Risalet Tasavvuf ve Haznevi Yolu

0
Rahman ve Rahim Olan Allah´ın Adı İle
Hamd alemleri yaratan ve onları evliya kulları ile süsleyen yüce Allah´a olsun.Salat ve selam O´nun seçkin dostu,rehberimiz, önderimiz,en büyük insan Hz.Muhammed Mustafa´ya ve O´nun bu eşsiz çizgisini tüm zamanlara taşıyan ehl-i beytine,ashabına, sadıklara,şehitlere ve salihlere olsun.

Bilindiği üzere Yüce Allah´ın katında son ve geçerli olan din,İslam dinidir.İslam on üç yılı Mekke ve on yılı da Medine´de olmak üzere toplam yirmi üç yıl gibi uzun bir süre içerisinde tamamlanmış ve tüm güzellikleriyle kemale ulaşmış bir dindir. Yüce Allah Kur´an-ı Kerim´de bu hakikatı Tevbe Suresinin 33.ayetinde şu şekilede beyan buyurmuştur.´O Allah ki müşrikler hoşlanmasa da kemale ermiş son dininin, bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için Resulü´nü hidayet(rehberi olan Kuran) ve hak din(olan İslam) ile göndermiştir.´(9/33)

Bu yirmi üç yıllık risalet ve vahiy dönemi içerisinde,gerek son peygamber ve İslam dininin temsilcisi olan Hz.Muhammmed(s.a.v.) ve gerekse de onun etrafında sımsıkı bir halka oluşturan güzide sahabeleri (r.anhüm) çok büyük sıkıntılara,eziyet ve zorluklara katlanmak zorunda kaldılar.Kendi sevdiklerinin, akrabalarının,dostlarının ve kabilelerinin baskısı,hor görmesi,alay etmesi,işkence ve boykotları,vatanlarından hicret etmek zorunda bırakılmaları onları asla yıldırmadı.Davalarından kesinlikle dönmediler ve inançları üzerinde sebat gösterdiler.Bu inanmış insanlar daha sonraları tüm dünyaya yayılacak olan,ilk İslam cemaatının ve İslam ümmetinin çekirdeğini oluşturdular.

Peygamber Efendimizin(s.a.v) bu zor süreç içinde, gelen vahiy doğrultusunda müminleri yetiştirirken, hiç yılmayan bir azimle,insanları hak dine davet etmeye devam ediyordu.Mekke´de süren on üç yıllık çileli bir dönemden sonra o da Medine´ye hicret etmek zorunda kaldı.Kendilerine daha sonra Ensar denilecek olan Medineli müslümanlar büyümekte olan İslam dinine ve tüm inananlara emniyetli bir merkez olması için Peygamber Efendimizi kendi şehirlerine davet ettiler.Böylece Medine şehri,İslam´a kucak açmış ve Allah´ın sevgilisini bağrına basmış bir şehir olarak,İslam tarihindeki yerini almış oluyordu.Bu vefa öylesine güzel ve anlamlıydı ki Peygamber Efendimizin mübarek kabirlerinin bu şehirde bulunması,sanki Medine şehrine bundan dolayı verilen bir mükafattı.

İslam´ın burada başlayan ikinci dönemi,Hz.Muhammed(s.a.v)´in vefatına kadar yani on yıl sürdü.Bu zaman zarfında İslam dini yayılmaya ve müslümanlar sahip oldukları inanç,ahlak ve adalet sistemi ile örnek bir topluluk ve önemli bir güç merkezi olmaya başladılar.Bu inanmayan ve çıkarları zedelenen fasit zümre için dayanılamaz bir vakıaydı.Bunun muhakkak surette önüne geçmeleri gerekiyordu. Onun için insanlığın o zamana kadar görmediği bu büyük şahsiyete, Hz.Muhammed Mustafa(s.a.v.)´e ve onun kutlu cemaatına savaş ilan ettiler.Bedir,Uhud ve Hendek olmak üzere üç büyük savaş ve pek çok sayıda gazve denilen daha az sayıda kişinin katıldığı muharebeler yaşandı.Sonuç; İslam´ın önüne geçilemez,kıyamete kadar korunmuş olarak kalacak,tüm azametiyle ayakta duran bir din olduğu hakikatının perçinlenmesi şeklinde tezahür etti.Bu kesin bir zaferdi ve hediyesi de Mekke´nin feth edilmesi oldu.Böylece öncelikle tüm Arap yarımadasının ve daha sonra tüm dünyanın İslam ile tanışmasının önü açılıyordu.

O zaman ki devletler ve yönetim merkezleri gönderilen elçilerle yeni dine davet edildiler.İrşad hareketi büyük bir hızla ilerliyordu.İnsanlar artık kitleler halinde geliyor,tevbe edip bu yeni dine yani İslam dinine giriyorlardı.İlk vahyin gelmesinden bu yana tam yirmi üç yıl geçmişti. Artık tüm geçmiş dinler nesh edilerek hükümleri kaldırılmış,hak din kemale ermiş ve tüm güzellikleriyle kendisini insanlara açmıştı.Yüce Rasul (s.a.v.) kendisine verilen vazifeyi hakkıyla yerine getirmişti.

Peygamber Efendimiz(s.a.v.) ümmetinden ayrılırken,beyan buyurdukları Veda Hutbesi´nde Kur´an ve sünneti emanet olarak bıraktıklarını ve kendisinden sonra bunlara sıkı sıkıya sarılınması gerektiğini vasiyet ettiler.Bu yeri asla doldurulamaz ve kıyamete kadar gelecek tüm müslümanların hasretiyle yanacakları bir ayrılıştı. Yüce Peygamber vazifesini hakkıyla yerine getirmiş ve artık insanların arasından ayrılmalarının vakti gelmişti.Bu acı bir ayrılıştı.Tüm müminleri derinden sarsan bir olaydı.Fakat ortada duran bir din gerçeği vardı.Bu din yaşanmak ve insanlara ulaştırılmak için gelmişti.Öyleyse mücadele devam etmeliydi.

Sahabeler aldıkları eğitim doğrultusunda İslam´ı tüm dünyaya yaymayı vazgeçilmez bir vazife olarak bilen bir topluluk idiler.Bu çoşku ve gayret İran´ın fethi ve Bizans´ın gücünün zayıflatılması şeklinde tezahür etti.Yapılan fetihler müslüman devletin güçlenmesine ve hazinesinin ağzına kadar dolmasına sebep oldu.İlk vahyin gelmesinden sonra geçen yarım asırlık gibi kısa bir zaman zarfında müslümanlar çok büyük ve güçlü bir devlete sahip olmuşlardı.

