti.
Derler ki: Duanın faydası kulun fakr ve ihtiyacını Allah Taâlâ´-nın huzuruna sadece arzetmesidir, yoksa Allah dilediğini yapar.
Derler ki: Halkın duası sözledir, zâhidlerinki fiilledir, ariflerin duası ise hâl iledir.
Derler ki: Duanın hayırlısı hüzünleri coşturan duadır. (Çünkü dua eden günahlarının çokluğunu düşünür).
Sûfilerden biri der ki: Allah Taâlâ´dan bir hacet diler de o hacetin görüldüğünü müşahede edersen, onun akabinde derhal Allah´tan Cenneti iste. Umulur ki o gün duanızın kabul günüdür.
Derler ki: Mübtedîlerin dili dua ile salıverilmişti. (Vakitli vakitsiz istedikleri şey için dua ederler). Hakikat derecesine ulaşan ariflerin dili bu konuda bağlı olmuştur.
Dua buyur, diye kendisinden rica edilince Vâsıti şöyle dedi: •Dua edersem şu soruya muhatap olurum, diye korkuyorum: Dua ile, bizim yanımızda olup da size ait olan bir şeyi istiyorsan bizi itğildir). Eğer rızâ gösterirsen ezelde senin için takdir ettiğimiz şeyin sana ulaşmasını sağlarız».
Abdullah b. Münâzil´in şöyle dediği rivayet edilir». Elli sene var ki dua etmedim, hiç kimseden de bana dua et, diye talepte bulunmadım», (rızâ halinde bulundum).
Dua, günahkârlar için (Allah´ın affına nail olma derecesine çıkmaları için) merdivendir, denilmiştir.
Dua (Allah ile kul arasında bir mürasele ve) haberleşmedir, haberleşme devam ettiği sürece işler yolundadır. (Onun için muhabereyi kesmemek lâzımdır) denilmiştir.
Günahkârların dilleri (ve göz yaşları) onların duasıdır, denilmiştir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şöyle dediğini işitmiştim: «Bir günahkâr ağladı mı, Aziz ve Celil olan Allah ile haberleşti (ve ona şefaat için bir elçi gönderdi), demektir».
Şu şiir bu makamda okunur:
«Delikanlının akıttığı göz yaşları, içinde gizli olan hislerin tercümanıdır, alıp verdiği nefesler ise kalbindeki sırları ifşa eder».
Sûfîlerden biri; dua, günahları terketmektir, demiştir.
Dua, sevgiliye sunulan iştiyak lisanıdır, denilmiştir.
Dua için kula izin verilmesi, atâ ve ihsana nail olmasından daha hayırlıdır, denilmiştir.
Kettânî şöyle der: «Allah Taâlâ mümin bir kulunun dilini özür dilemek için açtı mı hemen peşinden af kapısını açar».
Derler ki: Dua huzuru icabettirir. (Yani dua eden Hakk´ın kapısında durur ve bekler). İhsana nail olması ise (Hakk´ın kapısından) dönmeyi gerektirir. O halde kapıda beklemek, sevap alarak dönmekten daha mükemmel bir hâldir!
Derler ki: Dua Hakk Taâlâ´nın huzuruna haya dili ile çıkmaktır.
Derler ki: Kaderin tecellilerini rızâ vasfı ile karşılamak duada
şarttır.
Derler ki: Yaptığın duanın kabul edilmesini nasıl bekliyebiliyorsun ki, işlediğin hatalarla kabul edilme yolunu kapatmış bulunuyorsun. (Önce günahına tevbe et, sonra dua et).
Bana dua et, diyen birine sûfîlerden bir zat şu cevabı vermişti-. Allah ile arana yabancı bir şahsı vasıta kılman Allah´tan ne kadar uzak olduğunu gösterir.
Bir kadın şeyhin huzuruna gelerek oğlum kaybolduğu ve bulamadığım için Gecem yok, gündüzüm yok, bende ne uyku kaldı, ne de karar kaldı, dedi ve sızlandı, durdu. Şeyh: «Olur, sen evine dön., inşaallah ben oğlunun işi ile ilgilenirim», dedi. Şeyh başını eğdi ve dudaklarını depretmeye başladı. Bir müddet sonra, beraberinde oğlu bulunan kadın geldi ve Şeyhe dua etmeye başladı: Oğlum sağ salim döndü, oğlum başından geçen bir hadiseyi size anlatacak, dedi.
