Peygamber efendimizi uçurumdan aşağıya yuvarlamak teşebbüsünde bulunan şu münafıklar ya da bu münafıklarla gönül birliği yapan bazı kimseler, “Dırar mescidi”ni inşa etmişlerdi. Anlatıldığına göre Peygamber efendimizin Tebük seferine çıkışından önce inşa etmişlerdi. Peygamber efendimiz orduyu teçhiz edip sefere nafakasını ve binekleri hazırlamakta ve bütün müminlerin topluca sefere çıkmaları için çağrıda bulunmaktayken münafıklar gelip dediler ki; Ya Resülüllah hasta ve ihtiyaç sahipleri için, kışın yağmurlu geceleri için bir mescid inşa ettik; gelip bize orada namaz kıldırmanı arzu ederiz! Peygamber efendimiz onlara şu cevabı verdi: “Ben sefer hazırlığın-dayım, meşgul durumdayım, ama seferden dönersek inşaallah gelip size orada namaz kıldırırım.”
Peygamber efendimiz seferden dönerken Medine-i Münevve-reye bir saatlik mesafede ´zievan´ denen yerde mola vermekte iken bu ´Dırar mecsidi´nin hakkında gökten kendisine haber geldi. Bu hususta Kur´anı Kerim ayetleri nazil oldu. Bu ayeti Kerimelerde Yüce Allah, ´Dırai mescidi´nin inşa ediliş amacım ve bu mescidi kimlerin inşa ettiğini haber vererek şöyle buyuruyordu:
“(Savaştan geri kalanlar arasında) zarar vermek, (hakkı) tanımamak ve müminlerin arasını açmak ve önceden Allah ve Resulü ile savaşmış olan (Adamın gelmesin)i gözetmek için bir mescid yapanlar da var, “iyilikten başka bir niyetimiz yoktu.” diye de yemin edecekler. Halbuki Allah onların yalan söylediklerine şahitlik eder.
Orada asla namaza durma; ta ilk günden takva üzere kurulan mescid, elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Onda temizlenmeyi seven erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever.
Yapısını, Allah´tan korku ve riza üzerine kuran mı hayırlıdır; yoksa bir uçurumun kenarına kurup onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan mı Allah zalimler topluluğunu (doğru) yola iletmez.
Yaptıkları bina yüreklerinde bir kuşku olup kalacaktır; ta kalpleri parçalanıncaya dek. Allah bilendir, hikmet sahibidir. (Tevbe; 107-110)
Gayıpları bilen, hain bakışlı gözlerden ve kalplerin gizledikleri sırlardan haberdar olan yüce Allah´ın katından bu hikmetli sözler nazil olunca peygamber efendimiz o mescidin müslüman-lara zarar vermek için inşa edildiğini anladı. Açıkça görülüyor ki, O mescidi, ensardan,olmayan bazı münafıklar inşa etmişlerdir. Ancak onların Evslilerden ve Hazreçlilerden olmaları mümkündür. Çünkü ortaya çıkan münafıkların bir çoğu Hazreç kabilesine mensuptu. Bu mescidi inşa edenlerin, eziyete uğrayan ve İslama yardım eden Ensardan olmaları mümkün değildi. O Ensar ki kendileri muhtaç olsalar bile dünya menfaati hususunda diğer mü´min kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederlerdi. Onları, bu mescidi inşa etmeye sevkeden faktörü ayeti Kerime açıkça ortaya koymaktadır. Onlar Mescidi Nebevi´de Küba mescidinde ve diğer takva esası üzerinde kurulan mescid-lerde Peygamber efendimizden ayrılmayan mü´minlere zarar vermek için bu mescidi inşa etmişlerdi. Bununla müslümanla-rm cemaatını bölüp parçalamak ve aralarına fitne yayıp kötülüğü neşretmek istiyorlardı. Bu mescidde Allah ve Resulüne karşı kimin savaştığını onlara karşı kimin suikastler planladığını gözetip kontrol etmek istiyorlardı. İslama girmemiş nasipsizlerden biri onlara şöyle söylemişti: “Mescidinizi inşa edin, orada elden geldiğince silah depolayın, kuvvet teşkil edin. Ben Bizans imparatoruna gidip ondan yardım alacak ve asker getireceğim. Getirdiğim kuvvetle birlikte Muhammede ve ashabına karşı çıkacağım!*”