Bu güç, iktidar ve zenginlik demekti.Bunlar ise beraberlerinde dünyevileşme denilen bir baş belasını da getirmişlerdi.Bunun üzerine bir de İslam´a sonradan girenlerin kendi eski din ve kültürlerinden getirdikleri olumsuzluklar da eklenince,İslam toplumunda yavaş yavaş yozlaşmalar görülmeye başlandı.Lükse,eğlenceye düşkünlük ve takvadan uzaklaşma yavaş yavaş yaygınlaşıyordu. Bu durum öncelikle kimi yöneticelerde görülmeye başladı ve yavaş yavaş onlarla ilişkide olanlar arasında da yayıldı. İktidar sevgisi,dünyanın çekiciliği,sefahatten doğan kötü ahlak beraberinde fitneleri getirdi ve Peygamber Efendimizin(s.a.v) vefatından otuz üç yıl sonra Hz.Ali (k.v.)´ nin şehit edilmesiyle, bambaşka bir döneme girildi.Bu yüce hilafet ve gerçek İslami yönetimden, saltanata,heva ve hevesin İslam´la beraber hakim olduğu bulanık bir döneme geçişti.Ehil olmayan insanların devlet kademelerini ele geçirdiği, yöneticilerin heva ve heveslerine tabi oldukları bu dönemde Hz.Hüseyin(r.a.)´in feci şekilde şehit edilmesiyle artık iş iyice çığırından çıkmıştı.

Bu durum gayret ehli insanları harekete geçirdi.İslam dininin bu fitneler içerisinde zarar görmesinin engellenmesi ve ayrıca ortaya çıkan yeni sapık fikirlerle ve bidatlarla mücadele edilmesi gerekiyordu.Zaten vahyin geldiği ilk günden itibaren Kuran´ın ve hadislerin korunmasına ayrı bir önem veriliyordu.Fakat bu yeni dönemle birlikte tüm İslami ilimlerde ayrı bir atılım görüldü.Böylece kelam ilmi sistematize edildi.Başlıbaşına bir ilim olarak ortaya çıktı.Kendilerine ehl-i hadis denilen zatlar Peygamberimize ait hadisleri toplamaya ve senetlerine göre tesbit edip,sahih olanlarla olmayanları belirlemeye çalıştılar. Büyük külliyatlar,hadis mecmuaları oluşturulurken,başlı başına bir ilim olarak hadis ilmi doğmuş oldu.

Diğer islami ilimlerde hızla gelişti. Tefsir,fıkıh,arapça dilbilgisi, belagat,siret vb.ilimler bir sistematiğe oturtuldu.Her alanda kapsamlı çalışmalar yapıldı ve büyük eserler ortaya konuldu.Fıkıh alanında İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Şafii,İmam Malik,İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Cafer-i Sadık(r.anhüm) gibi büyük müçtehitler yetişti.Bunlar müslüman kitlelerin karşılaştıkları sorunlara İslami kaynaklardan hareketle çözümler getirdiler. Sahih bir islami hayatın yaşanabilmesi için ilim ehli tüm gayretini ortaya koymaktaydı.

Tüm bu saydıklarımızın dışında ayrı bir grup daha vardı ki bunlar daha farklı bir alanda gayret gösterdiler.Gerçi yukarıda belirtilen alanlarda da uğraşıyorlardı.Fakat asıl gayretleri insanların nefislerini ıslah edip,İslam´ı gerçekten yaşamaları ve Yüce Allah´a salim ve temiz bir kalp ile ulaşmaları idi.İslamın ilmi-zahiri boyutu yanında manevi, ahlaki, irfani ve ruhi boyutu ile de ilgiliydiler.Bunlar insanları irşad eden ruh terbiyecileri ve ahlak hocaları idiler.Kendilerine tasavvuf ehli veya irfan ehli de denilen bu zatlar muhabbetle Allah´a kulluk edilmesi,peygamberi ahlakın kazanılması,dünya sevgisinden,nefsin ve şeytanın afetlerinden kurtulunması konularında uzmandılar. Sahabelerin yaşantı tarzlarını andıran bir hayat süren bu zümre halktan beklediği ilgiyi fazlasıyla gördü.İnsanlar ateşin aydınlığına uçan kelebekler gibi onlardaki nura ve aydınlığa kanat açtılar.Bu yeni ve zor dönemde İslam´ın yayılması görevini de onlar üstlendiler.Zaten sahip oldukları ruhi olgunluk ve kemal sıfatlarla bu işe layık olanlar da onlardılar.

Etkileri toplumun tüm kesimlerine yayı ldı.Dünyevileşme belasından kurtulmak ve gerçek kulluğa ermek isteyen herkes onların dergahlarına gelmeye başladı.Kalbi huzur,manevi olgunluk ve ilahi marifet yolcuları nerede olurlarsa olsunlar onları buluyorlardı.Hanefi mezhebinin kurucusu ve dört büyük müçtehid imamdan biri olan İmam-ı Azam Ebu-Hanife(r.a) ;´Eğer İmam Cafer-i Sadık´la (k.s.) geçirdiğim iki sene olmasaydı,Numan helak olmuştu.´diyerek tasavvufun ve bu ilmin ehli kimselerin önemini ve vazgeçilmezliğini bu şekilde belirtmiştir.Aynı konuda İmam Şafii(r.a.) ise şöyle demiştir;´Hem alim ol,hem de mutasavvıf.Eğer sadece alim olur da tasavuf ehli olmazsan kalbin katı olur.Eğer tasavvuf ehli olur da ilim sahibi olmazsan,sen zaten yolu kaybetmişsin.Bu halinle başkalara nasıl yol göstereceksin.´

Böylece bu büyük alim ve müçtehid zat dahi bu zümrenin önemini ve onları n ilim, iman,ahlak hikmet,yakin ve muhabbet güzelliklerini herkese ilan etmiştir. Sadece ilim sahibi olmanın yetmediğini en yetkin bir makamda olarak beyan buyurmuştur. Gerçekten de gerek İmam-ı Azam´ın ve gerekse de İmam-ı Şafii´nin halen milyonlarca takipçileri vardır.