Delikanlı dedi ki: Bir esir topluluğu ile birlikte Rum meliklerinden birinin elinde bulunuyordum, Melikin bir adamı vardı, bu adam her gün bizi çalıştırırdı. Bir gün çalıştırmak için sahraya çıkarmıştı. Sonra başımızda jandarmalar olduğu halde geri gönderilmiştik. Başımızdaki jandarmanın nezaretinde akşamdan sonra işten gelirken ayağımda bağlı olan zincir çözüldü ve yere düştü. Delikanlı bu hadisenin olduğu günü ve saati iyice vasfetti. Bu an kadının şeyhe geldiği ve şeyhin de dua ettiği vakte rastlıyordu. Sonra delikanlı hadiseyi anlatmaya devam etti: Ayağımdaki bukağı çözülünce başımızdaki adam beni iteledi ve; bağları kırdın, diye bağırdı. Hayır kırmadım, ayağımdan düştü, dedim. Jandarma hayret etti. Arkadaşlarını topladı. Bir demirci getirdiler, beni tekrar bağladılar, birkaç adım attıktan sonra bukağı tekrar ayağımdan düştü. Durumum Rumları şaşırttı. Bu sefer rahiplerini çağırdılar. Rahipler bana, annen var mı diye sordular. Evet, var!, dedim. Annenizin yaptığı dua icabet saatına muvafık düşmüştür, Aziz ve Celil olan Allah seni serbest bırakmıştır. Artık bizim seni bağlamamız mümkün değildir, dediler. Bana azık verdiler ve beni müslüman bölgeye ulaştıracak bir kılavuzla gönderdiler.
38. Fakr*
Hakk Taâlâ: «Bütün zamanlarını Allah yolunda (cihâd ve ilim) için harcayan, bu sebeple (ticaret için) sefere çıkamayan fakirlerin infak haklarıdır. Bunlar o kadar iffetli ve dilenmekten o kadar uzaktırlar.
* Fakr bahsini krş: Lama, s. 47, 220; Ta´arruf, s. 95; Keşfu´l-mahcûb, 21. 65; İhya, TV, 185.
Resûlüllah (s.a.), «Bir iki lokma veya hurma dilenmek için kapı kapı dolaşana miskin denmez», buyurdu. O halde miskin kimdir ya Resûlallah sorusuna şu cevabı verdi: «Zaruri ihtiyacını sağlayamayan, hayasından kimseden bir şey istemeyen ve ne halde bulunduğu sezinlenmediği için sadaka dahi verilemeyen kimsedir» (135).
Üstad Kuşeyrî der ki: «Haya ettiği için kimseden bir şey isteyemeyen» demek Hakk Taâlâ´dan utandığı için halktan bir şeyi istemeyen demektir. Yoksa halktan utandığı için, demek değildir.
Fakr evliyanın şiarı, asfiya (ve saf insanların zineti ve Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın has dostları olan enbiya ve takva sahipleri için tercih ettiği bir haslettir (136).
Fukara, Aziz ve Celil olan Allah´ın kulları arasından seçtiği ve süzdüğü´ safderun insanlardır. Allah´ın sırlarının halk arasındaki mahalleri bunlardır. Hakk, halkı bunlar vasıtasıyla korur. Bunların hürmetine ve bereketine insanların rızkını bollaştırır. Sabırlı fakirler kıyamet günü Allah Taâlâ ile bulunacaklardır. Bu konuda Resûlüllah (s.a.) dan şu hadis rivayet edilmiştir: «Her şeyin bir anahtarı vardır, Cennetin anahtarı fakirleri ve miskinleri sevmektir. Sabırlı fakirler kıyamet günü Allah Taâlâ ile bulunacaklardır» (137).
Naklederler ki: Adamın biri İbrahim b. Edhem´e onbin dirhem
134. Tirmizî, Ztthd, 37; İbn M&ce, Ztihd, 6; Dftrimi, Rikak, 118.
135. Buhart, Zekât, 53; Müslim, Zek&t, 34; Nesai, Zekât, 76; Malik, Muvatta, Sifata´n-Nebl, 7; İbn Hanbel, I, 136. Fakr: İhtiyaç, yoksulluk, mahrumiyet, züğürtlük, yokluk. Fakrın iki mânası vardır. Fakr kişinin her bakımdan kendini Allah´a muhtaç bilmesi. Bu mânada malı çok olanlara da fakir denir. Fakr: Yoksul olma, mal sahibi olmama.
Fakrin zıddı gına ve zenginliktir. Bunun da iki mânası vardır: Gina-yı nets, gönül zenginliği, sahih bir inanca sahip olma (istiğna billah). Gına, mal zenginliği, tasavvufta fakr illellah istiğna billah´tan üstün bir derecedir. Fakir ve fukara ekseriya malı olmayan mânasında değil, sufi ve derviş mânasında kullanılır.