Bu mescidi inşa edenlerin maksatlarının kötü olduğu, peygamber efendimiz Tebük gazvesinin hazırlığım yapıp asker ve teçhizat toplamaktayken gelip peygamber efendimize mescidle-rini inşa ettiklerini ve kendilerine namaz kıldırmak için mes-cidlerine gelmesini istemelerinden anlaşılıyordu. Onlar temenni ettikleri şeyin gerçekleşmesini istiyorlardı ki, o da peygamber efendimizin ve ordusunun Bizans kuvvetleri önünde yenilgiye uğramasıydı. Maksatlarının kötü olduğunu haber alan peygamber efendimiz, sahabilerinden iki kişiyi çağırarak onlara şu direktifi verdi: “Şu zalim mescide gidin, onu yıkıp yakın!”. Bu iki Sahabi mezkur direktifi alınca koşarak yola çıktılar. Salim bin Avf oğulları yurduna vardılar. İkisinden biri diğerine şöyle dedi: “Azıcık bekle de evime gidip biraz ateş getireyim.” Gitti ve bir hurma dalı getirdi. Hurma dalını yakıp tutuşturdu. Sonra koşarak gidip Dırar Mescidinin içine attılar. mescidi yakıp yıktılar. Sonra da Peygamber efendimizin yanına geldiler.
Cenab-ı Allah o hainlerin umduklarım gerçekleştirmedi. Aksine Bizanslılar bozguna uğradılar. Kendi münafıklıklarından kaynaklanan dedikoduları temelsiz çıkmıştı. Kendileri: “Müslümanlar, Bizanslılarla savaşamazlar!” diyerek dedikodu yapmışlardı. Hiç de dedikleri gibi olmamıştı. Bizanslılar korkmuşlardı, ama canlarını Allah yolunda feda etmekten çekinmeyen Mu-hammed (sav)´in arkadaşları Bizanslılardan hiç korkmamışlar-dı.
Tebük Savaşından Geri Kalan Üç Kişi
Peygamber efendimizi Tebük gazvesine katılmaya davet ettiği mü´minler üç kısma ayrılırlar:
1- Bunlar islamın ilk kuvvetidir. Bunlar cennet karşılığında canlarını Allah´a satan, Allah yolunda savaşan ve şehit düşen kimselerdir. Bunlar Peygamber efendimizle birlikte cihada gitmeye can atan ve ileriye atılan kimselerdir. Bunlar hakkında Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur.
“Andolsun Allah, Peygamberi ve O güçlük saatinde ona uyan Muhacirleri ve Ensarı afetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuş iken yinede onların tevbe-sini kabul buyurdu. Çünkü o, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. (Tevbe; ıi7)
2- Resülüllah (sav) efendimizle birlikte cihada gitmekten geri kalan grup. Bunların bir kısmı münafık, bir kısmı zayıf imanlı, bir kısmı gevşek kimselerdi. Bütün hal ve gidişatlarında bunlar; mallarını, canlarını rahatlarını Allah yolunda feda eden kuvvetli iman sahihlerinden değillerdi. Bunlar cihada gitmemek için özür beyan etmişler, peygamber efendimiz de özürlerini kabul etmişti. Şüphesiz ki bunların bir kısmı yalan mazeretler ileri sürmüşlerdi. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyurmuştu:
“Ancak o kimselerin kınanmasına yol vardır ki, zengin oldukları halde (geri kalmak için) senden izin isterler. Geri kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi. Artık onlar bilmezler. (Savaştan) geri dönüp onların yanına geldiğiniz zaman size Özür beyan ederler. De ki: “Hiç özür dilemeyin, size inanmayız! Allah bize sizin haberlerinizden (bize karşı çevirdiğiniz entrikalardan) bir çok şeyleri bildirdi. Yaptığınızı Allah da görecek, Resulü de. Sonra görülmeyeni görüleni bilenin huzuruna döndürüleceksiniz. O, yaptıklarınızı size haber verecek.” Siz yanlarına geldiğiniz zaman kendilerinden vazgeçesiniz diye Allah´a yemin edecekler. Onlardan vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları işlerin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Size yemin ediyorlar ki onlardan razı olasınız. Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkan topluluktan razı olmaz!” (Tevbe; 93-96)
