Ey iman edenler, Allah´tan korkun, O´na yaklaşmaya vesile arayın, O´nun yolunda cihad edin ki, mutluluğa erebilesiniz. (Maide Suresi 35.Ayet) Bu mübarek ayeti kerime inanmış insanın hayatına ışık tutan bir kandil gibidir.Ayeti kerimede Yüce Rabbimiz iman eden müminlere seslenmiş ve onları öncelikle takvalı olmaya davet etmiştir.Yani Allah’tan korkmaya,O’nun sevgisini kaybetmekten çekinmeye ve gazabını kazanmaktan kaçınmaya çağırmıştır.Ayet üç bölümden oluşmakta ve üç ayrı şeyi mümin insana sırası ile yüklemektedir.Allah’a karşı takvalı olmak ve O’ndan korkmak ilk mertebeyi teşkil eder.Mutluluğa ve kurtuluşa ermenin ve ebedi saadeti elde etmenin ilk basamağı budur.Yola çıkan kimsenin ilk yapması gereken emirleri yerine getirmek ve nehiylerden kaçınmaktır.Mümin ilahi emirleri yerine getirmelidir ki takvalı olabilsin.
Ebû Zer, Cündeb İbni Cünâde ve Ebû Abdurrahman Muâz İbni Cebel radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’dan kork.Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silip süpürsün.İnsanlarla güzel geçin!” (Tirmizî, Birr 55) “Ey insanoğlu, seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen, mütenâsib kılan, istediği şekilde terkib eden, çok cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir ” (İnfitâr Sûresi, 6-8.Ayetler) “Kullarıma benim, bağışlayan, merhamet eden olduğumu, azabımın can yakıcı bir azab olduğunu haber ver!” (Hicr Sûresi, 49-50.Ayetler) İkinci mertebe kulun takvadan sonra,Allah’a (c.c.) yakınlaşmaya çalışmasıdır.Bu manevi yakınlık için vesileler araması, kendisine bir yol bulmaya çalışmasıdır.Yakınlaşmak korku mertebesinden, sevgi mertebesine doğru bir yolculuktur.Yakınlık kazanan;yakınlaşan, mertebe elde eden ve daha çok sevilmeye başlanan demektir.Nitekim aşağıda geçen hadis-i şerifte de yakınlaşmak için vesile aramaya dikkat çekilmiştir: “Her kim (ihlâs ile Bana kulluk eden) bir dostuma düşmanlık ederse, Ben de ona karşı harp îlân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı akleden kalbi ve konuşan dili olurum.Ben’den her ne isterse, onu mutlakâ veririm. Bana sığınırsa, onu korurum. Ben, yapacağım bir şeyde, mümin kulumun rûhunu kabzetmekteki tereddüdüm kadar hiç tereddüde düşmedim: (Zîrâ) o, ölümü sevmez; Ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248) Bu kudsi hadisi şerifte yukarıdaki Maide Suresi 35.ayetin Allah’tan korkun ve O’na yakınlaşmak için vesile arayın emr-i ilahisinin ikisinin birden ele alındığı görülmektedir.Allah’tan korkmak farz ibadetleri sarılmayı doğurur.Farz kılınan şeyler yakınlık kazandırır.Bu Allah’a (c.c.) sevimli gelen bir şeydir.Yakınlık kazandırır.Bundan sonra kulun kendi gayreti ile farzların üzerine koyduğu süreklilik ifade eden nafileler,en sonunda Allah (c.c.) tarafından sevilmeyi doğurur. Allah c.c. elbetteki tüm yarattıklarını sever.Bu sevgi ile yakınlıktan doğan sevgi aynı değildir.İlki merhametini ve yaratmasından dolayı sevmesini içerir.Bu rahmetten dolayıdır ki Yüce Allah kendisine isyan edenleri hemen cezalandırmaz ve onlara rızık vermeye devam eder.Bu tek taraflı bir ilişkidir.Allah c.c. kendisine isyan edene merhamet etmektedir.İsyan eden,küfre giren,şirk koşan kul ise bundan habersizdir.Asıl sevgi ise çift taraflıdır.İnsan için istenilen Allah’ın sevgisini ve yakınlığını gösterdiği gayret ile kazanmasıdır.Sevgi ispat isteyen bir şeydir.Bunun için uğraşmak gereklidir. Üçüncü makam ise cihad makamıdır.O’nun yolunda cehd göstermek insan için farzdır.Sahip olduğu takvayı, farz ve nafileleri yerine getirmekten,adap ve edeplere uymaktan doğan yakınlığı ve en önemlisi Yüce Rabbin sevgisini korumak için insan cehd göstermelidir.İnsan kendi yakınlarına,toplumuna ve sevgi duyduklarına,doğaya ve tüm canlılara karşı kendini sorumlu hisseden ve hissetmesi de gereken bir varlıktır.İnsan hem kendi içinde ve hem de dışındaki alemde düzenin,adaletin,salahın,güzelliğin ve hayrın hakim olması için çalışmak zorundadır. Şeytan, nefis ve dünya sevgisi insanın en büyük düşmanlarıdır.Onu yolundan alıkoymak için gayret göstermekte ve fırsat kollamaktadırlar.İlk iki makamı korumak ve bu yolda ilerlemek çaba göstermeyi gerektirir.Cihadın nefisle yapılanı büyük cihad, İslam’a düşmanlık yapan,insanlara zulmeden,onları Allah’ın (c.c.) ve Rasulunün (s.a.v.) yolundan alıkoyan,dünyayı yaşanmaz bir hale getiren zalimlerle karşı yapılanı ise küçük cihaddır. İnsanın gerek ferdi planda gerekse kendi yaşadığı toplumda toplumsal planda doğrunun,hakkın,adaletin,takvanın, fedakarlığın, bağışlamanın, infakın, yardımlaşmanın, güzel ahlakın,edebin,takvanın,ibadetlerin,sevgi ve saygının yayılması için çalışması onun üzerine bir vecibedir. Bildirildiğine göre, adamın biri Peygamberimize «Yâ Rasulallah bana cihâda denk gelecek bir amel göster.» dedi.Peygamberimiz «Öyle bir amel bulamıyorum.» diye cevap verdi. Sonra «Mücâhid, cihâddayken sen mescidine girip devamlı olarak namaz kılabilir ve aralıksız oruç tutabilir misin?» diye sordu.Adam «Bunu kim yapabilir?» diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:”Muhammed´in nefsini kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl´e yemin olsun ki, Allah yolunda yaralanmış hiçbir yaralı yoktur ki, kıyamet günü, yaralandığı ilk günkü manzarasıyla gelmiş olmasın: (Yarası taze) kan renginde, kokusu da misk kokusunda olarak.Muhammed´in nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e yemin ediyorum ki,müslümanlara meşakkat vermeyecek olsam, Allah yolunda gazveye çıkan hiçbir seriyyeden asla geri kalmazdım. Ancak onları hayvana bindirecek imkân bulamıyorum. Onlar da beni tâkibe imkân bulamıyorlar. Benden geri kalmak da onlara zor geliyor. Muhammed´in nefsi kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl´e kasem olsun, Allah yolunda gazaya çıkıp öldürülmeyi, sonra tekrar hayat bulup gazada tekrar öldürülmeyi, sonra tekrar gazaya çıkıp öldürülmeyi ne kadar isterim!” (Buhari,İman 25, Cihad 2, 119, Hums 8, Tevhid 28,30) İnsanların en faziletlisi de Allah yolunda malıyla ve canıyla mücahede eden mümindir” (Buhari, Cihâd, 2). Aşağıdaki hadislerde ise cihadın nefisle yapılanına işaret edilmektedir.Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır.Müslüman,gerçek cihadı nefsine karşı verir.Nefsine karşı cihadı kazanamayan,düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz.Hz.Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: ” Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” (Aclûnî, Keşful-Hafâ, I, 425). Rasûlullah (s.a.v.) Beyhaki’de nakledildiğine göre şöyle buyurmuştur: Mümin bir kimse beş şey arasında kıvranmaktadır: 1. Kendisini kıskanan bir mümin, 2. Kendisine buğzeden bir münâfık, 3. Kendisiyle dövüşen bir kâfir, 4. Kendisini dalâlete götüren bir şeytan, 5. Kendisiyle çekişen bir nefis! Hazret-i Yusuf (as.) gibi çok yüce bir peygamber bile, nefsinden şikayet ederek onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Doğrusu ben nefsimi temize çıkarmam. Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister ve kötülüğü emreder.” (Yusuf Suresi : 53.Ayet) İşte bu üç şartı yerine getirenler kurtuluşa erecek olanlardır. Takvalı olanlar,yakın bir sevgi için vesile arayanlar ve hak yolunda cihad edenler.Mutluluğa erecek olanlar,ebedi sevgiyi elde edecek olanlar işte bunlardır.“Nefsini temizlemiş olan şüphe yok ki, felâha ermiştir.Ve muhakkak ki, nefsini noksana düşüren de hüsrâna uğramıştır.” (Şems Suresi 9-10 ) Maide Suresinde geçen konu edindiğimiz, (Ey iman edenler, Allah´tan korkun, O´na yaklaşmaya vesile arayın, O´nun yolunda cihad edin ki, mutluluğa erebilesiniz.) 35.ayeti ile ilgili olarak İmam Taberi (r.a.) tefsirinde şöyle buyurmaktadır: ‘Burada aranılması emredilen yol, yakınlık demektir. Yani Allah´a yakın olmayı isteyin demektir.Eba Vasil, Ata, Süddi, Katade, Mücahid, Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Kesir bu görüştedirler. Bu hususta Katade diyor ki: “Bu âyetin mânâsı şudur: Allah´a itaat ederek ve onun rızasını kazanacak ameller işleyerek ona yakın olun. İbn-i Zeyd de “Buradaki vesileden maksat sevgidir, âyet-i kerimede “Kendinizi Allah´a sevdirin” buyurulmaktadır.” demiştir. Sonra da şu âyeti okumuştur: “Onların yalvardıkları da, Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar. Ve O´nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.