Aynı konuda büyük alim,Allah dostu arif-i billah Şeyh İzzeddin El-Haznevi (k.s.) ise şöyle söylemiştir:´Tarikat şeriatın hizmetçisi ve onun en güzel bir şekilde uygulanmasıdır.Tasavvuf İslam´ın ve selefi salihin ahlakı ile ahlaklanmaktır.Tarikat eğer ehlinin elinde olursa insanları birleştirici,onları Allah´a ulaştırıcı,cazibe merkezi kemal ve olgunlukların kaynağıdır.´

RİSALET-VELAYET

İslam dini Hz.Adem(a.s.) ile başlamış ve son peygamber Hz.Muhammed (s.a.v) ile en son ve kamil haline ula şm ış tır.Her peygamber toplumuna yüce Allah´ın buyruklarını ileten bir elçi,onları hakka davet eden yüce bir davetçi,ruhlarını terbiye eden büyük bir mürebbi vazifesi görürken aynı zamanda Yüce Allah´a kulluk eden, ona yönelen bir abd durumundaydı.Tüm nebiler risalet yükü ve sorumluluğu yanında velayet bilinci ve kulluk şuuru içersinde olan kamil insanlar idiler.

Son peygamber Hz.Muhammed(s.a.v.)´de aynı durumdaydı.Allah´tan aldığı vahyi insanlara ulaştıran bir rahmet deryası,nübüvvet ağacının en kutlu meyvesi olması yanında,Yüce Rabbine yönelen,kulluğun kimsenin ulaşamıyacağı zirvelerinde olan, risaletini eşşiz velayet güneşi ile daha da aydınlatan bir mürşid, bir veli ve büyük bir önder idi.Onun vefatı ile artık risalet son bulmuştur.Fakat velayet ve kulluk kıyamete kadar devam etmektedir. Yeryüzü hiçbir zaman Yüce Allah´a gerçekten kulluk eden,O´na yönelen,kalplerine gafletin uğramadığı,yüce ahlak üzere olan veli kullardan boş kalmamış ve kıyamete kadar da boş kalmayacaktır.
´Kim Allah´a ve Rasule (can-u gönülden) itaat ederse,işte onlar Allah´ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir.Onlar ne güzel arkadaştırlar.´(Nisa Suresi-69.ayet) Bu ayeti kerimede Yüce Allah (c.c.) iman edenlere seslenmekte ve eğer samimi bir itaat gösterirlerse,kendilerine ayrı ayrı ve farklı nimetler verdiği bu dört zümre ile beraber olabileceklerini,onların eşi bulunmaz çok güzel dostlar olduklarını bildirmektedir. Ayetteki sıralamaya dikkat edilirse,nebilerden sonra sıddıklar gelmektedir ki bu onların makam olarak hemen peygamberlerden sonra olduklarını göstermektedir.Sonra ise sırasıyla şehitler ve salihler gelmektedir.Hepsinin de ayrı ayrı kulluk dereceleri ve sahip oldukları makama uygun velayetleri vardır.

Peki Allah´a kulluk eden zümreler içerisinde diğ erlerinden ayrılan ve Allah katındaki mertebeleri nebilerin makamından sonra gelen,Kuran´ın kendilerine sıddıklar dediği bu zatlar kimlerdir ve onları diğerlerinden ayıran özellikleri nedir.? Bu konumuzun daha net anlaşılabilmesi için cevaplanması gereken bir sorudur.

İlmin kapısı ve velayet ağacının köklerinden biri olan Hz.Ali (k.v.) ibadeti üçe ayırmıştır.Bunlar; a)Kölelerin ibadeti , b)Tüccarların ibadeti ve c)Hür olanların ibadetidir.

Kölelerin ibadeti;Allah´a cehennem korkusu ile ibadet edenlerin halidir.Bunlar cehennemden ve onunla ilgili gelen rivayetlerden korktukları için ibadete başlamış ve bu hal üzere kulluğa devam etmektedirler.O´nun yani Yüce Allah´ın azabından korktukları için vaciplerine sarılmışlardır.İnsanlar birbirlerinden farklı özelliklerde yaratılmışlardır.Birini amele sevk eden bir husus diğeri üzerinde o kadar tesirli olmayabilir.Onun içindir ki Yüce Kuran´da hem azapla ve cehennemle korkutan ayetler ve hem de cennet ve nimetleriyle özendiren ayetler mevcuttur.Birinci guruba girenler Yüce Allah´a azametinden dolayı itaat etmektedirler.Nitekim köleler de efendilerinin azametinden ve verebileceği zarardan korktukları için ona itaat ederler.

Tüccarların ibadeti ise daha farklıdır.Bu guruba giren insanlar,Yüce Allah´a, O´nun cennetine ve oradaki vereceği nimetlere kavuşmak arzusu içindedirler.Bunlar orada vaad edilen güzel beldelerden,o muhteşem nimetlerden ve belki hurilerden bahseden ayetlerden etkilenmiş ve bunlara kavuşmak için ibadete başlamış bir zümredirler ve halleri bu minval üzere devam etmektedir.Cennetin güzellikleri onlar üzerinde teşvik edici ve harekete geçirici bir etki oluşturmuştur.Bu ise takvalı olma sonucunu doğurmaktadır.Bahsedilen bu iki durum insanların çoğunun üzerinde olduğu hallerdir.Hem caizdir ve hem de Allah tarafından kabul edilmiş ve makbul görülmüştür.

Bu sayılan iki kesim dışında başka bir gurup daha vardır ki bunların ibadet ediş niyet ve anlayışları diğer iki guruba hiçte benzememektedir.Bunlar sadece ve sadece Allah´a ibadete layık olduğu için,O´na olan muhabbetlerinden dolayı ve O, ibadeti istediği için O´na yönelen kullardırlar.İşte bunlar Hz.Ali´nin(k.v.) kendilerinden hür olanlar diye bahsettiği müminlerdir ve bu onların ibadet anlayışıdır.İnsanlar arasında az ve seçkin bir zümreyi oluşturan bu zatlar gerçek kulluk edenlerdirler.Yüce Allah´ a çok farklı bir niyetle ve çok samimi bir şekilde tüm ruhlarıyla can-ı gönülden yönelmişlerdir.