Tebük seferi dönüşünde Peygamber (sav) efendimiz Medine´ye girdiğinde ilk olarak mescidi nebeviye gitti, orada iki rekat namaz kıldıktan sonra; hastalıklarından zaafiyetlerinden veya binek bulamadıklarından ötürü cihaddan geri kalan mü´minler gelip mazeretlerini beyan ettiler. Onların mazeretleri ortadaydı. Bedenen kuvvetli ve salim olan, sefer esnasında lazım olacak nafakayı bulan binek sahibi müslümanlarm gitmekle yükümlü oldukları bu sefere mazeretlerinden dolayı ka-tılamıyan müminler elbetteki sorumluluktan kurtulmuşlar ve üzerlerindeki mükellefiyet sakıt olmuştu. Şu ilahi buyruğunda Cenab-ı Allah mezkur mü´minlerin sorumluluktan kurtulduklarını beyan buyurmuştu: “Zayıflara, hastalara, harcayacak bir şey bulamayanlara Allah ve Resulü için öğüt verdikleri takdirde (savaşa katılmamalarından ötürü) bir günah yoktur.”
(Tevbe;91)
Diğer zengin ve muktedir olan kimseler de -sefere katılmadıkları halde- koşup gelerek Peygamber efendimize mazeretler uydurmuşlar ve Özür sahibi olduklarına ilişkin yemin etmişlerdi. Bunlar seksen küsur kişi idiler. Onların zahiren ifade ettikleri mazeretlerini Resülüllah (sav) efendimiz kabul etti. îbn İs-hak´ın da anlattığı gibi Peygamber efendimiz onların zahiren ifade ettikleri mazeretlerini kabul etti, onlarla biat yaptı ve kalplerinde gizli olan niyetlerini de Cenab-ı Allah´a havale etti. Zira o biliyordu ki, kendisi onlardan razı olsa bile -yalan söylemiş olmaları halinde- Cenab-ı Allah kendilerinden razı olmayacaktır. Ancak o sadece zahire göre hüküm vermekle yükümlü idi. Zahiri kabul ettiği takdirde onlar içindekileri güzelleştirme yoluna gireceklerdi.
3- Dinde ihlaslı olan, ancak mazeretleri olmadığı halde ci-haddan geri kalan, bununla birlikte Peygamber efendimize karşı yalan söylemeye gönülleri razı olmayan kimseler. Bunların yalan söylemektense kusurlarını itiraf etmeleri, elbetteki kendileri için daha hayırlı idi. Bunlar üç kişiydiler. Peygamber efendimiz, kendilerini kuvvetli iman sahiplerinden saymıştı. Fakat hazırlık esnasında evlerinde oturup geçici bir zaafîyete kapıldıklarından, sefer meşakkatleri ile heveslerine yenik düştüklerinden dolayı cihaddan gori kalan kimselerle Medine´de kalmaya razı olmuşlardı. Ama Cenab-ı Allah´ın kalplerini mü-hürlediği o münafıklar gibi bunların kalpleri mühürlenmemiş-ti. Şu halde günah ve nifak kiriyle paslanmamış olan bu kalpleri tedavi etmek gerekiyordu. Bunlar işledikleri kusuru idrak etmişlerdi. Kendi hevesinden konuşmayan, sadece kendisine gelen vahye dayanarak fikir beyan eden peygamber efendimizin bunlar için uygun gördüğü ilaç şu idi: Müslümanlar bunlardan yüz çevirecek, bunlarla konuşmayacaklardı. Bu da onların nefişlerini ikaz etmek sabra karşı idmanlı kılmak içindi. Bu ceza, orucunu kasten bozan kimseye verilen altmış günlük keffaret orucuna benzemekteydi. Çünkü Altmış günlük oruçla nefis terbiye edilip düzeltilebilir. Peygamber efendimizin buyruğuna uyan mü´minler 50 gün süreyle bunlarla konuşmadılar. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü bunlara daraldı. Ruhi sıkıntıya düştüler. Allah´tan başka sığınacak yerin kalmadığını anladılar.