(İsra Suresi,57.Ayet) ’ Aynı ayet-i celile ile ilgili olarak Elmalı Muhammed Hamdi Yazır tefsirinde şu açıklamalarda bulunmuştur: ’Ey Allah´a ve Resulüne iman edenler! Siz o sözleşmelerini bozanlara, o kafirlere,o fasıklara, o bozgunculuğa koşanlara benzemeyiniz de, Allah´dan layık olduğu şekliyle korkunuz. Allah´ın cezasından, azabından korkunuz, çirkinliklerden sakınınız, şayet bir günaha düştünüzse hemen tevbe ediniz. Zira anladınız ki gafûr (çok affedici), rahîm (çok acıyıcı) olan Allah´ın azab ve cezası da pek büyüktür. Fakat takva (Allah´tan gereğince korkma)yı yalnız fenalık yapmamaktan ve yalnız kaçınmaktan ibaret menfi (olumsuz) bir huy kabul etmeyiniz. Kıssada dinlediniz ki muttakî âdem oğlunun kardeşinin karar verdiği cinayete karşı bile Allah korkusuyla elini uzatmak istememesi ve yalnız öğüt ile yetinmesi, kendisini öldürülmeden kurtarmaya yetmedi. Şu halde kötülüklerden kaçınmakla yetinmeyip, tam mânâsıyla korununuz da Allah´ın korumasına girmek ve affına ve rahmetine ermek için Allah´dan vesile de isteyin.Boş durmayıp, yalnız iman ve korku ile yetinmeyip, Allah´a yakınlık için vesile de arayınız. En uygun sebeplere teşebbüs etmek suretiyle Allah´ın sevgisine layık güzel ameller yapmaya iradenizi sarf ediniz de ve Allah yolunda, İslâm dini uğrunda, doğru yol üzerinde gücünüzü bolca kullanmakla mücahede ediniz, dahilî ve haricî engel ve zorluklara göğüs gerip hak düşmanlarını yeniniz. Dilimizde bilindiği üzere “vesile”, kendisiyle bir gayeye ulaşılan, yani yaklaşılan sebep, yaklaşma sebebi demektir ki (kendisiyle yaklaşılan şey)mânâsına, sadece “kurbet” (yaklaşma) da denilir. Nitekim Hasen, Mücahid, Atâ, Abdullah b. Kesir gibi bir çok selef tefsircileri “yani yakınlık” diye tefsir etmişlerdir. Katâde, Allah´a itaat ve hoşnut olacağı amel ile yaklaşınız, diye anlatmış; Sûddî de: “yani istemek ve yakınlık” diye ifade etmiştir ki, hem “ibtiğâ” (isteme)yi, hem “vesile”yi açıklamaktır. İbnü Zeyd de, “muhabbet (sevgi) ile Allah´a kendinizi sevdirmeye çalışınız” demiş ve, “Onların taptıkları da Rab´lerine bir yol arar, her biri Allah´a daha çok yaklaşmak için çalışır” (İsrâ, 17/57) âyetini okumuştur. Şu halde mânânın özeti: “Biz müminiz, Allah bizi yalnız iman ile sever deyip de ciddiyetsiz olmayınız, Allah´dan korkunuz, kötü ahlâktan ve çirkin amelden sakınınız.Sonra yalnız korkmak ve sakınmakla da kalmayınız, iradenizi sarf edip gerekli sebeplere de teşebbüs ediniz. Allah´ın emirlerini yerine getiriniz ve bununla da kalmayınız, Allah´a yaklaşmak için daima vesile arayınız.Her fırsattan istifade ile kendi gönlünüz ve isteğinizle farzlar ve vacipler dışında güzel güzel işler, Allah´ın rızasına uygun ameller yaparak kendi tarafınızdan da kendinizi Allah´a sevdirmek isteyiniz, isteyerek, yalvararak çalışınız ve uğraşınız” demektir. Ve bunda “Mümin kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder.” kudsî hadisinin mânâsının yerleştirilmiş bulunduğu açıktır.”Vesîle cennette bir makamdır.” hadis-i şerifi vesilenin ahirete ait önemini anlatır. Kısaca vesile, lazımdır. Ve onu bulmak için isteyip aramak ve başvurmak da gereklidir. Çünkü vesilenin vesilesi de iman ve ittika (korunma) ile istek ve iradedir. Ve şu halde asıl vesile Allah´a yaklaşma kasdı ve sevme arzusudur. Ve işte bu kast ve niyet ile sebepleri araştırma, güzel ahlâk ve güzel amel gibi Allah´ın rızasına uygun hoş vesileler hazırlamakla kulluk için koşmayı emretmektedir. Ve bunun içindir ki, buna, mücahede emri katılmıştır. İman, ittikâ ile; ittikâ, vesileyi aramakla; vesileyi arama da, mücahede ile tamam olur. ‘ Tüm bu açıklamalar bize kulun Yüce Allah’ın rızasını elde etmek ve O’na yakınlaşıp,O’nun sevgisini kazanmak için çok çabalaması gerektiğini bildirmektedir. Bu konu ile ilgili olarak sürekli araştırma yapmalı,kendisine örnek olabilecek kişilere,bu yolda öncü olmuş takva önderlerine ve onların hayatlarına bakmalı,onlardan ibret almaya çalışmalıdır. Büyük Haznevi Üstadı,maneviyat yolunun imamı olan Şeyh Muhammed Haznevi hazretleri şöyle buyurmuşlardır: ‘ Kişi kendini Allah´a kullukta ve ibadetlerde eksik görmeli ve Peygamberimizin ahlakıyla ahlaklanmış edepli insanları örnek alıp, kendini onlara benzetmeye çalışmalıdır. Kalbin ıslahı ve nefsin terbiyesi, ancak sağlam bir itikad, salih bir amel ve İslam´ın hükümlerini, helal ve haramı öğrenmekle mümkündür. Namazı düzgün ve sahih olmayan bir insan kalbini ıslah ve nefsini tezkiye edemez. ‘ Başka bir sohbetlerinde ise şöyle buyurmuşlardır: ‘Faziletler tehlikelerin içindedir. Eğer onlara sahip olmak istiyorsan ruhunu feda etmen gerekir. Maalesef, biz bunu yapmıyoruz. Kendi evimizi, ailemizi, çocuklarımızı, ticaretimizi terk edemiyoruz. Bununla beraber yüksek makamlara ve faziletlere varmak istiyoruz.İnsanın amelsiz, çalışmadan Allah´ın rızasına varması mümkün değildir. Allah´ın rızasına varabilmesi için mutlaka çalışması, amel yapması gerekir. Uykuda olan bir kimse nasıl yıldızları göremezse, insan da eğer tarlası, bahçesi varsa onları ekip biçmez ve onlarla ilgilenmezse her hangi bir ürün elde edemez.’ Şeyh Muhammed Haznevi Hazretleri Allah’a (c.c.) yakın olmaya götürecek vesilelerden birisini ise şu şekilde açıklamışlardır: ‘Mürid kalbiyle Allah Allah demeyi öğrendikten sonra artık kalbi onun bekçisidir. Daima Allah ile beraberdir. Bu beraberlik ile kişide Allah´a karşı huşu ve tevazu olur. Allah´ın gözetiminde olduğunun şuuruna varır. Bilir ki Allah onu görüyor. Böylece kişi günahlara yanaşmaz ve onun kalbi dünyaya dalmaz.’ Yüce Allah’ın sevgisini kazandıracak vesileler noktasında büyük alim ve mutasavvıf Abdulhalık Gücdüvani Hazretlerinin (r.a.) çağlar üstü öğütlerini ve tavsiye ettiği amelleri muhakkak surette incelemek gerekmektedir. Bunlar on bir sarsılmaz düstur olup sırası ile şu şekilde açıklanabilir: 1 — Huş der dem HUŞ DER DEM : Anlamı alınan her nefeste kalbi uyanık tutmak.Yani her nefeste huzuru muhafaza etmek.Alınan her nefeste bunun bir nimet olduğunu,Allah tarafından verilmiş bir fırsat olduğunu bilmek.O nefesi Yüce Allah’ı hatırlayarak almak ve aynı şekilde vermeye çalışmak.Allah´tan gafil olarak tek nefes dahi almamak.Bu hali kendine yerleştirmek ve her yerde ve her zaman Allah (c.c.) ile olmaya doğru kendi için bir kapı aralamak.Allah’a doğru yapılan manevi yolculukta bunu bir vesile kılmak. Büyük alim Mevlana Sadettin Kaşgarî bu ölçüyü «Bir nefesten bir nefese geçerken asla gaflete düşmemek ve huzurda olmak» diye tarif etmektedir.Muttakilerin İmamı Hoca Ubeydullah Hazretleri ise bu Allah’a yakınlaşma vesilesini şöyle tarif etmişlerdir : Şah-ı Nakşibend Hazretleri ise şöyle buyurmuşlardır : İnsana ilk başta zor gibi gelen bu hal,aslında çalışma,üzerine eğilme ve Allah için azim sahibi olmak ile elde edilebilecek bir şeydir.İnsanlardan bu hali yaşayanlar öyle bir hale gelmektedirler ki,Allah’ı içlerinden zikrederken dünyevi işlerini de yapabilmektedirler.Kalp kendi vazifesi olan zikir ve huzur halini korurken,diğer azalarda o anda başka işlerle uğraşabilmekte ve akılda kendine düşeni yapabilmektedir.Şeyh Muhammed Haznevi Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardır : Adabı tatmayan ve yaşamayan, bu insanlarla beraber olmayan bu yolu anlayamaz. Bu adabı yaşayan ve tatbik eden, ruhu pahasına dahi olsa bu yolu tercih eder. NAZAR BER KADEM : Bu ıstılah göz ayağa bakacak manasına gelmektedir.Bu adabı yaşamaya çalışan kişi şehirde, sahrada, yolda, her nerede olsa zaruri durumlar dışında gözünü ayağına yöneltecek,daima yere ve önüne bakarak yürüyecektir.Böylece gözünü başıboşluktan,her istediği ve dilediği yere bakmaktan koruyacaktır.Bu günümüzde her yandan fısk ve fücur ile dolu olan sokaklarda, caddelerde kişiyi haramlardan koruyacak ve Allah’a yaklaştıracak çok önemli bir adap ve vesiledir. Bilindiği gibi göz nereye bakar,neye nazar ederse gönülde oraya akmaktadır.