Onların farkını anlamak için gelecek şu misal daha aydınlatıcı olacaktır: Farz ediniz ki Allah-u Teala kullarına, kulluk vazifelerini yerine getirmeseler de onları cennete koyacağını ve bu beyanından sonra eğer isterlerse yine de kulluk edebileceklerini ama sonucun aynı olacağını yani herkesin cennete gireceğini bildirmiş olsun.Yani insanlar serbestirler.Cehennemden korkmalarına gerek yoktur.Cennete girmek ve onun nimetlerine kavuşmak için ibadetin zorluklarına katlanmalarına da gerek yoktur.Dünyada keyiflerine göre bir ömür yaşayıp,cennete girme imkanları vardır.Eğer insaflı olarak düşünülürse,görülecektir ki böylesi bir durumda Allah´a ibadet edenler arasında,hür olanlar gibi kulluk edenler dışında ubudiyete devam eden hiç kimse kalmayacaktır.İnsanların çok büyük bir kesimi ubudiyetten uzaklaşacaktır.Çünkü cennete girmeleri kesinleşmiş ve Allah´ın azabından korkmalarına gerek kalmamıştır.

Hür olanlar Cenab-ı Allah´a Allah olduğu için ibadet ediyorlar.Onun aşkı ve muhabbeti onların azığı ve beklentileridir.Onların gözünde O´nun yüce zatından başka hiçbir şey yoktur.O´nun muhabbeti tüm varlıklarını kuşatmıştır.İlahi marifetler onların gıdası olmuştur. Bunlar kendilerine Kur´an-ı Kerim´de sıddıklar veya diğer bir ifade ile evliyaullah denilen seçkin, himmetleri çok yüce,Allah aşkı ile yanan Allah dostlarıdırlar ve bu onların sahip oldukları kemal sıfatlardan sadece bir tanesidir.

Şeyh İzzeddin El-Haznevi hazretleri(k.s.) bu hususta bir sohbetlerinde şöyle diyorlardı:´Eğer evliya,nüceba,nükeba, ebdal,aktap denilen büyük zatlar olmazsa dünya harap olur, hayat durur,felaketler ardı ardına gelir.Çünkü insan ibadet için yaratılmıştır. Gerçek ibadeti yapanlar ise evliyaullah kesimidir.Diğer insanlar onların bereketi ile yaşamaktadırlar.Altın korunurken kabı da korunur.Ürün için tarlaya bakılır.Balta için sapı saklanır.Evliyaya yanaşın. Allah´ın lütfunu göreceksiniz. Ehadiyyet güneşinden nur ışınlarını müşahede edeceksiniz.Yüce Allah mealen; ´Şüphesiz Allah iyilik yapanlarla ve muttaki olanlarla beraberdir.´buyurmaktadır.´

HAZNEVİ MÜRŞİTLERİ

Haznevi dergahının kurucusu;büyük alim,fazilet sahibi ve arif-i billah olan Şeyh Ahmed El-Haznevi´dir.Babaları Hoca Murad Efendi ,Mardin ilinin İdil(Hazah) ilçesine bağlı Bahine köyündendir.Hoca Murad Efendi alim ve muttaki bir zat olup asil ve temiz bir aileden gelmektedir.Şeyh Ahmed babalarının İmam-Hatiplik yaptığı şu anda Suriye toprakları içerisinde kalan Kamışlı kazasına bağlı Hazna beldesinde 1886 yılında doğmuştur.Doğduğu bu yerden dolayı da Haznevi namıyla anılmaktadır.

Babalarından sonra ilk hocaları Diyarbakır´ın Silvan kazasının seçkin alimlerinden Müderris Molla Hüseyin Küçük Efendidir.Zamanın usulüne göre bu üstadlarının yanında okuyup,tahsillerini tamamlamış ve ilmi icazetlerini ondan almışlardır.Şeyh Ahmed daha sonra tasavvufa ilgi duymuş Şeyh Abdurrahman-i Taği´nin halifesi olan Hizanlı Şeyh Abdulkadir Efendinin sohbetlerinde bulunmuştur.Birinci Dünya Savaşından önce hocası Şeyh Abdulkadir Efendinin vefat etmesi üzerine ise, büyük veli ve Allah dostu Abdurrahmani Taği hazretlerinin oğlu ve halifesi olan Şeyh Muhammed Diyaeddin Nurşini Hazretlerinin sohbetlerine devam etmeye başlamıştır.

Şeyh Hazret olarakta anılan Şeyh Muhammed Diyaeddin (k.s.) Bediüzzaman Said Nursi´nin de hocası olup, Üstad Bediüzzaman Tarihçe-i Hayat isimli eserlerinde onu ve onun mürşidi olan Abdurrahmani Tagi Hazretlerini (k.s.) kendisinin üstadları olarak belirtmiştir.Hatta aynı adlı eserinde yeryüzünde melek misal insanları görmek isteyenlerin Nurşin´e Şeyh Muhammed Diyaedddin (k.s.)´in dergahına gitmelerini ve onun müritleri ile tanışmalarını salık vermiştir.

Şeyh Ahmed(k.s.) bu yüce dergaha dahil olduktan sonra on beş y ı l boyunca Hazna´dan Nurşin´e bazen yaya bazen de binek üstünde olarak gitmiş,ilmi ve manevi tedrisatını burada tamamlamıştır.Talebeliklerinin ilk zamanlarında başlarından geçen bir olayı şu şekilde anlatmışlardır:
´Nurşin´e gittikten on beş yirmi gün sonras ı ydı.Hazretin evindeydim.Malum yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı.Birgün Muş tarafından o bölgenin ileri gelenlerinden birisi Hazret´i ziyarete gelmişti.Hazreti ve talebelerini yemeğe davet etti.Hazret de onun davetini kabul edip, icabet edeceğini bildirdi.Nasıl olsa ben de gideceğim ve güzel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim.Bu durumdan nefsim çok zevk duydu. Hemen çarıklarımı ıslansınlar da rahatça giyeyim diye suya bıraktım.Hazret yolculuk hazırlıklarını tamamladığında ben de diğer talebeler gibi hazırlanmıştım.Hazret dışarı çıktı,yüzünü bana döndürüp;´Haydi gidiyoruz.Bütün mollalar benimle beraber gelsin.Yalnız Molla Ahmed kalsın.´ diye buyurdu. Ben gitmeyip,kaldım.O zaman hocamın niye böyle dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki;´Bütün suç senindir.Sen güzel yemekler yerim diye iştahlandın.Güzel yemeklere tamah ettin.İşte bunun için Hazret seni götürmedi.Ey nefis senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara bırakman lazımdır.Bunu yaparsan Allah-u Teala´nın ve sevdiklerinin rızasına kavuşursun.´