137. İbn Arrak, Tenzili, II, 286.
Derler ki: Fakir Allah´a muhtaç olan kişinın müslümanların rızıklarının bol ve eşya fiyatlarının düşük olmasını arzu ve temenni etmesinden başka bir fazileti olmasa, bu bile ona kâfi gelirdi. Çünkü fakir malı (ucuz) almaya, zengin ise (pahalı) satmaya mecburdur. (Fakir, düşük ve ucuz fiatla mal satmaya, zengin ise daha pahalı satmak için mal satın almaya mecburdur). Avamdan ve sıradan bir fakirin fazileti bu olunca, havastan olan fakirin (ve zâhid) halinin ne olacağını hesabetmek lâzımdır.
Yahya b. Muaz´a, Fakr nedir diye sorulunca şöyle demişti: • Fakrın hakikati, kulun Allah´tan başka bir şeyle müstağni olmamasıdır. Fakrın resmi (tarifi) ve şekli ise, tüm sebepleri yok etmektir» (Allah´tan başkasına ve özellikle sebeplere itimat ve istinat etmemektir) .
Sülemi´nin Mansur b. Abdullah´tan, onun da İbrahim Kassar´-dan şunu naklettiğini işitmiştim: «Fakr öyle bir libâs ve vasıftır ki, bu vasfı kendinde tahakkuk ettiren kul rızâ derecesine ulaşır». (Fakr libası, libasu´t-takvâ. A´râf, 7/26).
394(/1004) veya 395(/1005) senelerinde Üstad Ebu Ali Dakkak´ı ziyaret için Zûzen´den bir fakir gelmişti. Sırtında kıl bir abâ, başında da kıldan dokunmuş bir serpuş vardı. Ebu Ali´nin müritlerinden birisi şaka olsun diye: Şu kıl abayı (hırka) kaça aldın , diye sordu. Derviş şöyle cevap verdi: Dünyayı verdim, bunu satın aldım. Bunu bana sat, âhireti vereyim! diye teklif edildi, fakat; satamam, dedi.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu anlattığını işitmiştim: «Bir mecliste fakirin biri kalktı, yenecek bir şeyler aramaya başladı ve: Ben üç günden beri açım, dedi. Burada bulunan şeyhlerden biri: Yalan söylüyorsun, çünkü fakirlik Allah´ın bir sırrıdır, Allah bu sırrı onu İsteyene devreden birine vermez, diye bağırdı». (Bu sır ne söylenir, ne de başkasına nakledilir).
Hamdun Kassâr şöyle der: «İblis ve onun ordusu bir araya toplandılar mı, şu üç şeye sevindikleri kadar başka bir şeye sevinmezler: Müslüman bir adamın, müslüman bir adam öldürmesi; bir kimsenin kâfir olarak ölmesi ve içinde fakirlik korkusu bulunan kalp».fakirliğe sabretmek mi yoksa Hakk Taâlâ ile istiğna mı daha mükemmel bir hâldir, diye sorulunca şöyle demiştir: «Aziz ve Celil olan Allah´a iftikar (muhtaç olma) hâli sıhhat bulunca Hakk Taâlâ ile istiğna hâli de sıhhat bulur. Hakk Taâlâ ile istiğna hâli sıhhatli olunca, gına hâli bununla kemâle erer. Ve onun için: Gına mı, iftikâr mı daha mükemmel bir haldir diye bir soru sorulmaz. Çünkü bunlar biri diğeri olmadan tamam olmayan iki haldir». (O halde aslında fukara-yı sâbirîn ağ-niya-yı sakilindir).
Ruveym´e: Fakirin, vasfı nedir diye sorulunca: «Nefsi, Allah Taâlâ´nın (tabiî ve dinî) hükümleri altına salıvermektir» (Kaderin tecellilerine mutlak teslimiyettir), demiştir.
Derler ki: Şu üç şey fakirin vasfıdır: (Mevlâsı ile arasında bulunan) sırrını muhafaza eder. Farzını edâ eder, fakrını korur.
Ebu Said Harraz´a: Zenginlerin fakire olan yardımı niçin tehire uğruyor diye sorulunca şöyle demişti: «Çünkü zenginlerin elindeki mal hoş ve temiz değildir. Zenginler (mallarını fukaraya harcamaya) muvaffak kılınmış değillerdir. Sonra, fakirler için belâ ve musibet irâde edilmiştir». (Fakir, belâ ile murâd olur).