İnsanın hem dışarıdaki kötülüklerden korunması ve hem de bir yerden bir yere giderken kendi iç alemine yönelip,Rabbini unutmaması onun için önemli bir haslettir. Rahmân´ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine laf atarsa “Selâm” derler. (Furkan Suresi 63. Ayet ) Büyük alim,fazilet sahiblerinin imamı Şeyh Muhammed Muta Haznevi Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:Varlık aleminde sevilmeye Allah Teala’dan daha layık ve değerli hiçbir şey yoktur. Allah Subhanehu ve Teala yegane fazl, ikram ve ihsan sahibidir. O bizi yoktan var edendir. Bizi yeryüzünde halife kılandır. Yeryüzündeki her şeyi bizler için yaratandır. Bize sayısız ve hesapsız nimetlerini bahşedendir. Bizler hiç bir şey bilmiyorken her şeyi bize öğretendir. Sevilmeye ve yaklaşılmaya layık Allah tan başka hiç kimse yoktur! İşte bunun içindir ki, Efendimiz Muhammed aleyhissalatü vesselam şöyle dua ederdi: “Ey Allah’ım! Senden,Senin sevgini,Seni sevenlerin sevgisini ve Senin sevgine yaklaştıracak amellerin sevgisini istiyorum!” (Tirmizi) SEFER DER VATEN: Vatanda sefer manasına gelen bu tabir, Allah’ın rızasını arayan kişinin kötü ahlakından,beşerî, nefsani ve şehevi sıfatlarından sıyrılıp iyi ahlak ve meleki sıfatların yurdu olan aslî vatanına sefer etmesi manasına gelmektedir. İnsan aslında bir yolcudur.Bu ruhlar aleminden anne karnına, oradan çocukluğa,çocukluktan gençliğe,gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebedi bir hayata doğru devam eden bir yolculuktur.İnsan aynı mekanda yaşamasına rağmen sürekli sefer halindedir.Zaman düzleminde olan bu yolculuk yanında, insan için bir de manevi ve ruhi bir yolculuk vardır.Bu bir tarafı aşağıların en aşağısı olan esfel-i safiline,diğer tarafı ise meleklerden de üstün olman alay-ı illyyine doğru olan çift taraflı bir yolculuktur.Bu yolculukta insan için gayretine göre pek çok makam ve seviye vardır. Manen bulunduğu halden daha yücesine çıkmak için çare aramak,örnek alınacak Salih kişilerin yanına gitmek, ahlakını güzelleştirmek için kendine bir ahlak hocası bulmaya çalışmak,böylesi yüce şahsiyetlerin hizmetinde olmak kişinin iç aleminde gerçekleşen seferini,manevi yürüyüşünü tamamlaması için vazgeçilmezdir. Şeyh Muhammed Muta Haznevi Hazretleri şöyle buyurmuştur: İnsan,Allah Subhanehu ve Teala’ya hizmet için ve O’nu tanımak için vardır. İnsan, Allah Sübhanehu ve Teala’ya kulluk ve O’nun emirlerine itaat için ve O’nun yasakladığı ve men ettiği şeylerden uzaklaşmak için vardır. Bu insanın Allah Teala’dan başka bir varlığa hizmet etmesi, kendini Allah Sübhanehu ve Teala’ya kulluğun dışında bir şeyle meşgul etmesi caiz ve mümkün değildir. Çünkü bütün alem insanın emrinde ve Allah Teala’nın izniyle insana hizmet için çalışmaktadır.Nitekim Allah Teala Kitab-ı Aziz inde şöyle buyurur: “Allah’ın göklerdeki ve yerdeki (nice varlık ve imkanları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmüyor musunuz?” (Lokman, 20) HALVET DER ENCÜMEN: Meclislerde,topluluklarda yalnızlık.İnsanlar arasında kendi ile olmak.Kendini bulmak için insanlardan ve toplumdan kopmamak.Onlarla birlikte iken,Allah c.c. ile de birlikte olabilmek.Kalbi Allah’a yöneltmek.Bir yerde insanlar arasında otururken,boş ve anlamsız şeylerle insanlar uğraştığında iç alemine yönelmek.Orada Rabbini hatırlamak, O’nu zikretmek.Halkla beraber olmak,insanlardan kopmamak.Fakat bunu yaparken kalbin Allah ile olan bağından uzaklaşmaması için onu kontrol altında tutmak. Derinden derine,içten içe O’nunla olmaya devam etmek. Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine sormuşlar: Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: YAD-I KERD: Dilin kalp ile beraber zikri.Dili damağa yapıştırarak,dudakları ve ağzı kapalı tutmak sureti ile Allah’ı zikretmek. — Zikirden murad, kalbin Allah´tan bilgi edinmesidir. Bu bilgi meydana gelince zikir yerini buldu demektir. Eğer gönül ehli sohbetinde bu bilgi meydana gelmezse zikre devam etmek lazımdır. Zikirde en kolay ve sağlam yol, nefesini göbeği altında hapsedip, dudağını dudağına ve dilini damağına yapıştırmak suretiyle olandır. Kalbin hakikati onun duygu ve anlayış merkezi olmasıdır ki,o her tarafa yönelir.Dünyayı ve dünya işlerini hep o düşünür ve göz açıp kapayıncaya kadar yerleri, gökleri ve bütün alemleri dolaşır.İşte onu(kalbimizi) bütün fikirlerden caydırıp, (uzaklaştırıp) tiksindirip, (tüm dikkatini) yürek dediğimiz maddî et parçasına döndürmek ve zikirle (Allah’a ) bağlamak lazımdır. Şeyh Muhammed Haznevi Hazretleri ise şöyle buyurmuşlardır : Tüm vücudun ıslahı, kalbin ıslahına bağlıdır. Kalbin ıslahının şartı da Allah´ın zikridir. Allah ( C.C ) Kur´an-ı Kerim´de : “Bilesiniz ki kalpler ancak Allah´ın zikri ile mutmain olur.´´ buyurmaktadır. Ebu Hureyre Abdurrahman İbn-i Sahr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Allah Teâlâ sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalblerinize ve amellerinize bakar” (Müslim, Birr 34) Sizi yanımızda değerli kılacak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır. Ancak imân edip güzel ve hayırlı işler yapanların durumu başkadır.Onlara yaptıklarının kat kat fazlasıyla mükâfat verilecektir.(Sebe Suresi 34.Ayet) Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur; bozulursa, bütün vücut bozulur.İşte bu et parçası kalpdir” (Buhari,İmân 39; Müslim,Müsâkât 107,108) BAZ-I KEŞT: Zikir esnasında ihtiyarsızca,istemeden hatıra gelen, iyi ve kötü her fikri nefyetmek, kovmak. Böylece tam bir ihlas ile zikir edebilmenin yolunu açmak.Kalbin tam bir ihlas ile Allah’a yönelmesini sağlamak. Zikirde kalbin «Allah’ım, benim muradım Sensin,Senin rızandır; başka hiç bir şey değil! » itminanına ermesi şarttır.Kalpte başka alakalara yer kaldıkça böyle bir itminan teşekkül edemez ve zikir halis olamaz. Başlangıçta bu itminana ulaşılamasa da yine zikri bırakmamak ve bu his elde edilinceye kadar zikre devam etmek gerekir.İnsan tam bir huzurla ve tüm ilgilerden kurtulmuş bir şekilde zikir yapamasa bile,yine de Allah’ı anmaya deva etmelidir. Yolda olmak,samimi olmak ve gayret etmek bir gün netice verecektir. Bu konuda Mevlana Aliyüddin Hazretleri kendi başlarından geçenleri şöyle anlatmışlarıdır: — Başlangıçta ilk zikir emrini aldığım zaman «Allah’ım, benim muradım Sensin,Senin rızandır; başka hiç bir şey değil!» fikrini benimsemedim,böyle bir iddiadan utandım. Zira bu iddiada sadık değildim.(Allah’a karşı) Yalan söylemiş olacaktım. Vaziyeti üstadıma anlattım. Dediler ki: «İnsan bu sözde sadık olmasa bile yalanını hakikat haline getirinceye kadar onda sabit olmalıdır.» Sonradan işin hakikatini anladım.Tam doğruluk, işte, yalanı bile gerçeğe çevirmeğe bakan bu sebat ve ısrardadır. NlGAH-I DAŞT Bu havatırın, yani kalbe ânî olarak gelen yabancı ve uzaklaştırılması gereken his ve fikirlerin murakabesidir.Bunlara karşı uyanık olmak ve onları kovmak için hazır olma halidir.Şeytan insanın aklına kötü,faydasız veya boş fikirler getirmekte ve onun zamanını en azından boşa geçirmesini sağlamaya çalışmaktadır.