Şeyh Ahmed on beş yıl süren bu uzun talebelik döneminde Muhammed Diyaüddin Hazretlerinden çok istifade etti.İlim ve irfan yolunda çok ilerledi. Tasavvuf güzargahında çok yüksek derecelere çıktı.Üstadı ona ilim öğretmek ve insanları Nakşibendi üstadlarının usulüne göre manevi olarak yetiştirip, terbiye etmek için icazet ve hilafet verdi.Bunun üzerine o Hazna´ya dönmüş ve orada insanları irşada başlamıştır.Kısa bir süre sonra da asıl dergahın merkezini oluşturacak,Tel Maruf beldesine yerleşmiştir.O zamanları oğlu ve halifesi olan Şeyh İzzeddin(k.s.) şöyle anlatmaktadır:

´Küçük yaşta Hazna´daki Haznevi medresesinde tahsile başlad ı m. Medrese çok mahir ve muttaki alimlerden, çalışkan ve ahlaklı talebelerden müteşekkildi.Birinci dünya savaşının zifiri karanlığı,açtığı yara,oluşturduğu kıtlık ve sıkıntı devam ediyordu.Memleketimiz Fransızların işgali altındaydı.Her taraftan dine,imana, irfana karşı saldırılar düzenleniyordu.Büyük şeyh babam Şeyh Ahmed El-Haznevi (k.s.) köyden köye sürülüyordu.Buna rağmen o yılmıyordu.Kimi zaman çölde,kimi zaman çadırlar içerisinde talebe okutmaya devam ediyor,misafir kabul ediyor ve insanların irşadıyla aralıksız bir şekilde uğraşıyordu.Bu zor şartlara rağmen insanlar da ona teveccüh ediyorlardı. Babam korkuyu tanımaz,yorulmak bilmez,en korkunç olaylar karşısında dahi kırılmaz bir irade sahibi,cesaretli, vakur, maneviyatı son derece kuvvetli engin bir alim,tanınmış bir İslam önderiydi.

Medresemiz toprak bir bina idi.Duvarları delikler ve çatlaklarla dolu idi. İçerisinde akrep,fare gibi zararlı hayvanlar da eksik olmazlardı.Sergilerimiz hasırdandı.Rahlelerimiz ise içi saman dolu yastıklardı.Tüm bunlara rağmen ilim öğrenmek ve babamıza layık olabilmek için gece gündüz demeden çalışıp, didiniyorduk.Dünyamız bu anlattıklarımdan başka bir şey olmamasına rağmen Şeyh Ahmed(k.s.) medresenin kapısına gelir ve bizlere ;´Ey hocalar!Ey öğrenciler! İnancınızı ve ahlakınızı İslam´a uygun hale getirmek,cehalet karanlığından kurtulmak, insanlara hizmet etmek,halifelik makamına yakışır bir hale gelmek,helali ve haramı bilmek hülasa yüce Allah´ın rızasını kazanmak için ilim tahsil edin. İnsanların itibarını kazanmak,makam ve maddeyi elde etmek,ün salıp,şöhret kazanmak için ilim tahsilinin sonucu nedamet ve hüsrandır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyururlar ki;´Allah´ı rızasını kazandıran ilmi, dünya menfaati için tahsil eden kimse kıyamet gününde cennetin kokusunu duyamıyacaktır. (Ebu Davut : 400)´diye hitap ederlerdi.

Şeyh Ahmed El-Haznevi (k.s.) tüm bu zor şartlara ra ğ men yılmadan çalışmaya devam ediyordu.Baskılar, sürgünler onu asla yıldırmıyordu.Cehalet her tarafta göze çarpıyordu.Şeyh hazretleri öyle oluyordu ki bazen bir çobana kelime-i şehadeti öğretmek ve düzgün bir şekilde söylenmesini sağlamak için saatlerce uğraşıyordu. Bir seferinde yine böyle bir çobana namaz kılabilmesi için Fatiha suresini ve Ettahiyyatü duasını öğretmeye çalışıyordular.Ne yaptılarsa çoban bu duaları ezberliyemiyordu.En sonunda Şeyh Ahmed(k.s.) çobanın tanıdığı ve birbirlerinden rahatlıkla ayırabildiği koyunlarına tek tek isim koymaya başladı.Bunun adı ´Ettahiyyatü´,bu diğerinin ki´Lillahi´,şuradaki ´Vessalavatu´diye.Böylece çoban duaları ezberleyebildi.Aradan bir süre geçtikten sonra bu çoban Tel Maruf´a ziyarete geldiğ inde,Şeyh Hazretleri camide ona bu duayı okutturdu.Gördü ki duanın içindeki bir kelimeyi mesela ´Vettayyibat´ı eksik okuyordu.Sebebini sorduklarında o isimli koyunun öldüğü şeklinde bir cevap aldılar .

Yıllar süren uğraşları elbette ki boş kalmadı.Pek çok alim ve fazilet sahibi kişiler yetiştirdiler.Gerek talebelerini göndererek ve gerekse de kendileri irşatlara çıkarak insanları eğittiler.Fakat tüm talebeleri ve halifeleri arasında ilimleri,takva ve Allah´a yakınlıkları ile bambaşka olan üç kişi vardı ki bunlar oğulları olan Şeyh Masum(k.s.) Şeyh Alaaddin(k.s.) ve Şeyh İzzeddin(k.s.)´dur.Onlar için şöyle buyurmuşlardır: ´Üç oğlum da kamil-i mükemmil şahsiyetlerdirler.Benden sonra sırayla yerime geçsinler.´Bilindiği gibi tasavvufi literatürde ´kamil-i mükemmil´ tabiri ;Allah´a kavuşmuş, O´nun sevgisinde yeni bir hayat bulmuş,yüce marifetlerle,ilahi sırlarla donanmış ve insanları kamil bir şekilde irşad edebilecek bir özellik ve yetenek üzerinde olanlar için kullanılır.Bu vasıflarıyla onlar Şeyh Ahmed´in (k.s.) diğer halifelerinden ayrıdırlar ve tarikatın asıl gövdesi onlar vasıtasıyla bu güne kadar devam ederek gelmiştir.