Derler ki: Aziz ve Celil olan Allah, Musa (a.s.) ya şöyle vahyetmişti: «Fukarayı gördüğün zaman, onlarla zenginlerle konuştuğun gibi konuş, eğer böyle yapmazsan sana öğrettiğim ilmi götür toprağın altına göm». (Çünkü faydası olmaz).
Ebu Derdâ´nın şöyle dediği rivayet edilir: «Bir köşkten düşerek paramparça olmam, zenginlerle düşüp kalkmamdan daha iyidir. Çünkü Resûlüllah (s.a.) ın şöyle buyurduğunu işittim: ´Ölülerle düşüp kalkmaktan sakının!´ Ya Resûlallah, ölüler kimlerdir denilince: ´Zenginler´, buyurmuşlardır».
Rebî´ b. Heysem´e- Fiatlar yükseldi, denilince: «Biz Allah nezdin-de önemsiz kimseleriz, bizi aç bırakmaz. O evliyayı aç bırakır, demişti». (Allah önem ve değer verdiği kullarını aç ve fakir bırakır).
İbrahim b. Edhem, «Fakirlik istedik, karşımıza zenginlik çıktı. Halk ise zenginlik istedi, karşılarına fakirlik çıktı», demiştir.
Yahya b. Muaz: Fakirlik nedir sorusuna: «Fakirlikten korkmayın şeklinde cevap vermiştir.
Ebu Hafs´a: Fakir Aziz ve Celil olan Rabbının huzuruna ne ile çıkar, ona ne takdim eder diye sorulmuş. O da: «Fakirin Rabb Taalâ´ya fakrdan başka takdim edeceği bir şeyi yoktur», demiştir.
Derler ki: Allah Taâlâ, Musa (a.s.) ya şöyle vahyetti: «Bütün halkın sevabı kadar sevabım olsun, ister misin »
z. Musa: «Evet, ya Rab!» dedi. Rab Taâlâ: «öyleyse hastaları ziyaret et ve fukaranın elbisesini bitten temizle»^ buyurdu. Bundan sonra Hz. Musa (a.s.) her ay yedi gün fukaraları gezip, elbiselerini bitten temizlemeyi ve hastaları ziyaret etmeyi âdet haline getirmişti.
Sehl b. Abdullah, «Şu beş şey nefsin (ruhun) cevherinden ve asâletindendir, der: Zengin görünen fakir, tok görünen aç, sevinçli görünen mahzun, aralarında düşmanlık bulunduğu kişiye sempatik görünen şahıs, gece namaz, gündüz oruç ibadeti ile meşgul olduğu halde zayıf görünmeyen zat».
Bişr b. Haris Hafî, «Makamların en faziletlisi, mezara varıncaya kadar fakirlik için sabırlı olmaya azmetmektir», demiştir.
Zunnûn, «Allah´ın kuluna gadap etmesinin alâmeti, kulun fakirlikten korkmasıdır», demiştir.
Şibli der ki; «Fakrın en aşağı alâmeti şudur: Bir kul bütün dünyaya sahip olsa, sonra mülkünü bir günde infak etse, sonra keşke bir günlük rızkımı alakoysaydım, diye aklına gelse, o kimse fakrında sâdık olmamış olur».
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işitmiştim: «Ulema fakirlik mi, yoksa zenginlik mi daha faziletlidir, konusunu tartışmıştır. Bana göre efdal olan kişiye yetecek miktarda rızk verilmesi ve sonra bu hususta o kişinin korunmuş olması (ve harama düşmemesi) dir» (Kefâf-i nefs).
Muhammed b. Yasin anlatıyor: «îbn Cellâ´ya fakrın ne demek olduğunu sordum, sükût etti. Sonra tenha bir yere çekildi, oradan mahallesine gitti ve çok geçmeden geri döndü ve: Üzerimde dört lira (dânik para vardı. Bu para üzerimde olduğu halde fakr konusunda konuşmak hususunda Aziz ve Celil olan Allah´tan haya ettim. Gittim, bu parayı harcadım, dedi. îbn Cellâ bundan sonra oturdu, fakr konusunda konuşmaya başladı».
Derler ki: Sıhhatli fakr şöyle olur: Fakir, fakrında-, uğrunda fakrı ihtiyar ettiği zât müstesna her şeyden müstağni kalmalıdır.
Abdullah b. Mübarek, «Fakr hâlinde zengin görünmek fakrdan daha güzeldir», demiştir.
Bünân Mısri diyor ki: «Mekke´de oturuyordum. Önümde bir genç vardı. İçinde dirhemler bulunan bir keseyi taşıyan adam gencin önüne geldi, keseyi yere koydu ve-. Benim buna ihtiyacım yoktur, bunu miskinlere ve yoksullara dağıt, dedi. Akşam olunca gencin vadileri dolaşarak kendisi için (yiyecek) aradığını gördüm. Yanında bulunan paradan az bir miktar kendin için ayırsaydın olmaz mı idi dedim. Bu vakte kadar yaşayacağımı nereden bileyim!, diye cevap verdi».