İnsanı günaha,onu yapamazsa gaflete düşürmeye uğraşmaktadır. Bunun içinde kalbe çeşitli fikirler atmakta ve insanı bunlara tabi olmaya yöneltmektedir.Bundan korunmaya çalışmak ve kalbi kontrol etmeyi öğrenmek gerekmektedir.Bu gafletten,boş ve gereksiz düşüncelerden uzak olma hali her geçen gün daha fazla artırılmaya çalışılmalıdır. Sadeddin Kaşgarî Hazretleri bu bahiste şöyle buyurmuşlardır: Hoca Ubeydullah Hazretlerinin üstün halifelerinden Mevlana Kasım buyurdular ki: Nigah-ı Daşt kişide o dereceye erişmelidir ki, güneşin doğuşundan batışına kadar müridin gönlüne hiç bir yabancı şey uğramamalıdır. Öyle ki, insanda hayal kuvveti kendi kendini azletmiş hale gelmelidir. Hakikat ehlince malumdur ki, hayal kuvvetini yarım saat için bile yok edebilmek son derece güç ve nadirlerin nadiri bir iştir. YAD-I DAŞT: Her an ve mekanda, vicdan ve zevk yoluyla Allah´tan haberli olmak halini kazanmak. Bazıları bu hali kendinden geçmeksizin,kendini kaybetmeksizin,manevi güzelliğin kişinin aklını elinden almaksızın huzur halini koruması şeklinde ifade etmişlerdir. Öyle erler vardır ki onları ne ticâret, ne alım satım, Allah´ı anmaktan ve namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkar onlar. (Nur Suresi 37.Ayet) Hoca Ubeydullah Hazretleri, Yâd-Kerd,Baz-Geşt,Nigâh Daşt ve Yad-Daşt ölçülerini şöyle özetlemiştir : Böylesi bir insan artık göründüğünde Allah hatırlanılan,yanında olmakla huzur bulunulan ve kendisiyle olmak Allah’a yakınlaştıran örnek ve önder birisi olmuştur. VUKUF-U ZAMANİ : Bu mesele de Şah-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyurmuşlardır : Vukuf-u Zamanî tasavvuf büyüklerince nefs murakabe ve muhasebesinden ibarettir.Hoca Hazretleri: Şeyh Muhammed Haznevi Hazretleri insanlara gayret noktasında şöyle seslenmiştir : VUKUF-U ADEDİ: Zikir sayısına dikkat ve riayet etmek.Hoca Bahaeddin-i Nakşibend Hazretleri, kalbi zikirde sayıya dikkat ve riayetin dağınık havâtırı (akla gelen her türlü dağınık düşünceyi) toplayıp sildiğine işaret etmiştir.Amaç dikkati belli bir sayıda zikre verip,böylece başka düşüncelerin kalbe girmesine engel olmaktır.Hacegan yolunda «Vukuf-u Adedî», mücerret sayı saymak değil, sayı çerçevesi içinde kalbi zikri derinleştirmektir. Gerektir ki bir nefeste, 3, 5, 7 veya 21 kere Allah ismi zikredilsin ve bu kemiyet ölçüleri mutlaka tek rakamlarla bitsin.Böylece kişi fırsat buldukça Allah’ı zikretsin ve bu zikri yaparken kalbini toplamak için bunu 3-5-7-9….21 gibi sayılarda tekrarlayarak gerçekleştirsin. Hoca Alaeddin Attar Hazretleri şöyle buyurmuştur: VUK´UF-U KALBİ: İki manaya gelmektedir: Biri, zikir edenin Allah´ı bilmesidir.Öyleki gönülde Allah’tan başka bir şey olmayacaktır. Diğer manası ise, zikir esnasında dikkati sol tarafında bulunan kalbin üzerinde zahiren yoğunlaştırmasıdır.Yüce Allah (c.c.) nasıl ki zaman ve mekandan münezzeh olmasına rağmen, bizler namaz kılarken Kabe’ye yöneliyorsak,kişi de zikir esnasında kalbini Kabe gibi düşünüp,dikkatini oraya vererek,Allah’ı zikretmelidir. Şeyh Muhammed Muta Hazretleri şöyle buyurmaktadırlar: Babam Şeyh kuddisesırruh şöyle derdi: “Allah Tealaya muhabbetin esası ve temeli, Allah Subhanehu ve Teala’nın ihsanlarını, O’nun kemalinin sıfatlarını bilmek, O’nun fazl u kereminin bilincine varmak ve O’nun ihsan ve rahmetini hissetmektir.” Çünkü Allah Tealayı nimetlerinde ve sıfatlarının mükemmelliğinde tanıyan kimse O’nu sever. İnsanın Allah Tealayı tanıma ve marifeti hangi derecedeyse, Allah Subhanehu ve Teala’ya olan muhabbeti de o derecede olur.İşte bunun için,Peygamber aleyhissalatu vesselam, insanlar içinde Allah Teala’yı en çok seven kişidir. Çünkü Allah Azze ve Celle’yi en iyi tanıyan insan odur. Efendimiz aleyhissalatü vesselam Allah Tealaya en çok şevk ve iştiyak duyan kimseydi. Bu anlatılan hallere kavuşmanın vesilelerinden birisi de vukuf-u kalbi ilkesini uygulamaktan geçmektedir.Bu hususta büyük İmam Şeyh Ahmed Haznevi Hazretleri şöyle buyurmuşlardır: Ey Kardeşim, Allah Sübhanehuyu zikr etmek süreksizdir. Hattâ kul her zaman onu yapmakla emrolunmuştur. Diğer ibadetler ise, her birisinin ayrı ayrı özel olarak bir vakti vardır. O vakitten başka bir zamanda yapılması câiz değildir. Hatta ibadetlerin en efdali namaz olduğu halde, şüphesiz bazı vakitlerde kılınması caiz olmaz. Fakat kalben yapılan zikir bütün durum ve hallerde kuldan istenilmektedir. Kalp ile (sessiz olarak) Allah´ı zikretmek müridlerin kılıcıdır. ALLAH’A (c.c.) YAKLAŞMADA BAŞKA BİR VESİLE HİZMET ETMEK İnsanlara hizmet etmek,onların sorunlarını çözmek,dertlerini gidermek,hastalara,miskinlere yardım etmek kişiyi Allah’ın sevgisine götüren çok önemli vesilelerden bir diğeridir.Aşağıda nakledilen hadisler konunun önemini belirtmektedir: -Allah Teâlâ, bazı kimseleri, insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratmıştır. İnsanlar, ihtiyaçları için onlara başvururlar. İşte bunlar, kabir azabından emindirler.(Taberani) -İnsanların iyisi, insanlara iyilik edendir. (Ahmed Bin Hanbel –Müsned) -Bir müslümanın sıkıntısını gidereni veya bir mazluma yardım edeni, Allah Teâlâ affeder.(Buhari) -Bir din kardeşinin ihtiyacını gideren, ömür boyu Allah Teâlâ’ya ibadet etmiş gibi sevap kazanır.(Buhari) -Kim bir mümini, bir münafığın eziyetinden korursa, Allah Teâlâ da onu, Cehennem ateşinden korur.(Ebu Davud) -Arkadaşın iyisi, arkadaşına,komşunun iyisi ise komşusuna iyilik edendir.(Tirmizi) -Sizin en iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenen ve kötülük etmeyeceğinden emin olunandır.(Tirmizi) Asrımızın büyük mürşidi,sadıkların İmamı Şeyh Muhammed Muta Hazretleri Tel İrfan’daki Haznevi Külliyesinde yaptıkları bir konuşmada bu konuyu şu şekilde açıklamışlarıdır : -Her faydalı sosyal faaliyet, İslam da ibadet sayılır. Tabii ki, bu faaliyeti gerçekleştiren kimse Allah rızasını taşıdığı sürece.Yoksa övgü almak ya da insanların katında şöhret kazanmak kastıyla olursa olmaz. Bir ağlayanın gözyaşını silmek, ya da sıkıntılı bir kişinin sıkıntısını hafifletmek, kaybolmuşa yol göstermek, bilmeyen birine bir şey öğretmek, ya da bir canlıdan bir kötülüğü uzaklaştırmak, ya da insanlar arasında muhabbet ruhunu yaymak, oturduğu beldenin güvenliğini korumak, ya da fitne ve düşmanlık ateşini söndürmek.Bir insan tüm bunları Allah rızası için yaparsa, bunlar niyetinin ve ihlasının ölçüsünde bir ibadet ve Allah Teala’ya bir yaklaşma vesilesidir. Ve bunları yapmakla bir insan, Yaratıcısına karşı olan gerçek kulluğunun anlamını gerçekleştirmiş olur. İnsanın bu hayattaki gayesi Allah Teala’ya ibadet etmektir. Ama bu ibadet, sadece namazla, oruçla, hacla ve zekatla sınırlıdır demek değildir. Bilakis İslam’ın bu beş şartına ilave olarak “ibadet”in sayısız sahaları vardır. Hayır-hasenat gibi pek çok ameli de kapsayan çok geniş bir dairesi vardır.” Halka hizmet etmek noktasında Hz.İsa ile ilgili aşağıda anlatılan kıssa onun havarilerine insanlara hizmet yapmanın yolunu nasıl öğrettiğini açıklamaktadır:Bir gün Hz.İsa (a.s.) havarilerine benim bir hacetim ve ricam var onu yapmaya dair, söz verirseniz söyleyeyim dedi. Havariler ne emrederseniz kabul ederiz dediler. Hz.İsa (a.s) yerinden kalkıp onların ayaklarını bir bir yıkadı. Havariler rahatsız oluyorlardı.Fakat mademki Hz.İsa’nın ricasını kabul ettiklerine dair söz vermişlerdi;ona mecburen teslim oldular. Hz.İsa hepsinin ayaklarını yıkadı. Havariler: Sen bizim öğretmenimizsin. Bizim, sizin ayağınızı yıkamamız makbuldü, sizin bizimkini değil dediler. Hz.İsa: Bu işi size, halka hizmet etmeye layık olan kimsenin, bütün halktan daha çok alim ve daha çok bilgin olması gerektiğini, anlatmak için yaptım. Bu işi size tevazu etmiş olayım ve siz de tevazu dersi öğrenesiniz diye yaptım. Benden sonra halkın öğretim ve irşad vazifesini yükleneceksiniz.Gidişatınızı halka hizmet,tevazu olarak kararlaştırınız.Aslında hikmet, tevazu zemininde olgunlaşır, kibirlenme zemininde değil. Tıpkı bitkinin, dağlık ve sert bir yerde değil de, yumuşak ovada bittiği gibi. Halktan gelenleri hoş görmek,onlara hizmet etmek ve şefkat göstermek mevzuunda Hacegan yolunun büyüklerinden İsmail Ata´nın düsturu şöyleydi: Halkı sev, ona güneşte gölge,soğukta kaftan,kıtlıkta ekmek ol! Hoca Ubeydullah Ahrar Hazretleri, bu söz için her hikmeti toplayıcı kelâm buyurmuşlardır. Haznevi tarikatının piri,muttakilerin imamı Şeyh Ahmed Haznevi Hazretleri insanlara hizmet etme konusunda çok hassas idi.Yanına gelen misafirlerin ve müridlerin durumları ile yakından ilgilenirdi.