Şimdi de bu suçluların, kendilerini, ruhi durumlarını, müs-lümanların kendilerine karşı uyguladıkları muameleyi, Kab bin Malik´ten dinleyelim. Gerçekten de Kab bu konuda eşsiz bir sabır örneği olmuştu. Kab der ki:
“… Nihayet Resüljillaha geldim. Kendisine selam verdiğimde öfkeli bir tebessümle tebessüm etti. Sonra bana: Gel diye emir verdi. Yürüyerek geldim, önüne oturdum. Bana: Seni geri bırakan nedir Bineğini satın almamış miydin” diye sordu. Eğer senin dışında, dünya halkının dışında birinin yanına otursaydım bir bahane uydurarak öfkesinden kurtulmayı düşünürdüm. Bir mücedete verdim. (Kendi kendime çok düşünüp mücadele ettim) fakat sonunda inandım ki bugün sana hoşnud olacağın bir yalan söylersem muhakkak Allah Teala seni bana (daha sonra) mutlaka kızdıracaktır. Şayet sana doğruyu söylersem, bu hususta bana kızacaksın, fakat ben bunun Allah katında affa mazhar olmam için elverişli olacağını umarım. Allah´a yemin olsun ki, benim bir özrüm yoktu. Yine Allah´a yemin olsun ki, bu gazada senden geri kaldığımda hiç bu kadar boş, meşguliyetsiz ve eli bol durumda olmamıştım dedim. Allah Resulü: “Muhakkakki bu, doğru söylemiştir. Senin hakkında Allah hüküm verinceye kadar kalk, git” dedi. Kalktım, Seleme oğullarından bazıları koşup peşime geldiler ve: Allah´a yemin olsun ki bundan önce senin bir günah işlediğini bilmiyoruz. Geride kalanların beyan ettikleri gibi Allah Resulüne özür beyan etmekten aciz kaldın. Halbuki Allah Resulünün senin için mağfiret dilemesi, bu günahın için sana yeterdi, dediler. Allah´a yemin ederim ki bana o kadar serzenişte bulundular ki, dönüp kendi kendimi yalanlamak istedim. Sonra onlara: Benim, bu yaptığımı kimse yaptı mı diye sordum. Onlar evet dediler, iki kişi daha senin gibi yaptı. Ve senin söylediğini söylediler. Sana söylenen onlara da söylendi. Ben ´kimdir bu iki kişi diye sordum. Mürare bin Rebi el-Amiri ve Hilal bin Ümmeye´dir dediler ve Bedir´de bulunmuş güzel ahlak sahibi salih iki kişiyi anlattılar. Bana o ikisini söyledikleri zaman dönüp gittim. “Allah Resulü, müslümanların (Tebük gazvesinden) geri kalan üç kişiyle konuşmasını yasakladı. İnsanlar bizden uzaklaştı ve bize karşı değiştiler. O kadar ki yeryüzü bana garip gelmeye başladı. Sanki burası benim tanıdığım yeryüzü değildi. Bu şekilde (50) gece kaldık, iki arkadaşım evlerinde ağlayarak oturup kaldılar. Ben o topluluğun en genci ve güçlüsüydüm. Müslümanlarla beraber namazda hazır bulunuyor, çarşılarda dolaşıyordum. Kimse benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Allah Resulü meclisinde otururken yanına varıyor, selam veriyor ve kendi kendime selamını almak için dudaklarını hareket ettirdi mi, ettirmedi mi diyordum. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılıyor, gizlice ona bakıyordum. Namaza durduğum zaman bana bakıyor, kendisine döndüğüm zaman ise yüz çeviriyordu. Müslümanların benden uzaklaşmaları bu şekilde uzayınca yü´ rüdilm ve Ebu Katade -amcam oğlu olup benim için insanların en sevimlisidir-nin duvarına tırmandım ona selam verdim. Allah´a yemin olsun ki selamımı almadı. Ona: Ey Ebu Katade, Allah için söyle, Benim Allah ve Resulünü sevdiğimi biliyor musun dedim sustu, tekrar Allah´ın adını vererek sordum, yine sustu. Üçüncü kere Allah´ın adını vererek sordum: Allah ve Resulü en iyi bilendir dedi. Gözümden yaşlar boşaldı, geri döndüm ve duvara tırmandım. Ben Medine çarşısında yürürken Şam Nabatilerinden Medine´ye, satmak üzere yiyecek getiren biriyle karşılaştım. Kab bin Malik´i kim gösterir diyordu. İnsanlar beni ona göstermeye başladılar. Geldi ve bana Gassan kralından bir mektup getirdi. Ben (Okuma yazma bilen) olduğum için mektubu okudum. Şunlar yazılı idi: “Bundan sonra, aldığımız habere göre Allah seni horluk, hakaret yurdunda kılmamışken arkadaşın Muhammed sana cefa ediyormuş, gel bize katıl, seni rahata erdirelim!”