Ebu Hafs diyor ki: «Kul devamlı olarak her halükârda Mevlâsına karşı fakr ve.ihtiyaç durumunda bulunur, bütün fiillerinde sıkı bir şekilde sünnete tâbi olur ve rızkını helal yoldan kazanmak isterse, en güzel şekilde Rabb´ına tevessül etmiş olur». (İnsanı Allah´a yaklaştıran güzel vesile bu nevi hal ve hareketlerdir).
Mürtaîş, «Fakir için uygun olan himmetinin adımını geçmemesi (ve bir adım ilerisini düşünmemesi) dir», demiştir.
Ebu Ali Ruzbâri diyor ki: «Kendi zamanlarında (alma ve verme bakımından meşhur olan) dört zat vardı: Bunlardan biri ne dostlarından, ne de devlet ricalinden bir şey kabul ederdi. Bu Yusuf b. Esbat idi. Babasından yetmişbin dirhem miras kalmış, fakat bundan hiç bir şey almamış, eliyle yaptığı zenbilden kazandığı para ile geçimini sağlamıştır. Diğeri, dostlardan ve devlet adamlarından dünyalık kabul ederdi. Bu Ebu İshak Fizâri idi. Dostlarından aldığını, hâlleri meçhul olan ve (ibadete vakf-ı hayat ettikleri için) hareket etmeyen kimselere harcardı. Devlet adamlarından aldıklarını buna ehil ve muhtaç olan Tarsuslulara sarfederdi. Üçüncüsü, dostlarından maddî yardım kabul eder, fakat devlet adamlarından kabul etmezdi. Bu Abdullah b. Mübarek idi. Dostlardan yardım alır, fakat mukabelede bulunmayı ihmal etmezdi. Dördüncüsü, devlet adamlarından alır, fakat dostlarından almazdı. Bu Muhalled b. Hüseyin idi. ´Devlet adamları minnet etmez, dostlar minnet ederler´, derdi».insan fakrı sayesinde kamil insandır. Bir zengine nefsi ve dili ile tevazu´ gösterdi mi, dininin üçte ikisi gider. Nefsi ve dili ile tevazu gösterdiği gibi, kalbi ile de onun faziletine inanırsa dininin bütünü gider. (Çünkü bu halde zenginliğin -maddenin- üstünlüğüne inanmış olur).
Derler ki: Fakir fakr hâlinde en az şu dört şeye ihtiyaç duymalıdır: Kendisini sevk ve idare edecek olan ilim, kötülükten men edecek olan verâ, onu teşebbüse geçirecek olan yakın ve ünsiyet edeceği zikir.
Denilmiştir ki: Şerefli olduğu için fakrı isteyen, fakir olarak vefat eder; (zira fakrda kemâl, fakra muhtaç olmamak, yani Allah´tan başka olan bir şeye ihtiyaç duymamak, fakrı gaye bilmemektir) . Allah Taâlâ´dan başka bir şeyle meşgul olmamak için fakn isteyen, zengin olarak vefat eder.
Müzeyyin, «Sâliki Allah´a vâsıl kılan yolların sayısı gökteki yıldızlardan daha fazla idi. Şimdi bu yollardan sadece fakr yolu kaldı, zaten yolların en doğrusu da budur», demiştir.
Nuri, «Fakirin vasfı elde olmadığı zaman sükûn ve sabır, olduğu zaman isâr (başkasına ihsan) dır», demiştir.
Şiblî´ye; Fakrın hakikati nedir diye sorulunca, «Aziz ve Celil olan Allah olmadan kulun hiç bir şeyle müstağni olmamasıdır», diye cevap vermiştir. (Fakr istiğna-billâhtır).
Muhammed b. Hüseyn´in Mansur b. Halef Mağribi´ye atfen şunu anlattığını işitmiştim: «Ebu Sehl Haşşab Kebir, fakr (Allah için) fakr ve zillettir, demiş. Mansur ise: Hayır, fakr (Allah ile) izzet ve fakrdır, demiş. Haşşab bu sefer-. Fakr, fakirlik ve toprak olmaktır (tevazu göstermektir), demiş. Mansur ise: Fakr, fakirlik ve Arş´tır, (Allah´a yükselmedir), diye karşılık vermişti». (Haşşab müritlerin hâli olan vasıtalardan, Mansur ise ariflerin hâli olan neticelerden bahsetmişlerdir).