Öyle ki, onların ne yiyecekleri, nerede yatacakları, kendilerine nasıl hizmet edileceği, bütün bunlar onun görüşü, gözetimi ve ilgisi altında gerçekleşirdi.Bütün bu gayretlerine rağmen, yine de sık sık : Misafirler meselesi saçlarımı ağarttı. Çünkü onların ağırlanışında eksiklikler görüyorum. Onlara kendi elimle hizmet etmeye kalkışsam, bunu istemezler. Eğer böyle olmasaydı, onlara kendim yemek verir ve yerken hizmetlerini kendim yapardım. Çünkü insanın gerek Allah ve gerekse kullar karşısındaki en önemli iftihar kaynağı misafirlerine ilgi göstermesidir,derdi. Bir gün öğle namazının arkasından Amude´ye geldikten sonra,dostlarından biri kendisini yemeğe çağırmış ve kendisini eve kadar götürecek olan araba caminin önüne yanaşmıştı. Fakat Şeyh hazretleri camiden çıkar çıkmaz halk yine üzerine hücum etmişti. O sırada yanında yürüyen bir dostu halka engel olmaya çalışarak; «Şeyh Hazretleri şu ana kadar ağzına bir şey koyamadı. Sabahtan beri teveccüh, tevbe, ziyaret ve namazla meşgul olduğu için çok yoruldu. Bu şiddetli sıcakta onu bırakın da yemek yiyip istirahat etsin.»dedi.Şeyh Hazretleri dostunun bu sözlerini duyunca ona dönerek; «Vallahi, iki saat ayakta kalmayı halka engel olmanıza tercih ederim.» dedi ve o yakınının hareketine çok kızdı. Yine bu arada ondan fetva istemek ve aralarındaki çatışmaları çözmesini dilemek için taşradan yanına gelenler ayaklarının çamuru ve pisliği ile seccadesini çiğniyor, yanında yüksek sesle, hatta bağırarak konuşuyor, kızgınlıktan değneklerini yere vurunca yerden kalkan toz başının üzerine yükseliyordu. Konuşurken neredeyse parmakları mübarek gözlerine girecek şekilde ellerini kollarını sallıyor, kimi ona «Ey sufi!», kimi «Ey hacı!», kimi «Ey fakih!» diye sesleniyordu. Bu durum karşısında, bazı yakınları bu taşralıların taşkınlıklarına engel olmaya çalışarak onlara Şeyhe karşı edepli davranmalarını emrediyorlardı.Fakat kendisi bu yakınlarına kızıyor ve onlara; «Bırakınız, istediklerini yapsınlar. Benim onlardan hiç bir şikâyetim yok, niye onlara engel oluyorsunuz?» diyordu. ALLAH’A (c.c.) YAKLAŞMADA BAŞKA BİR VESİLE HAYALLERİMİZİ GÜZELLEŞTİRMEK İnsanı Yüce Allah’a yaklaştıran vesilelerden birisi de içinde güzel düşünceler üretmesidir.Hayal etmek,kalbimizde bir şeyleri canlandırmak insan ruhunun önemli bir yetisi ve insanı farklı kılan bir meziyettir.Şeytan Allah yolunda ilerlemeye çalışan bir Hak yolcusunu yolundan çevirmek için öncelikle bu yoldan saldırmakta ve ilk adımı kişinin hayallerini ele geçirmeye çalışmak olmaktadır. Böylece onu istediği yöne götüreceğini ummaktadır. İnsan kalbi genel itibarı ile kuş gibi daldan dala konan,halleri sürekli değişiklik üzere olan bir yapıdadır.Şeytan kötü amelleri insana attığı vesveseler ile güzel göstermektedir.Ona bunları hayalinde yapıyor,lezzet alıyor ve çok güzel anlar geçiriyor gibi göstermeye çalışmaktadır. Bundan sonraki adımı ise hayallerini gerçekleştireceği yerlere onu sevk etmek olmaktadır.Onun düzeni hile ve tertip üzerinedir.Yavaş yavaş insanı helake sürüklemeye çalışmaktadır. Hayaller ve düşünceler amellerin tohumlarıdırlar.Hayalleri salih amellerle ve salih kişilerle donatanlar şeytanın saldırılarını engellemiş ve kendilerini korumuş olacaklardır.İslam büyüklerini ve salih kulları anmak,onları ve kıssalarını anlatmak,hallerini içinde canlandırmak insanı yücelten bir ameldir. İslam büyüklerimizden birisi olan Ubeydullahi Ahrar Hazretleri buyurmuşlardır ki: Sadıklarla beraber olmak âyet-i kerimelerde emredilen bir husustur.Allah Teâlâ bu kelamında zahiren ve bâtınen sâdıklarla beraber olmayı emir buyurmuştur.Manen beraber olmanın yolu rabıtaya (onları ve hallerini hayal etmeye) devam etmektir. ALLAH’A (c.c.) YAKLAŞMADA BAŞKA BİR VESİLE İBADETLERDE DERİNLEŞMEK Allah’ın dinini yaşamaya çalışan ve O’na yakınlaşmak için vesile arayan kul yaptığı ibadetlerin, okuduğu surelerin ve duaların manalarını öğrenmeli ve böylece şuurlu bir şekilde kulluk vazifesini yapmalıdır.İlim öğrenmek,maneviyat sahibi büyüklerin dini konulardaki öğütlerini, yaptıkları duaları ve kulluk ile ilgili tavsiyelerini dikkate almak gerekmektedir. Şeyh Muhammed Muta Hazretleri bir sohbetlerinde namazla ilgili şu açıklamalarda bulunmuşlardır: Efendimiz aleyhissalatü vesselamın göz aydınlığı ve mutluluğunun son noktası “namaz” da idi. Çünkü namaz, kulun kalbi ile Allah Teala arasındaki en dolaysız ve doğrudan kurulan bağdır. Bu yüzden bir kul namazını huşu, huzu ve tefekkürle eda ettiğinde,kendisinin herhangi bir insanın önünde olmadığını bilakis bütün kalbiyle ve organlarıyla kendisinin Allah Celle Celalühünün huzurunda olduğunu hisseder. İşte o vakit, o lezzeti hiç kimse vasfedemez. Kalpten çıkıp bütün organları saran ve istila eden o itminan ve huzuru kimse ifade edemez. İşte Allah Teala’nın bizlere eda etmemizi emrettiği gerçek namaz budur! Kulu Yaratıcısına ulaştıran namaz budur! Abdurrahman Taği Hazretleri kendi talebelerine ezanın anlamıyla ilgili şöyle demişlerdi; Gavs-ül Azam Hazretleri bana ezanın manasını öğretmişti. Ezanı dinlerken bu manayı düşünmelidir. Buna göre Allahu Ekber demek yani “Ulu Allah ibadete muhtaç olmayacak derecede büyüktür.” demektir. Eşhedü en lailahe illallah demek, yani “Allah´dan başka ibadet etmeye müstahak hiç kimse yok.” demektir. Eşhedü Enne Muhammeden Resulullah demek, yani Peygamberimizin getirmiş olduğu şeriat haktır. Bunun sonucu olarak kul kıldığı namazlara karşılık sevap kazanır.Namazlar asla terk edilemeyecek birer farzdır.Namaz kılmayan kulun bir azabı vardır ve ağır bir bedbahtlıkla cezalandırılacak, demektir. Hayya Alessalah demek, yani bu önemli farzı yerine getirmeye koş ki, sevaba nail olasın demektir. Hayya Alelfelah demek, yani bu önemli farzı yerine getirmeye koş ki, onu yerine getirmeyenlerin çarptırılacağı azaptan kurtulasın, demektir. Ezanı dinleyen kimsenin bu iki cümleyi duyunca La havle Vela Kuvvete İlla Billah demesi müstahabdır. Yani gerek ibadete yöneliş ve gerekse azapdan kurtaracak kuvvet ancak Ulu Allah sayesinde varolabilir. Allahu Ekber demek, yani Ulu Allah senin ibadetine muhtaç olmayacak kadar büyüktür.İbadetten yararlanan asıl sensin,demektir.La İlahe İllallah demek, yani Ulu Allah´dan başka hiç kimse ibadet edilmeye mustahak değildir, azabdan kurtarıcı olan sadece O´dur,demektir. Hz.Mevlana ise namazın derin manalarını şu şekilde açıklamıştır :Ey imam, namaza başlarken Allâhu Ekber demenin mânâsı şudur: “Allâh´ım, biz Senin huzûrunda kurban olduk.”Kurban keserken Allâhu Ekber dersin,işte öldürülmeye layık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir.O esnada beden İsmail, can da Halîl İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin hevâ ve hevesini kesmek için tekbîr getirince,beden şehvetlerden, hırslardan kurtulur. Namazda “Bismillahirrahmânirrahîm” demekle kurban olur gider.Namaz kılanlar, kıyâmette olduğu gibi, Allâh´ın huzûrunda saflar halinde dururlar, sorguya,hesap vermeye,yalvarmaya koyulurlar. Namazda gözyaşı dökerken ayakta durmak, kıyâmet günü dirilerek, kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allâh´ın huzûrunda ayakta durmağa benzer. Cenâb-ı Hakk; “Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın?Ne kazandın, ve Bana ne getirdin? ” diyecek. Ömrünü ne ile, ne işlerle, ne gibi ibâdetlerle, ne iyilikler yaparak harcadın, bitirdin? Sana verdiğim rızkı, kuvveti, gücü ne ile yok ettin? Gözünün nûrunu nerede tükettin ? Beş duygunu nerelerde kullandın? Gözünü, kulağını, aklını, irâdeni, bileğini, arşa ait olan bütün bu kuvvetlerini, neye, nerelere harcadın da onlara karşılık, bu dünyada neyi satın aldın? Sana kazma gibi, bel gibi el, ayak verdim. Onları sana Ben bağışladım; onlar ne oldular? ” Allâh´ın huzûrunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, sualler gelir. Namazda kıyamda iken, kula gelen bu sözlerden kul utanır, utancından iki büklüm olur rukua varır. Utancından ayakta durmağa gücü kalmaz, rukuda: “Subhane Rabbiye´l-azîm” diyerek Allâh´ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler. Sonra o kula Hakk´tan ferman gelir; “Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver.” denir. Kul