Şeyh Ahmed (k.s.) tüm yüce sıfatlarına ve kemallerle dolu,övülmüş hallerine rağmen çoğu zaman gözü yaşlı ve korku dolu bir halde bulunurdu.Yakınlarına ve sevdiklerine daima dert yanar ve kendisinde görülen bu hallerin ve insanların teveccühlerinin bir istidrac,nefsin veya şeytanın bir oyunu olmasından korktuğunu söylerdi.Kendilerini daima kusurlu ve hatalı görüyorlardı.

İnsanlardan gelen eziyetlere karşı çok büyük bir sabır sahibiydiler.Onun için onların İslam´dan bir şey öğrenmeleri, imanlarını kuvvetlendirecek bir sohbeti dinlemeleri ve kendilerini ıslah edecek bu yüce yola girmeleri her şeye bedeldi.Bu uğurda gördüğü kabalıklara,çektiği eziyetlere hiç aldırış etmiyordu.Öyle oluyordu ki kendisini ziyarete gelenler ayakkabıları ile oturduğu yere basıyor,yaptıkları izdihamla bazen onu incitebiliyorlardı.Ama o bunlara hiç aldırış etmez ve yakınlarından bu gibi kimselere kızanları böyle yapmamaları için uyarırdı.Bu yüce ahlakları ile pek çok insanın kalbini İslam´a,imana ve bu yüce ıslah yoluna ısındırdılar.Onların imanlarını kurtarmalarına vesile oldular.Çok büyük ve salih alimlerin yetişmesine vesile oldular.

Şeyh Ahmed (k.s.)´in 1950 yılındaki vefatından sonra irşad makamına Şeyh Masum(k.s.) oturdular.Şeyh Masum´da babaları gibi ilmi bir olgunluğa sahip, muhabbetullah sahibi bir mürşid-i kamil idiler.Onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerinden birisi hizmete çok düşkün olmalarıydı.Şeyh Masum(k.s.) kimseden korkmaz ve çalışıp hizmet etmekten asla usanmaz bir zattı.Öyle olurdu ki bazen onu tarlada çalışırken,bazen koyunları güderken, bazen medresede talebe okuturken, bazen de insanları irşad ederken görebilirdiniz.O yörede bulunan aşiret ağalarını toplar ve köylülere zulüm etmemeleri,adaletli ve merhametli olmaları konusunda sert bir dille uyarırlardı. Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker konusunda çok titizdiler.Tabiatları Hz Ömer(r.a.)´i andırıyordu.

Şeyh Masum(k.s.) aşiretler aras ı ndaki kan davalarını hallediyor,dargın insanları bar ıştırıyor,yüce ahlaki değerleri yerleştirmeye çalışıyordu.Değişik yerlere gönderdikleri alimlerle o yörelerin halkını ıslah ediyorlardı.Öyle yerler vardı ki Şeyh Masum(k.s) oraları irşad etmeden önce o bölge halkı namaz,abdest,helal,haram nedir bilmez bir haldeydiler.Birbirleriyle dü şman bir şekilde yaş ı yorlardı.Hele Mardin yöresinde bir köy vardı ki ahalisi cehaletlerinden dolayı hem namazdan niyazdan uzaklaşmış ve hem de öyle bir gaflete düşmüşlerdi ki camiyi ahır yapmış, içinde et pişirip,yiyorlardı.Cami pislikten içine girilmez olmuş,cam ve duvarları içinde yakılan ateşin isinden dolayı kapkara kesilmişti.Yerler hayvan pislikleri ve kemik artıklarından dolayı berbat bir haldeydi.Bu himmeti yüce şahsın bereketi ile onlar tevbe ettiler.Hane hane bu yüce tarikata girdiler.Onun edepleri ile İslam´ı en güzel bir şekilde yaşamaya başladılar.Cami yeniden düzenlendi ve eskisinden daha güzel bir şekilde restore edildi.Kalplerdeki korkunç perdeler kalkmıştı.Bu onlar için yeni bir doğuş idi.Sanki üzerlerine atılan ölü toprağından silkinerek kurtulmuş ve yıllar süren derin bir uykudan uyanmışlardı.

Şeyh Masum(k.s.) zaman ı nda bu tarikat biraz daha büyüdü ve insanlar arasında daha fazla tanınmaya başladı. Şeyh Alaaddin(k.s.) zamanında ise daha da büyüdü. Şeyh izzeddin(k.s.) zamanında ise çok daha fazla tanınmaya ve rağbet görmeye başladı.Şeyh izzeddin(k.s.) gerek Türkiye´de,gerek Avrupa ülkelerinde ve gerekse de Arap memleketlerinde yaptığı irşadlarla Haznevi yolunu,edeplerini,mürşitlerinin İslam´a bağlılıklarını,bu yolun İslam´ı en güzel yaşama yolu olduğunu tüm dünyaya ilan etti.Yaşantısı ile buna en canlı şahit oldu.

Şeyh Alaaddin(k.s.), Haznevi mürşitlerinin üçüncüsü,ilimde bir derya,yumuşak tabiatlı ve Rasulullah(s.a.v.) aşkı ile yanan,simasının apayrı güzelliği ile Rasul-ü Kibriya´yı hatırlatan bir arif-i billah,bir mürşidi kamil idi.Efendimize olan aşırı muhabbetleri ayırıcı vasıflarıydı.Onu gören Yüce Rasul-ü Kibriyayı hatırlar,onun sohbetlerinde bulunan asr-ı saadetten eşine rastlanmaz esintiler hissederdi.O, zamanında yaşayan tüm meşayih arasından Rasulullah(s.a.v.) sevgisi ile sıyrılmış ve haklı bir şöhrete sahip olmuştu.Dininde tavizsiz,müminlere karşı şefkatli, küfür ehline karşı ise izzetli bir tavır içerisindeydi.1958 yılında irşad makamına oturdular.