Mektubu okuduğumda işte bu da imtihandır, dedim ve onu fırına atıp yaktım. Nihayet 50 gecenin 40 gecesi geçtiği zaman bir de gördüm ki Allah Resulünün habercisi bana geliyor: “Allah Resulü senin, karından ayrılmanı emrediyor!” dedi. Onu boşuyayım mı, yoksa ne yapayım diye sordum Bilakis ondan ayrıl, ona yaklaşma, dedi. iki arkadaşıma da bu emrin aynısı gönderilmişti. Hanımıma: “Ailene git ve bu hususta Allah hüküm verinceye kadar onların yanında kal” dedim.
Hilal bin Ümeyye´nin hanımı Allah Resulüne varıp: Ya Resülüllah, muhakkak ki, Hilal güçsüz, kuvvetsiz bir ihtiyardır, hizmetçisi de yok, ona hizmet etmemi kerih görür müsün diye sordu da: Hayır, fakat sana asla yaklaşmasın buyurdu. Kadın, Allah´a andolsun ki onda hiçbir şeye karşılık hiçbir hareket yok. Vallahi sein bu emrin vuku bulduğu gönden buyana devamlı ağlıyor dedi.
Ailemden bazısı bana hanımım konusunda keşke Resülül-lahtan izin isteseydin. Hilal bin Ümeyye´nin karısına, kendisine hizmet etmesi için izin verdi, dediler. Ben: Allah´a andolsun ki ben bu hususta Resülüllahtan izin istemiyeceğim, ben genç birisiyim. Ben kendisinden izin istediğim zaman Allah Resulünün bana ne söyleceğini bilmiyorum, dedim. Bizimle konuşmayı yasaklamasından itibaren on gecelik süre de tamam oldu. Sonra ellinci gecenin sabahında bizim hakkımızda buyurduğu gibi bütün genişliğine rağmen yeryüzü dar gelmiş bir vaziyette otururken Sel dağına çıkmış birinin en yüksek sesiyle: Ey Kab bin Malik, müjde! diye bağırdığını duydum, secdeye kapandım ve anladım ki bir ferahlık (keder ve üzüntüden kurtuluş) gelmiştir. Allah Resulü, Sabah namazını kıldığı sırada Allah´ın bizim tevbemizi kabul buyurduğunu ilan etti. insanlar bana ve iki arkadaşıma müjde vermeye geldi…”
İnsanlar Kab´ı tebrik ettiler, ama o tebrikleri kabul etmeden Resülüllahm yanma gitti. En büyük terbiyeci olan Allah elçisi ona: “Ananın seni doğurduğu günden şimdiye kadar günlerin en hayırlısıyla seni müjdeliyorum!” dedi. Kab ona: “Ya Resü-lüllah bu af senden midir, yoksa Allah katından mıdır ” diye sorunca Resülüllah: “Hayır bilakis Allah kalındandır” dedi.
Bunun üzerin Kab´ın kalbi şüphelerden temizlenip arındı. Allah ve Resulünün rızası için bütün malını sadaka olarak verdi. Fakat Resülüllah ona: “Malının bir kısmını kendine bırak” deyince o da Hayberde müslümanlarm ele geçirdiği ganimetten kendi payına düşeni yanına alıkoydu, geri kalan mallarını sadaka olarak verdi.