utana utana başını rukudan kaldırır; fakat, dayanamaz; o günahkar, utancından yine yüz üstü yere kapanır.Ona tekrar; “Secdeden başını kaldır da, yaptıklarından haber ver.” diye ferman gelir. O bir kere daha utanarak başını kaldırır ama, dayanamaz yine yılan gibi yüz üstü düşer. Allâh´ın heybetli hitabı, onun rûhuna tesir ettiği için, ayakta duracak gücü kalmamıştır. Bu ağır yük yüzünden kadeye varır, dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hak ise; “Haydi söyle, anlat.” diye buyurur. “Sana nimet vermiştim, nasıl şükrettiğini söyle.Sana sermaye vermiştim, onunla ne kâr elde ettiğini göster.” Kul yüzünü sağ tarafına döndürür, Peygamberlerin rûhlarına ve meleklere selam verir. Onlara niyâzda bulunur da der ki: “Ey mânâ pâdişahları, bu kötü kişiye şefaat edin, bu günahkarın ayağı da, örtüsü de çamura battı.” Peygamberler selam veren kula, derler ki: “Çâre ve yardım günü geçti, gitti. Çâre dünyada olabilirdi, orada hayırlı işler yapmadın, ibâdet etmedin, öğünler geçti. Ey bahtsız kişi, sen vakitsiz öten bir horoz gibisin; git, bizi üzme, bizim kalbimizi kırma.” Kul yüzünü sola çevirir, bu defa akrabalarından yardım ister, onlar da ona; “Sus.” derler. “Ey efendi, biz kimiz ki sana yardım edelim, elini bizden çek de kendi cevâbını Allâh´a kendin ver.” derler.Ne bu taraftan, ne o taraftan bir çâre bulamayınca, o çâresiz kulun gönlü, yüz parça olur. O herkesten ümidini kesince, iki elini açar, duâya başlar.“Allâh´ım, herkesten ümidimi kestim. Evvel ve ahir kulunun başını vuracağı, sığınacağı Sensin; Senin rahmet ve mağfiretine son yoktur.” Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla. Aklını başına al da namaz yumurtasından civciv çıkar, yâni namazdan mânen yararlan, yoksa dane toplayan bir şey öğrenememiş kuş gibi, Allâh´ın büyüklüğünü düşünmeden yere başını koyup kaldırma. ALLAH’A (c.c.) YAKLAŞMADA BAŞKA BİR VESİLE TEFEKKÜR Kişinin ölümü,hayatın manasını,bu dünyaya gelişimizdeki amacı ve Yüce Allah’ın bahşettiği bunca nimetlere karşı ne gibi vazifeleri olduğunu tefekkür etmesi onu Allah’ yaklaştıracak bir vesiledir.Böylesi bir tefekkür kalbi uyaran ve insanın azmini bileyen,onu gayrete getiren bir şeydir. Şeyh Muhammed Muta Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlardır :Şeyhimiz (k.s.) her akıllı insanın bu soruları kendisine mutlaka sorması gerektiğinin üzerinde durur ve sürekli vurgulardı: “Niçin yaratıldım? Allah Azze ve Cellenin beni yaratmasındaki gaye nedir?” Bu sorunun cevabı müminler katında bilinir ve malumdur. Her sanatkar sanatının sırrını bilir: Onu niçin yaptı? Onu niçin o tarzda değil de bu tarzda yaptı? İnsanın sanatkarı, onun yaratıcısı ve onun işlerini tanzim eden de Allah Teala’dır. O halde bir soralım: Ya Rabbi, insanı niçin yarattın? Onu, sadece yesin içsin, eğlensin ve oynasın diye mi yarattın? Onu, sadece bu yeryüzünde dolaşsın, onun ürünlerinden yesin, sonra da başlangıçta olduğu gibi tekrar toprak olsun ve hikaye de burada bitsin diye mi yarattın? Bu insan, bu dünyada doğduğu andaki haykırışı ile ölüm anındaki inlemesi arasındaki belirli bir zaman süresince acı çekerek yaşasın diye mi yaratıldı? Öyleyse, insandaki bu gücün sırrı ne? Ya Rabbi! Bu insana emanet ettiğin akıl,irade ve ruh gibi kuvvetlerin sırrı ne? Allah Tealanın kendisine akıl ve irade bahşettiği halde insanın gafil olarak yaşaması,sonunu düşünmemesi,varlığının hakikatini bilmemesi ve bu hayattaki vazifesinin ne olduğunu ve ne yapması gerektiğini kavramaması,bu insan için en büyük utançtır. Çünkü en sonunda ölüm ansızın gelir ve bu insan hiçbir hazırlığı olmadan kesin olan sonla yüz yüze gelir. İşte o zaman bu insan gafletinin, cehaletinin ve bu hayatta yaşadığı o uzun ömürdeki sapkınlığının meyvelerini devşirir. Allah Sübhanehu ve Teala, özetle insanı yeryüzünde kendisinin halifesi olsun diye yarattığını beyan ediyor.Anlamı şu: İnsan yaptığı güzel davranışlarla Allah Sübhanehu ve Tealanın hikmetinin, rahmetinin ve adaletinin temsilcisidir. Ey kardeşlerim! Şeyhimiz kuddisesirruh, bu hilafetin ilk şartını şöyle açıklardı: İlk şart, insanın Rabbini hakkıyla tanıması, O’na hakkıyla kulluk etmesidir. Nitekim Allah Teala Kuran-ı Kerim de şöyle buyurur: “Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım!”(Zariyat, 56) Bir hadis-i kudside Allah Sübhanehu ve Teala’nın kullarına şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Ey kullarım! Ben sizleri ne yalnızlıktan kurtulup sizinle dost olayım diye, ne azlıktan kurtulup sizlerle çoğalayım diye, ne yapmaktan aciz olduğum bir işte sizin yardımınızı alayım diye ve ne de bir menfaat elde edeyim ya da bir tehlikeden korunayım diye yarattım! Ben sizi sadece ve sadece bana uzun uzun ibadet edesiniz, beni çokça zikredesiniz ve sabah akşam ben tesbih edesiniz diye yarattım. Değerli kardeşlerim,gerçek ve hakiki akıl sahibi olan,Hz.Peygamberimiz(s.a.v.)’in buyurduğu gibi akıllı olan bir kimse,kendisini muhasebe eden,ölümden sonrası için azık hazırlayan, çalışan ve gayret eden kimsedir.Aklı olmayan ise,nefsine tabi olan ve bu hali ile Yüce Allah’ (c.c.) dan hayırlı sonuçları temenni eden ve bekleyendir.Malesef çoğumuz bu manevi hastalıklara karşı şuurlu değiliz.Bunları hiç düşünmüyoruz,tefekkür etmiyoruz.Bizim düşünce ve aklımız sadece dünya ile ilgidir.Ancak dünyayı düşünüyoruz.Yok olup,gidecek olan faydasız şeylere önem veriyoruz. Kalıcı ve faydalı olan ahiret amellerini terk ediyoruz.” Ölümün hikmeti ve tefekkür konusunda Şeyh Ahmed Haznevi Hazretleri şöyle buyurmuşlardır: Kendi ayıblarını görmemezliğe geldiğinden şüphesiz sen hak ve doğru yolda değilsin.Kendi nefsinin ayıbıyla meşgul olup da başkasının ayıplarından konuşmayana ne mutlu.Halkı küçültmek, ayıplarından bahsetmek,vakti boş geçirmek,müslümanlar hakkında kötü zan beslemek gibi iş olmayan şeylerin terk edilmesi, kişinin İslâmiyet vasfının güzelliğindendir, denilmiştir. Ey kardeş! Ölümün hikmeti, hayattakilerin tefekkür edip gaflet uykusundan ayılmaları, ondan ibret almalarıdır. Yüce Allah’ın azametinin göründüğü bu alemi ve onda yaratılmış olanları tefekkür etmek de insanı kulluğa ve kendi acziyetini anlamaya sevk eden bir vesiledir.Bu konuda İhya adlı dev eserinde İmam Gazali şu açıklamalarda bulunmuşlardır: Kemikleri zikretmekten gayemiz; kemik sayısını bildirmek değildir; zira bu basit bir ilimdir. Doktorlar ve cerrahlar bunu bilirler. Gayemiz; bu kemiklerden, onları tedbir edip yaratanı görmektir. O yaratan bu kemikleri nasıl takdir ve tedbir etmiştir, şekiller ve miktarları arasında nasıl değişiklik yapmıştır Onları bu özel sayıya nasıl tahsis buyurmuştur, bunu müşahede etmektir; zira Allah Teâlâ, bu kemikleri bir tane fazla yapsaydı, o insan için sökülüp atılması gereken bir felâket olurdu. Eğer bu kemiklerden bir tanesini eksik yapsaydı, onu telafi etmeye mecbur olacak bir eksiklik olurdu. Doktor kemiklere, sadece tedavi yolunu öğrenmek için bakar. Basiret sahipleri ise kemiklere, yaratanının ve suret vereninin celâl ve azametine istidlal etmek için bakar. Öyleyse iki bakış arasında derin bir fark vardır. Asab, damar, şahdamarları, kalp damarları, adaleleri, bittikleri yerler ve şubelerinin durumu bütün bunlardan daha acayiptir. İzahı oldukça uzun sürer, Bu parçaların kısımları hakkında tefekkür etme imkânı vardır. Sonra azalar, sonra bütün beden hakkında tefekkür imkânı vardır. Bütün bunlar beden cisimlerinin acayipliklerine bakmaktır. Oysa beş duyu ile idrâk olunmayan sıfatlar ve mânâların acayiplikleri daha büyüktür. Bu bakımdan şimdilik insanın zâhir ve bâtınına, beden ve sıfatlarına bakarak, hayretini gerektiren sanat ve acayiplikleri görebilirsin. Bütün bunlar Allah´ın, necis olan bir damla sudaki sanatıdır! Sen bunda Allah´ın bir damla sudaki sanatını görürsün, acaba göklerin melekûtunda, yıldızlarındaki sanatı nasıldır? Bunları koymakta, şekillerinde, miktarlarında, adetlerinde, bazısının diğeriyle bir arada bulundurulmasında, birbirlerinden ayırt edilmesinde, suretlerinin değişik olmasında, doğuş ve batışlarının farklı olmasındaki hikmet nedir ? Sakın sanma ki göklerin bir zerresi dahi hikmetten ve birçok maharetlerden boş olarak yaratılmıştır. Aksine o, yaratılış bakımından daha kuvvetli, sanat yönünden daha ince, insan bedeninden daha fazla acayipleri derleyicidir. Hatta yeryüzündeki bütün şeyler göklerin acayipliklerine nisbet edilirse pek küçük kalır. Yaratılışca siz mi daha çetinsiniz,yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı.Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi. Gecesini örtüp kararttı, kuşluğunu (gündüzünü) açığa çıkardı.(Nâziat/27-29) Allah Teâlâ,aziz kitabının birçok yerinde tefekkürü emretmiş ve tefekkür edenleri övmüştür.’Onlar ayakta iken otururken ve yatarken (daima) Allah´ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve şöyle derler:´Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın!´(Âli İmran/191) ALLAHA YAKLAŞMADA BAŞKA BİR VESİLE NEFSİ EZMEK HOŞUNA GİTMEYENİ YAPMAK Allah Teala Kuran-ı Kerim de şöyle buyurmuştur:Rabbinin makamından korkup nefsini heva ve hevese uymaktan men edene gelince, onların yurtları Cennettir.(Nazi´at, 79/40) Rasulullah (s.a.v.):Ümmetim hakkında endişe ettiğim hususların en korkuncu hevâ ve hevese uymak ve tûl-i emeldir. Hevaya tabi olmak insanı hak yoldan saptırır.Tûl-i emel(uzun emellik ve dünya hırsı) ise ahireti unutturur, buyurmuşlardır. Bilinmelidir ki,nefse muhalefet ibadetin başıdır.Tasavvuf büyüklerine ve maneviyat yolunun rehberlerine İslam dininin ne olduğu sorulunca,nefsi muhalefet kılıcı ile boğazlamaktır, diye cevap vermişlerdir. Zunnun-i Mısri (r.a.) şöyle söylemiştir:İbadetin anahtarı tefekkürdür,isabetli olmanın (yolda olmanın) alâmeti heva ile hevese ve nefse muhalefettir.Nefse ve hevaya muhalefet, onun arzularını terk etmek demektir. İbn Atâ (r.a.) şöyle buyurmuştur:Nefis, cibilliyeti icabı edepsizdir.Halbuki kul sürekli olarak edebe riayet etmekle memurdur. Nefis tabiatı icabı muhalefet meydanında at oynatır.Kul harcadığı çaba ile nefsin fena arzularına ulaşmasını engeller.Nefsini dolu dizgin salıveren, şer ve kötü işlerde onun ortağı olur. Büyük velîlerden ve tâbiînin meşhurlarından Avn bin Abdullah (r.a.) hatâ ve günahlarını hatırlayıp ağlayarak pişmanlığını şöyle dile getirmiştir: “Vah! Yazık bana! Bana ne oldu da ben, bu kadar hatâ ve günahı işledim. Halbuki ben o hatâyı işlerken, Rabbimin nîmetleri içerisinde idim. Günahımın bir anlık lezzetine aldandım. O lezzet gitti. Şimdi onun mesuliyeti kaldı. Kaybolmayacak,her şeyin inceden inceye tespit edildiği amel defterime yazıldı. Yazık bana, Allahü Teâlâ’dan utanmadan bu işi yaptım. Nefsime uydum. Bu nefis ne acayip düşman. Ben hatâmı düzeltmeğe çalışıyorum. O ise beni tekrar günâha çağırıyor. Ben ona insafla, adâletle davranmak istiyorum, ama, nefsim bana insâf etmiyor. Devamlı beni Rabbimin rızâsından çıkarmak için uğraşıyor. Benim helâkimi, dünyâ ve ahiret saâdetimi çalmak istiyor. Yâ Rabbî! Nefsimi bana musallat kılma. Ona karşı beni yardımsız, yalnız bırakma. Nefsim bana acımıyor. Bana sen merhamet eyle. Ondan beni muhâfaza eyle. Yazık bana! Ölümden nasıl kaçarım. Kaçsam bile o mutlakâ bana yetişecektir. Ben ölümü nasıl unutabilirim. Ben unutsam bile, ölüm beni unutmaz. O beni takip ediyor.Günahım o kadar çok ki, kalbimi yaraladı. Günahımın çokluğundan, ağlamaktan, artık gözlerimden yaş da akmıyor. Gözlerime uyku girmiyor. Eğer, Rabbim bana merhamet etmezse, hâlim nasıl olur, benim. Vah bana! Hatâlarım aklıma geldikçe, ben nasıl tembel otururum, Rabbime tövbe edip, rızâsını kazanmaya çalışmam. Kıyâmet günü Rabbim beni temize çıkarmaz, yüzüme bakmazsa,benimle konuşmazsa, vay benim hâlime. Bütün bu durumlardan, günâh ve hatâlarımdan Allahu Teala’ya sığınırım. Amel defterimin sol tarafımdan verilmesinden veya onu arkamda görmekten, Rabbim muhâfaza eylesin. Yüzüm simsiyah olursa, yazık bana. Rabbimin huzûruna ben nasıl çıkarım. Gözüm, ayağım, elim ve her şeyim benim hakkımda şâhittirler. Günahlarımı hatırlamam, bana her şeyi unutturuyor. Ey nefsim! İsteklerini hiç unutmuyorsun, fakat kulluk vazîfelerini yapmaya hiç istekli değilsin. Ey nefsim, hesaba çekileceğin kıyâmet gününde hâlinin ne olacağından hiç korkmuyorsun. Geçici olanı, ebedî ve sonsuz nimetlere tercih ediyorsun. Ey nefsim! Hâlâ içerisinde bulunduğun gafletten uyanmayacak mısın? Hasta ve zayıf düşersen, derhal yaptıklarından pişmanlık duyarsın. Sıhhatin yerinde olursa, günâh işlersin. Sana böyle ne oluyor. Muhtaç ve düşkün olursan, üzülür, mahzûn olursun. Zengin ve kimseye muhtaç olmazsan, ahiretini ve kendini unutursun. Ey nefsim, hiç amelin olmadan, çalışmadan ahirette rahata kavuşmak istersin. Uzun uzun arzu ve isteklerin peşine düşüp, tövbeyi devamlı sonraya atıp, geciktiriyorsun.” Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) hazretlerinin oğlu Sultân Veled anlatır: “Ben beş yaşında idim. Bir gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: “Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamamı ile rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum.” Bunu dinleyen talebelerden biri; “Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücahede eder hâlde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icap eder ” dedi. Bu suâle; “Nefis, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefistir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefisle mücâdele etmiştir. Biz de öyle yaparız.” cevâbını verdi. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî hazretleri buyurdular ki; “Nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.” Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekir Kettânî (r.a.) buyurdular ki: “Nefsin arzuları, şeytanın taktığı bir yulardır. Kim, şeytanın o yularına takılırsa, doğruca onun yanına gider ve ona köle olur.” Yine buyurdular ki: Altmış yaşındaki bir kimse nefsini hesâba çekmişti. Bunu gün olarak hesapladı yirmi bir bin beş yüz gün çıktı. Bu gün sayısını görünce feryad etti. Düşüp bayıldı. Ayılınca âh yazık bana Rabbime gideceğim. Eğer her gün bir günah işlemiş olsam bu hesâba sığmaz günahlarla hâlim nice olur, dedi. Sonra eyvâh, dünyâya daldım! Ahiretimi harap ettim! Çok ihsân edici Rabbime karşı, isyânkâr oldum. Sonra da harâbe gibi olan bu dünyâdan saâdet yeri olan ahirete gitmekten kaçınıyorum. Kıyâmette hesap günü amelsiz, sevapsız bir halde nasıl hesap vereceğim! dedi.” Şeyh Muhammed Muta Haznevi Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlardır: Değerli kardeşlerim,nefsine hakim olan,onu terbiye etmeye çalışan birisine,ilk başlarda bu adapların tatbiki zor gelebilir.Fakat uygulamaya devam ettikçe,zamanla kolay gelmeye başlar. Artık adapları rahatlıkla tatbik etmeye başlar ve hali en güzele doğru değişir.Nefsi emmarelikten (hep kötülüğe sevk etmekten) çıkar ve mutmaine (itaatla huzur bulmuş) bir hale gelir.Artık bu insan Beyazidi Bestami’nin buyurduğu gibidir: Ben kendi nefsimi o sevinip, mutlu oluncaya kadar zorlayarak Yüce Allah a sevk ettim. Müstakim olan bir kimseyi,nefsinin yolsuzluklara yönlendirmemesi lazımdır.Dünyanın onu kandırmaması lazımdır. Allah’ın zikir ve ibadetinden alıkoymaması lazımdır.Kendi kalbini nefsine ve dünyasına bağlayıp,Yüce Allah’ın yolundan çıkmamalıdır.Nefse ve dünyaya önem vermemelidir. Değerli kardeşlerim,babam Şeyh Hazretleri şöyle buyururdu:İnsan devamlı olarak kendi ayıp ve noksanlıklarını görmelidir.Nefsin arzu ve isteklerine tabi olmamalıdır.Nefsine uymamalıdır.