Üstad Ebu Ali Dakkak´a, Resûlüllah (s.a.) ın «Fakr az kalsın küfür hükmündedir», hadisi (139) sorulunca şöyle demişti: «Bir şeyin âfeti, o şeyin zıttının fazileti, kadri ve kıymeti ölçüsünde olur. Bir şey ne nisbette faydalı olursa, o şeyin zıttı da o nisbette kusurludur.
138. Tenzih, II, 287; Aclûn!, H, 241.
139. Aclûnl, n, 241.
Fakat bu hadisten maksat fakr-ilellah değil, fakr-ilâ gayrîllâh´tır. Allah´tan başkasına ihtiyaç hissetmektir. Fakrü´ilallah´ın zıttı fakr ilâ gayrillahtır).
Cüneyd der ki: «Bir fakir ile görüşürken rıfk ile görüş (ona yumuşak davran, fakire teslim ol, halini kınama, kabullen) ilim ile görüşme (halini bildiğini hissettirme, şeriat ilmine dayanarak onu müşkil duruma sokma). Çünkü rıfk ona ünsiyet ve ferahlık verir.İlim ise sıkar».
Mürtaîş: İlmin sıktığı fakir (derviş) var mıdır diye sorunca Cüneyd şöyle dedi: «Evet, vardır. İlmini, fakrında sâdık* olan fakir üzerine attın mı, üzerine ateş konan kurşunun erimesi gibi erir gider». (Dervişin içinde bulunduğu hâl, his ve heyecanlar rıfk ile karşılanmaz da, şeriat ilmine istinaden tenkit ve itiraz konusu yapılırsa, bu hareket onun çok şiddetli bir şekilde tepki göstermesine sebep olur ve üzerinde galip olan hâl sebebiyle yaptıkları işlerden dolayı -bu işler zahiri ilimlere aykırı gibi görünse de- kendilerini kınamamak gerekir).
Muzaffer Kırmısinî demiş ki: «Fakir (derviş, sûfî) Allah´a ihtiyacı olmayan kimsedir», (ihtiyacını O´na arzetmeye ihtiyaç duymaz. O ihtiyacını sözle değil, hâl ile Hakk´a arzeder).
Üstad Kuşeyrî der ki: Sûfilerin hangi maksada göre söz söylediklerinden gafil olanlar için bu sözde bir parça müphemiyet ve kapalılık vardır. Bu sözü söyleyen «dileme ve isteme hâlinin düştüğüne, irâdesinin fena derecesinde olduğuna ve Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın icra ettiği her şeye razı olduğuna» işaret etmek istemiştir. (Hakikî fakir daima Allah´a muhtaç olduğunu bilir ve devamlı olarak, istemeden ilâhi nimetlere nail olduğunu, Allah´ın kendisine lâzım ve lâyık olan şeyi bildiğini müşahede eder, onun için dilek ve istekte bulunmaz. O hâlimi bildiğine göre neye isteyim, der).
İbn Hafif, «Fakr, mülk sahibi olmamak ve sıfatların ahkâmından çıkmaktır», demiştir. (Fakr, Mâlikü´l-mülk´ün Allah olduğunu bilerek hiç bir şeyin mülkiyetini kendine nisbet etmemek ve beşerî sıfatlardan olan mülkiyet davasını terketmektir).
Ebu Hafs der ki: «Bir kimse almaktan çok vermeyi-arzu etmedikçe onun fakr hâli sıhhatli olmaz. Sehâ (cömertlik) varlıklı olanın yoksula vermesi değildir, yoksulun varlıklıya vermesidir».
Sûfîlerden biri anlatıyor: Rüyada gördüm ki: Güya kıyamet kopmuş ve: Mâlik b. Dinar ile Muhammed b. Vâsi´i Cennete koyunuz, diye nida edilmektedir. Bunlardan, hangisi daha önce Cennete girecek diye gözetlemeye başladım. Muhammed b. Vasi´in daha evvel Cennete girdiğini gördüm. Öncelik sebebini sordum: Muhammed´in bir gömleği, Mâlik´in ise iki gömleği vardı, denildi.
Muhammed Musûhî, «Fakir hiç bir sebebe kendini muhtaç bilmeyen kimsedir», demiştir.
Sehl b. Abdullah´a: Fakir ne zaman rahat eder diye sorulmuş. O da, «Kendisi için, içinde bulunduğu vakitten başka vakit görmediği zaman», (fakir, ibnü´l-vakttır) demişti.