Peygamber Efendimizin üzerine yazdı kları kasideleri çok meşhur olup,halen dillerde dolaşmaktadır.Şeyh İzzeddin(k.s.) onunla ilgili olarak şöyle bir olay nakletmişlerdir: ´Babam Şeyh Ahmed´in(k.s.) yanında oturuyordum.İçeriye ağabeyim Şeyh Alaaddin girdi.Doğruca babamız ve mürşidimiz olan Şeyh Ahmed hazretlerine yönelerek , ondan Rasulullah Efendimizin (s.a.v.)bütün sünnetlerine harfiyen tabi olabilmek için kendisine dua etmelerini istirham eyledi.Şeyh Hazretleri cevaben; ´Bunu senin baban bile yapmaya güç yetiremezken, sen nasıl yapacaksın.´diyerek cevap verdiler ve sünnetle ilgili dikkat edilmesi gereken konularda öğütlerde bulundular.Bu olay Şeyh Alaaddin´in(k.s.) imanının kemaline ve Rasulullah´ı(s.a.v.) ne kadar çok sevdiğine açık bir delildir.´

Şeyh Alaaddin(k.s.) bir gün Tel maruf´taki camide bulunuyorlard ı .Bir kişi kendilerine yanaşıp bir soru sormak istediğini söyledi.Sorabileceğine dair olumlu bir yanıt alınca da ´Şeyh Abdulkadir-i Geylani(k.s.) mi yoksa Şah-ı Nakşibend (k.s.) mi daha büyüktür?´ diye sorusunu yöneltti.Şeyh Alaaddin Hazretleri(k.s.) hangisinin büyük olduğuna dair bir açıklama yapmayıp,cevaben şöyle buyurdular; ´Her bir evliyanı n ayrı bir makamı ve o makamına göre de bir vazifesi vardır.Şeyh Abdulkadir-i Geylani (k.s.) kendisinden medet istenildiğinde,ruhaniyetiyle anında orada bulunur.Hakiki bir Nakşibendi mürşidi ise,metal parçalarının içerisine daldırıldığında onları kendisine doğru çeken bir mıknatıs gibidir.İnsanı tuttuğu gibi Allah´a kavuşturur.´

Şeyh Alaaddin Haznevi 1969 yılında vefat ettikten sonra yerlerine Şeyh İzzeddin(k.s.) geçtiler.Bu Şeyh Ahmed (k.s.)´in vasiyeti idi.Şeyh İzzeddin(k.s.) yüce Allah´a(c.c.); ´Rasullah Efendimiz(s.a.v.) yirmi üç yıl insanları irşad ettiler. Bende onun gibi irşad makamında bu kadar süre kalayım.´diye sürekli dua ederlerdi.Gerçekten de vefat ettikleri 1992 yılında yirmi üç yıllık imanla,ihlasla,takvayla ve insanlara faydayla dolu bir ömrü tamamlamış oluyorlardı.

Şeyh İzzeddin(k.s.) bütün işlerinde ve davranışlarında yüce şeriatı kendisine ölçü olarak alırdı.İslam ulemasının, ehl-i sünnet vel cemaatın görüşlerine ters düşen her şeyi red ederdi.Canı,malı,evladı pahasına dahi olsa dininden zerrece taviz vermezdi. Kızgınlığında ve sevincinde her zaman kitap ve sünnete bağlı idi.

1950´li yı llarda yüksek şer´i fetva üyeliğine seçilmişlerdi.Görev almak için gitmeden önce orada kalacakları süre içersinde yiyecekleri yiyeceği belirleyip,kendi mallarından ayarlayıp,yanlarında götürdüler.Temiz olmayan,nasıl yapıldığını bilmedikleri,üzerine bereketin inmediği yiyecekleri asla yemezlerdi Kendilerine bakanlıkça verilen iaşeyi kabul etmeyip,ihtiyaçlarını kendileri karşılayıp,ayrılan meblağı hazineye geri iade ettiler.Göreve başladıktan sonra çok kısa bir zaman içersinde bilgisi,zekası ve görüşünün keskinliği ile diğer alimler arasından sıyrılıp, fetva heyeti içersinde ileri bir seviyeye geldiler.

Bir gün diyanet işlerinde kullanılmak üzere alınacak araçlarla ve onların yakıt masraflarının hazineden karşılanması ile ilgili bir karar onaylanmak için fetva makamına gönderilmişti.Şeyh İzzeddin Hazretleri bu fetvayı imzalamadı ve diğer fetva üyelerinin ne yapacaklarını görmek için bekledi.Herkes imzalamış ve son imza olarak onun imzası kalmıştı.Kendisine geldiklerinde bu fetvayı imzalamadı ve ´Sizler hizmet için alınan bu araçların, kendi yakın ve akrabalarınızın işlerinde ve kendi özel işlerinizde kullanılmayacağından emin misiniz?Bunları kendi menfaatınız için kullanacak ve sonrada yakıt parasını ayrılan ödenekten karşılayacaksınız.Ben bu olaya onay veremem.´dedi. Heyetin üyelerini,verecekleri fetvalarda akla değil nakle,yoruma değil rivayete,fikre değil fıkha dayanmaya ve bunun içinde kitap, sünnet ve salih ulamanın hükümlerine uymaya davet edip,görevinden istifa etti.Tel Maruf´a geri döndüklerinde o zaman irşad makamında bulunan Şeyh Alaaddin(k.s.) onu bu tavizsiz tavırlarından dolayı takdir ettiler.

1970´li yıllarda irşad için Kuveyt´e gitmişlerdi.Öğle namazı kılınmıştı.Sohbet olacağı cemaate bildirilmesine rağmen,ayakkabısını alan camiyi terk ediyordu. Çünkü daha önce sohbet için kürsüye çıkan herkes,cemaattan para istemekten başka bir şey yapmamıştı.Şeyh İzzeddin Hazretleri(k.s.)mikrofonu ellerine alıp,siyasetle uğraşmadığını ve verseler dahi kimseden para kabul etmediğini yüksek sesle ilan edince, insanlar onun sohbetini dinlemek için geri geldiler.

Şeyh (k.s.); ´Mürşidin gözü insanlar ı n malında ve onların makamında olursa seviyesi düşer, kıymeti azalır. Maneviyatı zayıflar ve mana aleminden kesildiği için sözünün tesiri de azalır.Mürşid herkesten daha fazla söylediğini uygulamalıdır ki daha olgun, tesirli ve bilgi sahibi olabilsin. Peygamber Efendimiz(s.a.v.) buyurur; Yüce Allah bildiği ile amel edene bilmediğini öğretir.Ben siyasetle uğraşmıyorum.Zira Yüce Allah´ın dinini tebliğ etmeyi,kulluk vazifesini ifa etmeyi ve yüce sadatınbu yolun büyük alimlerinin (k.s.) adaplarını yaymayı her şeyden üstün biliyorum.Mal toplamıyorum.Verseler dahi kabul etmiyorum. Çünkü Yüce Allah beni zengin ve insanlardan müstağni kıldı.Her yerde herkese meydan okuyorum.Eğer bana maddi yardımda bulunan varsa ortaya çıksın, diyorum. Allah´a bundan dolayı hamd ediyorum.´diye vaaz ettiler.