İbret ve Terbiye
Uzun olmasına rağmen Ka´b bin Malik´in hadisini anlattık. Çünkü bu hadis, yaptığı hatadan ötürü pişmanlık duyup tevbe eden bir nefsin Serencâmını anlatan bir hadistir; hatadan sonra duyulan pişmanlığın hadisidir. Nitekim sofiler derler ki: Kişide zillet ve boynu büküldük meydana getiren bir hata, onda nazlılık meydana getiren taatten daha hayırlıdır. Çünkü hatasından dolayı Ka´b bin Malik Allah´a ve Resulüne karşı zillet duyup boynu bükülmüştü. Nefs-i levvamesinin, kendisini Allah ve Resulünü hoşnud etmeye yönelttiğini hissetmişti. 50 gece süreyle bütün saatlerinde Allah´ı zikrederek beklemişti. O sürenin her anında, vicdanında bir yaranın kanamakta olduğunu anlamıştı. Peygamber efendimizin ve diğer insanların çarşıda, pazarda kendisine yönelttikleri bakışta da bu yarayı hissetmişti. Ama yine de o nefsini frenleyip sabretmişti. Gassan Melikinden kendisine gelen mektupta, İslam´dan dönüp Gassanlı hıristiyanlara iltihak etmesi halinde tekrar eski şerefine kavuşacağı va´dediliyordu. Ama o bu teklifi de bir imtihan olarak görüyordu. Ortalığın kızışmakta olduğunu anlamıştı. îşte Ka´b bin Malik ve arkadaşlarının kıssası iki şeye delalet etmektedir.
1- Peygamber (s.a.v.) efendimiz, Ka´b bin Malik ile iki arkadaşında, savaşa katılmama hususunda mazeret beyan eden zayıf imanlı münafıklarda görmediği iyi hasletleri görmüştü. Ka´b bin Malik, kalbindeki bütün şeyleri açıklamış ve Peygamber efendimizden -yalan mazeretler uydurarak- af dilememişti. Peygamber efendimize karşı yalan söylemek istememişti. Onun davranışları temiz, kalbi arınmıştı. Ancak kalbine azıcık bir kir bulaşmıştı ki bunun da giderilmesi mümkündü, fakat bu kirli kalple, tevbesinin Allah ve Resulü tarafından kabul edilmesi imkansızdı. Peygamber efendimiz onun tevbe-i Nasûh ile tevbe etmesini arzuluyordu. Sadık imanlı müminin inanç ve yakinine yaraşan da böyle bir tevbe idi. Evet, bu şekilde sağlam bir tevbe yapabilmesi için de 50 gecelik bir sürenin geçmesi icab ediyordu. Bu süre zarfında Ka´b sanki itikafa girmişti. îtikafında kendini sırf Alla´h´a yöneltmişti. Nihayet insanlar bu üç kişiden, yani Ka´b ile arkadaşlarından alakalarını kesmiş ve onlara boykot ilan etmişlerdi. Kâ´b´m iki arkadaşı itikafa girer gibi yapmışlardı. Fakat Kâ´b, insanlar arasında dolaşmaya devam ediyordu. Dolaşıyordu ama arkadaşları arasında ve aile bireyleri arasında garip bir kimse gibiydi. Nihayet Peygamber efendimiz tevbelerini kabul buyuranca insanlar onlarla yeniden ilişki kurdular,
2- Bu haberin bize anlattığı bir gerçek vardır ki o da, insanın diğere kimselerle birlikte yaşamak için yaratılmış olduğu gerçeğidir, insan, başkalarının yüreklendirici bakışlarına, moral takviyesine, onların güler yüzlü olmalarına ihtiyaç hisseder. Ama manevi protesto, kötü kimselere verilen cezanın meydana getiremediği etkiyi, seçkin kimselerin kalbinde meydana getirir. Peygamber (s.a.v.) efendimizin: “Sizden her kim şer-i şerife uymayan kötü bir davranış görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer gücü yetmezse diliyle; diliyle de gücü yetmezse kalbiyle karşı koysun!” mealindeki hadisi şerifte sözü edilen kalbî protestoyu küçümseyenler hatalıdırlar. Hadisi şerifte anlatılan o üç kişiye karşı uygulanan ceza, sırf kalbi bir ptotestodan ibaretti ki o da çevredeki insanların yüzlerinde ve organlarında tezahür etmişti. Ama sözlerinde tezahür etmemişti.