Yahya b. Muaz´ın yanında fakr ve gınadan bahsedilmiş, o da: «Yarın (kıyamette) ne fakr, ne de gına tartılacaktır. Sadece sabır ile şükür tartılacak ve (fakra) sabrediyordu, (gınaya) şükrediyordu, denilecek», demiştir. (Fakat musibete sabır, nimete şükürden daha faziletli görülür).
Derler ki: Allah Taâlâ Peygamberlerden (a.s.) birine şöyle vah-yetmişti: «Benim senden razı olduğumu anlamak istersen fakirlerin senden razı olup olmadıklarına dikkat et».
Ebu Bekir Zekkak, «Fakr halinde bulunan bir kimseye takva yoldaş olmazsa katıksız haram yer», demiştir.
Derler ki: Süfyan Sevrî´nin meclisinde fukara, ümera gibi (itibarlı ve aziz) idi.
Ebu Bekr b. Tahir şöyle demiştir: «Dünyaya rağbet etmemek fakirin vasfı ve hükmüdür. Eğer dünyaya rağbet etmesi zaruri ise bunun kifayet miktarını (asgariyi) geçmemesi icabeder».
Bize Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi, bir sûfiye ait olan aşağıdaki şiiri okudu:
«Yarın bayram, ne giyeceksin dediler. Dedim ki: Aşk şarabını yudum yudum içiren sâkînin hilatını. Bu hil´at fakr ve sabr hilatıdır, fakr ve sabr iki elbisemdir, bunların altında kalp bulunur. Bu kalp ile ülfet ve ünsiyet eden bayramları ve topluluğun yaptığı şamataları seyreder. (Bir kimse kalbini müşahede, murakabe ve temaşa etti mi, bu onun için düğün, bayramdır). Sevgili ziyaret edilince giyilmesi en çok münasip olan elbise, sevgili tarafından giydirilen elbisedir (sevgilinin huzuruna onun istediği edep ve ahlâkla girilir». (Zıttı kötülenmek sureti ile fakr methedilmiştir. Fakat bu hadisten maksat fakr-ilellah değil, fakr-ilâ gayrîllâh´tır. Allah´tan başkasına ihtiyaç hissetmektir. Fakr ilallah´in zıttı fakr ilâ gayrîllahtır).
Cüneyd der ki: «Bir fakir ile görüşürken rıfk ile görüş (ona yumuşak davran, fakire teslim ol, halini kınama, kabullen) ilim ile görüşme (halini bildiğini hissettirme, şeriat ilmine dayanarak onu müşkil duruma sokma). Çünkü rıfk ona ünsiyet ve ferahlık verir. İlim ise sıkar».
temaşa etti mi, bu onun için düğün, bayramdır). Sevgili ziyaret edilince giyilmesi en çok münasip olan elbise, sevgili tarafından giydirilen elbisedir (sevgilisinin huzuruna onun istediği edep ve ahlâkla çıkmayı arzular.
Ebu Bekir Mısrî´ye: Hakiki fakir kimdir diye sorulmuş. O da: «Mülkü ve meyli olmayan, (malı, mal edinme arzusu ve şehvet meyli olmayan) kimsedir», demişti.
Zunnûn Mısrî der ki: «Ucb (kendini beğenme) hâli ile bulunan, dâimi bir safa halinden çok, tahlit (günahla karışık amel, bazan sevap, bazan günah işleme) hâli ile bulunan Allah Taâlâ´ya daimi fakr ve ihtiyâç hâlini daha çok arzu ederim». (Çünkü bu hâl tevbe-ye vesile olur. Günahına pişman olan fâsık, ameline mağrur olan âbidden daha iyidir).
Ebu Abdullah Husri diyor ki: «Ebu Cafer Haddad günlüğü bir dinara çalışır, kazandığı parayı fukaraya tasadduk eder, kendisi oruç tutar, akşamla yatsı arasında dışarı çıkar, çeşitli kapılardan kendisine sadaka verilirdi. Yirmi sene böyle yaşamıştı». (İlerisini düşünmediği için aldığı parayı hemen harcardı, akşama kadar yaşayacağını hesap etmezdi).
Nuri diyor ki: «Fakirin vasfı, bulamadığı zaman sükûn içinde olmak, (yoksulum, diye sızlanmamak, dert yanmamak) bulduğu zaman elde olanı tercihen başkalarına ihsan ve ikram eylemektir» (İsâr).