Çünkü nefsin sınır tanımayan isteklerine tabi olan bir kimse helake gider. Nefsi onu öldürür.Yüce Allah’tan temenni ve arzumuz,bizi nefsine esir olmuşlardan değil,ona hakim olanlardan kılmasıdır.Rabbim her şeye kadirdir. ALLAH’A (c.c.) YAKLAŞMADA BAŞKA BİR VESİLE İSLAM BÜYÜKLERİNİ YAD ETMEK İmanın kemale ermesi ve içsel bir coşkunun insana hakim olması için İslam büyüklerini ve özellikle de Peygamber Efendimizi(s.a.v.) anmak,mübarek gün ve geceleri ihya etmek çok büyük önem taşımaktadır.Bu konuda pek çok değişik münasebette Şeyh Muhammed Muta Hazretleri şöyle buyurmuşlardır: Herkesin şunu iyi anlaması lazımdır ki: Allah onun makamını en yüce, onu kalplerimiz için deva, ruhlarımız için şifa kılsın, Şeyh kuddise sırruhun senelik anma toplantılarını ihya etmek, bizlerin yolunu aydınlatır, bizleri cehaletin karanlıklarından kurtarır ve bizleri parlak sonuca ulaştırır. Çünkü Şeyh hazretlerinin hayatı ve şahsiyeti gerçek Müslüman ve Muhammediler için pratik bir model teşkil eder. Bizler de bundan ibret meyveleri devşiririz. Şeyh kuddise sırruhun kana kana içtiği o pınardan bizler de içmiş oluruz. Aksi takdirde, ey kardeşlerim, ne bu anmanın bir manası ne de bu toplantının bir faydası olur. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Alime saygı gösteren Rabbine saygı gösterir!” Bu ümmetin değerli zatlarına saygı göstermek, insanın yaratanı ile arasındaki bağı güçlendiren en önemli etkenleren biridir ve insanların dünyada ve ahiretteki gerçek mutluluklarını garanti eder. Allah Sübhanehu ve Teala Efendimiz Muhammed aleyhissalatü vesselamı insanlık için, onları dalaletten hidayete, cehaletten marifete ve karanlıktan aydınlığa çıkaran bir kurtarıcı olarak göndermiştir. Alimler ise Efedimiz aleyhissalatü vesselanıın varisleridirler. Bu ümmetin bütün işleri ancak ilim, fazilet ve salah ehlinin ulularına, büyüklerine tazim ve hürmet göstermekle düzelebilir ve bu ümmet ancak bu şekilde ayakta kalabilir. Bu ümmetin hayatı ancak onların meclislerine katılmakla, onlardan öğrenmekle, onların nasihatlarını uygulamakla ve de onların Efendimiz Muhammed aleyhissalatü vesselamdan devraldıkları yolda yürümekle ve de onların hatıralarını asırlar geçse de ebedileştirmekle düzelebilir. Peygamber Efendimizin (s.a.v) doğumunu kutlamak,ilahiler söylemekle,şiirler okumakla,tatlılar dağıtmakla olmaz. Gerçek kutlama ancak O nu anlamakla, dinimize yönelmekle,O nun sünnetini yaşamakla,nasuh (halis,temiz ve gerçek) bir tövbe etmekle ve O nun ahlakı ile ahlaklanmakla olur. Değerli kardeşlerim;dünyanın her tarafındaki Müslümanlar dinimizce mübarek kabul edilen (ilahi hayrın bulunduğu) zaman dilimlerini en güzel şekilde kutluyorlar.Hiç şüphesiz bu bereketli zamanların en başında gelen, Efendimizin (s.a.v) doğum günüdür.Müslümanlar bu geceyi büyük bir aşk ve muhabbetle kutlamaktadırlar. Rasulullah (s.a.v) dünyaya teşrif etmesiyle, bütün beşeriyeti karanlıktan aydınlığa,cehaletten marifete,(gerçek bilgiye),delaletten(sapkınlıktan) hidayete(dosdoğru hak olan yola) çıkardı.O gönderilmeden evvel insanlık büyük bir bataklık ve buhran içindeydi. Bilhassa Arap yarımadasında ahlaksızlık ve zulüm kol geziyordu.Arapların birbirleri arasında kargaşa ve sorunlar vardı.Peygamber Efendimizin (s.a.v.) gelmesiyle O na iman ettiler.O nun sayesiyle ahlakları düzeldi.Allah-u Teala, Efendimiz (s.a.v) sayesinde onları bir araya getirdi ve kalplerini birleştirdi. TASAVVUF EN BÜYÜK VESİLEDİR Şeyh Muhammed Muta Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlardır : Hak ve gerçek tasavvuf odur ki,insan ve Allah arasındaki alakayı,sonra insan ve insan arasındaki alakayı güzelleştiriyor.Bunu sağlayan muhabbet ve yardımlaşmadır.Onun için değerli müminler, tasavvuf ve irfan yolunun büyükleri şöyle buyurmuşlardır: İnsanın hem dünyası ve hem ahireti muhabbet ile olur.Dünya ve ahiretin işlerinin inşası ve ayakta durmasının en güzel ve en güçlü yolu muhabbet ve yardımlaşmadır. Değerli kardeşlerim,babam ve Şeyhimin tarikatı sevgi tarikatıdır,ihlas tarikatıdır,vefa tarikatıdır. Evet değerli kardeşlerim,hep dolu ihlastır.Dolu muhabbettir.Hepsi sevgidir, ilimdir, irfandır, gayrettir ve ihlastır. Tarikat, Peygamber aleyhisselatu vesselamın şeriatına hizmetkardır.Hatta tarikat,şeriatın bizatihi kendisidir. Herhangi bir tarikat kıl payı kadar şeriata muhalif olursa işte o yalandır, iftiradır, kandırmacadır.Onun zararı menfaatinden daha fazladır. Değerli kardeşlerim,insanda en önemli olan ruhdur.Eğer onun ruhu, masiyetlerin içinde gark olursa,kaybolur.Ondan hiçbir istifade olamaz.Ama kendi ruhunu tezkiye ettiği zaman, düzelttiği zaman, maneviyat sahibi olduğu zaman işte o ruhun gücü olur. Böylece Yüce Allah onu ne için yaratmış ise, Allah´ın emri ne ise onu tatbik etmeye gücü yeter. Tarikatın en önemli faydalarından biri, bu yolda seyr ü süluk eden bir müridi ihsan derecesine ve Allah Teala yı görme mertebesine yükseltmesidir. Nitekim Cebrail “ihsan”ı sorduğu sırada Efendimiz Muhammed aleyhissalatü vesselam bunu bize haber vermiş ve buyurmuştur ki: “İhsan, Allah a, sanki Onu görüyormuşcasına ibadet etmendir!” (Beyhaki) Değerli kardeşlerim, bizler uyanık olalım.Böyle mübarek bir topluluk içine girdiğimiz zaman, buradan faydasız dönmememiz lazımdır.Baktık birisi Allah´ı zikrediyor, ondan ibret alalım. Birisi ibadet yapıyor, ondan ibret alalım.Birisinin ahlakı güzeldir,mütevazi bir şahsiyettir.Ondan güzel ahlakı alalım. Diğeri onun sireti, onun adabı doğru ve dürüsttür. Ondan da ibret alalım ve bu şekilde bu mübarek toplumdan hayır ve bereketler kazanalım. Değerli kardeşlerim,alacağımız derslerden birisi de; Sadatı kiram hazretlerinin bütün hayatlarını ilmin hakikatini beyan etmek ve hanif dinin öğretilerini yaymak uğruna tüketmiş olmalarıdır.Bu hanif dinin tüm değerlerine,şanına ve adabına net bir şekilde hayatlarını vermişlerdir.Gerçek ve sahih olan tasavvufu ihya etmişlerdir.Ona hayatiyet vermişlerdir. Yorulmak bilmeden bu yolda çabalamışlardır. Şeyh Hazretleri (ks),insanların mezheplerine,mensubiyetlerine ve milliyetlerine bakmaksızın bütün insanları birbirleriyle kaynaşmaya, ülfet etmeye, birbirini sevmeye, birbirleriyle yardımlaşmaya davet ediyordu.Bunu yaparken de bir insanın hayatının ancak kardeşinin hayatı ile, onun sayesinde istikamet kazanabileceğini söylüyordu.Müslümanın kendi hayatının ancak barış ve birlik sayesinde kaim olabileceğini vurgulardı.Fertlerin birbirinden nefret ettiği, evlatlarının birbirini boğazladığı bir toplumun binası nasıl ayakta durabilir ki.Toplum binası ancak ve ancak birbiriyle yardımlaşmak,kardeş olmak ve de aralarında tefrikaya, düşmanlığa bozgunculuğa sebebiyet veren her şeyin atılmasıyla inşa edilebilir. Aziz kardeşlerim ! Ben Allah´ın aciz bir kulu olarak,insanların Şeyh Hazretlerinin dergahında toplanmalarından dolayı Allah´a hamd ediyor ve O´na şükrediyorum.Hiç şüphesiz ki bu bir araya geliş,tamamen Allah´ın rızası içindir.Şeyh hazretlerinin eseri olan bu toplantı bizlere Allah-u Teala´yı ,dinimizi,Peygamber Efendimizin ahlakını ve tarikatımızın adaplarını hatırlatıyor.Bunlardan dolayı hepimizin Cenab-ı Allah´a hamd etmesi gerekmektedir. Değerli kardeşlerim,nefsine hakim olan,onu terbiye etmeye çalışan birisine,ilk başlarda bu adapların tatbiki zor gelebilir.Fakat uygulamaya devam ettikçe,zamanla kolay gelmeye başlar. Artık adapları rahatlıkla tatbik etmeye başlar ve hali en güzele doğru değişir.Nefsi emarelikten (hep kötülüğe sevk etmekten) çıkar ve mutmaine (itaatla huzur bulmuş) bir hale gelir .Artık bu insan Beyazidi Bestami nin buyurduğu gibidir: Ben kendi nefsimi o sevinip, mutlu oluncaya kadar zorlayarak Yüce Allah a sevk ettim. Babam Şeyh Hazretlerinden duydum,o şöyle buyuruyordu: Nakşibendi-Haznevi tarikatı, Hz.Peygamber in (s.a.v.) şer-i şerifinin (getirmiş olduğu ilahi emir ve yasakların,İslam dininin getirdiği yükümlülüklerin) ta kendisidir. Bu tarikat (bu manevi eğitim yolu) müslümanın,İslam dinine sarılması için en büyük vesiledir.Sahih itikadı tashih etmek (doğru bir şekilde sahih inanca sahip olmak) için en büyük araçtır.Bunun içindir ki, Şeyh Hazretlerinin tarikatına (yüce manevi eğitim yoluna) mensup olan kişinin,Hz.Peygamber’in (s.a.v.) şer-i şerifini,sünnetini hayatına yansıtması gerekmektedir.O’nun ahlakıyla ahlaklanması gerekmektedir.İslam dininin emirlerini yerine getirmesi,yasak ettiklerinden sakınması gerekmektedir. |