Peygamber (s.a.v.) efendimizin koymuş olduğu bu cezaya bizim de ittiba etmemiz gerekmektedir. Yani kötü kimselere karşı güleryüzlü davranmamız, günah irtikâb eden kimselerin yüzüne gülümsemememiz icab etmektedir. Böyle yaptığımız takdirde belki de onların vicdanları etkilenip kemdini kınayacaktır. Peygamber (s.a.v,) efendimizin, kalplerinde bulunan azıcık manevi kirden ötürü o üç kişiye böyle bir cezayı tatbik ettiğini okuyup anladığımıza göre, ne diye biz, zamanımızdaki kötü kimselere böyle bir cezayı tatbik etmiyoruz Kötü kimselerle ilişkilerimizi koparamıyorsak, hiç değilse onlardan yana olmamamız, zalimliklerine rağmen çevrelerinde durmamamız gerekmektedir. Kendilerine destek olmasak bile çevrelerinde durmamız bile bizi onların grubundan kimseler olarak gösterir. Yaptıkları kötülüklerde onlara yardımcı olmasak bile onların yolunda yürümüş sayılırız. Çevrelerinde bulunup kendileriyle ülfet etmekle, aslında onlara yardım etmiş oluruz. Peygamber (s.a.v.) efendimiz kötülerin çevresinde bulunan kimseleri uyararak şöyle diyor: “Zalim kimseyle birlikte yürüyen adam cehenneme doğru koşmuş olur!”
Kendilerini Mescidin Sütunlarına Bağlayan Yedi Kişi
Tebük gazvesinden geri kalan on kişi vardı. Bunların üçü peygamber efendimizin yanına giderek savaştan geri kalış mazeretlerini beyan ettiler. Peygamber efendimiz de onların zahiri mazeretlerini kabul etti, ama kalplerindeki niyetlerini Allah´a havale etti. Merhametli ve temiz bir insan olan Peygamber efendi´miz, dilleriyle ifade ettikleri kelimeleri ve mazeretleri kabul etti, ama kalplerindeki niyetlerini Allah´a havale etti. Çünkü o, kalpleri teftiş edecek durumda değildi. Mazeret beyanında bulunmak için Peygamber efendimize giden üç kişi “Ya Resülallah savaştan geri kalma hususunda bizim herhangi bir mazeretimiz yoktu. Sana karşı yalan söyleyecek durumumuz da yoktur ´ dediler. Peygamber efendimiz de onların sözlerini tasdik etti. Kalplerini temizledi, nefislerini terbiye etti. Böylece zahiren basit, ama tesir bakımından güçlü olan bu ceza ile günahları üzerlerinden kaldırılmış oldu. Ancak geri kalan yedi kişi mazeret beyan etmek için Peygamber efendimizin yanına gitmediler. Çünkü beyan edecekleri herhangi bir mazeretleri yoktu. Aksine kendi kendilerini cezalandırarak kendilerini mescidi Nebinin sütunlarına bağladılar. Resulullah (s.a.v.) efendimiz onları görünce: “Kendilerini sütunlara bağlayan şu kimseler necidirler “diye sorunca dediler ki: “Ya Resulallah, bunlar Ebu Lübabe ile arkadaşlarıdırlar. Savaştan geri kaldıkları ve senin yanında bulunmadıkları için kendilerini cezalandırıp sütunlara bağladılar. Senin gelip kendilerini çözmen ve hatalarını affetmen için beklemektedirler.”
Resulullah (s.a.v.) dedi ki: “Allah´a andolsun ki, Yüce Allah kendilerini çözmedikçe ben onları çözecek ve suçlarını affedecek değilim! Çünkü bunlar benden yüz çevirdiler müslümanlarla birlikte gazaya gelmekten geri kaldılar
Ebu Lübabe ile arkadaşları Resulullah (s.a.v.) efendimizin bu kesin sözünü işitince: “Allah bizi çözünceye kadar biz kendimizi bu sütunlara bağlı tutacağız, biz kendimizi buradan çözecek değiliz dediler. Nihayet Cenab-ı Allah Peygamberine emir vererek onları çözdürdü. Denilir ki, haklarında şu ayeti kerime nazil oldu:
“Başka bir kısmı da (Seninle Tebük seferine gelmemek hususunda ki) günahlarını itiraf ettiler. îyi işle kötü işi birbirine karıştırdılar. Belki Allah, bunların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, esirgeyendir.” (Tevbe:i02)
Bu ayeti kerime nazil olunca Peygamber efendimiz adam gönderip onları sütunlardan çözüp serbest bıraktı ve hatalarını affetti.