Muhammed b. Ali Kettani anlatıyor: «Mekke´de iken yakınımızda, üzerinde eski ve yamalı elbise bulunan bir genç vardı. Ne yanımıza gelir, ne de bizimle otururdu. Haline bakmış ve bu genci sevmiştim. Bir gün elime ikiyüz dirhem helal para geçti. Parayı götürdüm, delikanlının seccadesinin bir kenarına koydum ve: Bu helal olarak elime geçen bir paradır, ihtiyaçların için sarfedebilirsin, dedim. Genç kaşlarını çattı ve bilmediğim hususu açıklayarak dedi ki: Çiftliklerimi ve akarlarımı verdikten sonra yetmişbin dinar sar-federek Allah ile bu şekilde oturuş biçimini (Allah ile olma hâlini) satın almış bulunmaktayım, şimdi sen gelmiş sununla beni kandırmak istiyorsun! Genç yerinden kalktı, seccadesini alırken paralar etrafa saçıldı, bunları toplamak için oturdum. Genç oradan kalkıp giderken kendisinde gördüğüm izzet gibi bir izzet görmediğim gibi, paraları toplarken kendimde gördüğüm zillet gibi bir zillet de görmedim». (O ne kadar aziz, ben ise ne kadar zelil idim!)
Abdullah b. Hafife sormuş: Üç gün aç kalan, sonra kifayet miktarı bir şey taleb etmek için dışarı çıkan fakir hakkında ne söylenebilir, ne dersiniz îbn Hafif şöyle cevap vermişti: (Kendisini boşu boşuna sıkıntıya sokan) Bir dilenci denilir. Siz yeyin için (ve yapamayacağınız, anlayacağınız yüksek hâlleri sormayın) ve sükût edin, eğer şu kapıdan içeriye (hakiki) bir fakir girse hepinizi rezil eder», (Fakr davasında bulunduğunuz halde fakir olmadığınızı anlardınız ve mahcup olurdunuz).
Dukki´ye sorulmuş: Allah Taâlâ ile olan fakirlerin hallerinde görülen kötü edebe ne dersiniz Şöyle cevap vermiş: «Bu hakikat derecesinden ilim derecesine düşüştür». (Kalp üzerine hâlin galebe etmesi durumundan sebeplere tutunma durumuna doğru alçalışın sonucudur bu).
Hayru´n-Nessac şöyle demiştir: «Bir gün bir mescide girdim, bir fakire rastladım, beni görünce bana sarıldı ve: Ey Şeyh, bana merhamet et. Çünkü sıkıntım ve derdim büyüktür, dedi. Derdin ne imiş diye sorunca: Belâyı yitirdim, afiyette olma hâlim kuvvetlendi. (Fakr hâlini kaybettim, dünyalık buldum) dedi ve işaret ettiği cihete baktım, kendisine bir miktar dünyalık getirildiğini´gördüm». (Fakir her şeyden kesilmiş ve Allah´a teveccüh etmişti. Bu sırada biri gelerek yanına bir miktar para bırakmış ve oradan savuşmuştu, bu durumu gören fakir, fakr halimi kaybettim, diye telâşa düşmüş ve Nessac´dan manevî yardım istemiştir).
Ebu Bekir Verrak, «Dünya ve âhirette fakire ne mutlu», demişti. Bunun ne demek olduğu sorulunca: «Fakirden dünyada sultan haraç istemez, âhirette Cebbar (olan Allah) hesap sormaz», demişti (140).
140. Dikkat edilince görülür ki: Sûfîler ferdî fakirlikten bahsetmişler, fakat cemiyetin ve devletin fakir olması gerektiğini hiç bir zaman iddia etmemişlerdir. Müdafaa ettikleri fakr da ekseriya ferdin mal bakımından yoksul olması değil, Allah´a muhtaç olması mânasına gelen fakrdır. Devletin ve milletin zengin ve iktisaden güçlü olmasına şiddetle ihtiyaç duyulan bu asırda, bu hedefe menfaat duygularını körüklemek ve ihtirasları tahrik etmekle değil, maddeye mahkûm olmamak, tersine ona hâkim olmak, menfaata kul, ihtirasa zebun olmamak, tersine menfaat hissini ve ihtirası, akim ve mantığın kölesi haline getirmekle ulaşılır. Sûfîler bahiskonusu fakrı, cemiyetin bütün fertlerine! şâmil umumî bir kalbi dünya sevgisinden arındırmak şeklinde değerlendirmiştir.
Duruluk (safvet) her lisanda övülmüş, bunun zıttı olan bulanıklık (küdûret) ise yerilmiştir.
Ebu Cuhayfe anlatıyor: «Bir gün Resûlüllah (s.a, evinden çıkmış, yüzünün renginin değiştiği görülmüştü. Şöyle buyurmuşlardı: Dünyanın safveti gitti, bulanıklığı kaldı. Bir müslüman için bugün ölüm bir armağandır» (141).