Bu hatalılar, kendi bedenlerini mescidin sütunlarına bağlamanın, savaştan geri kalma suçunun keffareti olamıyacağım düşünerek sadaka vermek istediler. Çünkü suyun ateşi söndürdüğü gibi sadakanın da günahları söndüreceğine inanmışlardı. Bu sebeble bütün mallarını sadaka olarak verdiler ve “Ya Re-sulallah! Bunlar bizim mallarımızdır. Sen bunları bizim namımıza sadaka olarak ver ve bizim için de Allah´tan mağfiret dile” dediler. Resulullah (s.a.v.) ´”Ben malınızı almakla emrolun-madım” dedi. Denilir ki onun böyle deyişinden sonra şu ayeti kerime nazil oldu:
“Onların mallarından bir miktar sadaka al ki onunla onları temizleyesin, yüceltesin ve onlara dua et; çünkü senin duan, on-ları(n ıztırablarını) yatıştırır. Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe:103)
Bunlar kendi nefislerini temizlemeye çalışan bir kısımdı. İnsanlardan uzak tutarak peygamber efendimiz ve Resülüllah´ın yanında gazaya gitmekten geri kalma suçunu işlediklerinden dolayı mazeretleri olmadığını anlamış ve bu sebeble de Resulul-lah´ın yanına gidip mazeret beyanında bulunmaya teşebbüs etmemişlerdi. Bu sebeble de bunlar günah sayılabilecek büyük bir hataya düşmüşlerdi.
îbni Kesir, Tebük gazvesinden geri kalan kimseleri grublara ayırırken dört gruptan bahseder ki, bunlar da bizim anlattığımız manaya yakındırlar. O şöyle der: “Tebük gazvesine katılmaktan geri kalanlar dört kısımdırlar:
1- Hz. Ali ile Muhammed bin Seleme ve îbn Ümmü Mektum gibi Peygamber efendimizin emri üzerine savaşa katılmayan ve yine de sevap kazananlar.
2- Mazeretleri olduğu halde savaşa katılmaktan geri kalanlar: Bunlar zayıflar, hastalar ve nafakasını temin edemiyen yoksullardı. Binek bulamadıkları için Resulullah´m yanında ağlamışlardı.
3- Ebu Lübabe ve diğer arkadaşlarıyla birlikte üç kişi ki bunlar savaşa katılmadıklarından dolayı asi ve günahkar olmuşlardı.
4- Savaşa katılmadıklarından dolayı kınanıp yerilen münafıklar.
Biz bu kısımları Kur´an-ı Kerim´den aktardık. Bu taksimat hususunda Hafız îbni Kesirdin görüşüne muvafakat ediyoruz. Ancak Ebu Lübabe ile arkadaşlarını günahkar kimseler olarak kabul etmiyoruz. Ancak sonuncu gaza olan Tebuk gazvesinde Peygamber efendimizle birlikte olan kimselerin nefisleri imtihan edilmişti. Bu savaşta Peygamber efendimizin emrinin dışına çıkmayan kimselerle onu yalnız bırakmak isteyen münafıklar birbirlerinden ayrılmışlardı. Ona suikast yapan hainler de ortaya çıkmışlardı. Şiddet ve zorluk anında gayretsizlik göstererek peygamber efendimizin emrine icabet etmeyen kimseler de tanınmışlardı. Bunlar her ne kadar zayıf imanlı değilseler de peygamber efendimiz Rabbinin emriyle onları tedavi etmiş, ruhlarını iyileştirmiş ve kalplerini temizlemişti. Diğerlerini ise peygamber efendimiz kendi hallerine bırakmış ve Cenab-ı Allah´ın muhasebesine havale etmişti.