Şeyh Hazretleri (k.s.)çok zeki,akıllı ve zarif bir zat olması yanında edep yönünden de zirveye ulaşmış bir şahsiyet idi.Kıble cihetine ve Şeyh Ahmed El-Haznevi Hazretlerinin türbesine karşı asla sırtlarını çevirip oturmazlardı. Medine-yi Münevvere´de bulundukları zamanlarda kendilerini yok edecek derecede tevazu gösterirlerdi.Mescidi Nebevi´de bir direk arkasına büzülerek ibadet ve münacaatlarını yaparlardı.Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin mübarek huzurlarında saatlerce murakabede durulardı.Öğle ağlar, sızlarlardı ki bazen yorgunluktan yere düşecek hale gelirlerdi.Aşırı ibadetten ve edepli olmak için gösterdikleri aşırı titizlikten dolayı zayıf düşer,mübarek yüzleri sapsarı kesilirdi.Şeyh Hazretlerinin (k.s.) Kur´an-ı Kerim´e karşı çok aşırı bir hürmeti ve saygısı vardı.Kuran´dan herhangi bir ayet bir levha içinde bir duvarda asılı bulunsa,o yöne ayak uzatmaz ve sırtlarını çevirerek oturmazlardı.

Kuran´ı diz üstü oturarak,kıbleye doğru büyük bir huşu içerisinde okurlardı.Bir sohbetlerinde şöyle söylemişlerdir;
´Kuran-ı Kerim´i okuduğunuz zaman teenni ile düşünerek ve yavaş yavaş okuyun.Rahmet ayetlerine geldiğinizde ümit ile dolu bir halde Yüce Allah´tan ihsanını ve lütfunu isteyin.Azap ayetlerine geldiğinizde Allah´ın lütfuna sığının ve azabından korunmayı dileyin. Müminlerin sıfatlarını belirten ayetler geldiğinde o sıfatlarla donanmayı, onların mertebelerine ve kavuşacakları nimetlere ulaşmayı dileyin.Kafirlerin sıfatlarından bahsedildiği ayetlerde onların katılıklarından, gafletlerinden,karanlıklarından ve karşılacakları sondan Allah´a sığının.Esma-ül hüsna´nın her birinde ayrı ayrı durun ve manalarını düşünüp,bir süre öylece kalın. Çünkü Yüce Allah´ın her isminden kalbe yansıyan ayrı bir tecelli,akla uzanan ayrı bir nur,zihne gelen ayrı bir mana,içi sevindiren bir meltem,nefis coşturan başka bir muhabbet ve insana yön veren bir irşad mevcuttur. ´

Bir müftünün Şeyh Hazretlerine(k.s.) tartikatlar ı n insanları böldüğünü, müslümanları tefrikaya düşürdüğünü söyleyip, itiraz etmesi üzerine,cevaben Şeyh İzzeddin Hazretleri(k.s.) Şeyh Ahmed(k.s.)´dan şöyle naklediyorlardı:
´Bir mürşid bir yöreye giderse daha önce orada bulunan mürşid sevinmelidir.Halkı hak dine davet ve irşad etme ağırlığı ve insanlarla uğraşma yükümlülüğü omuzundan kaldırıldı diye memnun olmalıdır;´Ben de artık huzur içerisinde Rabbime ibadet edebilirim.´demelidir.Bu duyguda olmayıp,yeni gelen mürşidin irşadından ve gönülleri fethetmesinden üzülen kimse şeyh değildir.Şeytandır!Zira haset şeytanın özelliğidir.Şeytan hasedden doğan kibirliliği yüzünden Hz.Adem (a.s.)´e secde etmedi.Lanetlendi ve ebedi şekavete uğradı.Tarikat şeriatın hizmetçisi ve en güzel bir şekilde uygulanmasıdır.Tasavvuf İslam´ın ve selefi salihinin ahlakı ile ahlaklanmaktır.Tarikat eğer ehlinin elinde olursa insanları birleştirici,onları Allah´a ulaştırıcı,cazibe merkezi ,kemal ve olgunlukların kaynağı olur.´

Müslümanların uğradığı musibetler karşısında Şeyh İzzeddin Hazretleri çok acı çeker ve yıpranırlardı.Böylesi bir zamanda üç gün boyunca kasırdan dışarı çıkmadıkları görüldü.Onu gördüklerinde gözleri ağlamaktan kan çanağı gibi olmuştu.Çok bitkin ve üzüntülü bir haldeydiler.´Müslümanların başına gelen böylesi olaylar karşısında, bir müslümanın acıdan dolayı idrarından kan gelmelidir.´ buyurdular. Müslüman cemaatlerin sindiği,ezanların dahi tepkinin ne olacağı kestirilemediğinden dolayı okunamaz hale geldiği zamanlar da Şeyh Hazretleri (k.s.) müritlerini toplayarak irşada başlardı.O ümmet için kendini feda etmekten asla çekinmezdi. 31 Temmuz 1992 tarihindeki vefatlarından sonra açıklanan vasiyetleri ile yerlerine Şeyh Muhammed(k.s.) geçti.

Şeyh Muhammed(k.s.); Şeyh İzzeddin(k.s.) Hazretlerinin en gözde talebesi, en mükemmel takipçisi,onun gözünün nuru gibi koruyup,adeta bir gül gibi yetiştirdiği, tüm müslümanlara ve insanlık ailesine faydalı olması için elinden gelen tüm himmeti üzerinde kullandığı,en yüce ahlaki,imani ve irfani değerlerle süslediği bulunmaz, mümtaz, eşine az rastlanır kamil-i mükemmil bir mürşid-i ekmel bir şahsiyetti .

Şeyh İzzeddin Hazretleri vefatlarından önce pek çok kereler değişik vesilelerle Şeyh Muhammed (k.s.)´dan övgü ile bahsetmiş ve onun hem kamil bir iman sahibi, muhabbetullah ile dopdolu arif bir zat olduğunu belirtmiş ve hem de insanları idare ve irşad etmede tam ve mükemmel bir hal üzere olduğunu dile getirmişti.

Bu durum sadece Şeyh İzzeddin Hazretleri ile sınırlı değildir.Bundan yaklaşık elli yıl öncesinden Şeyh Ahmed(k.s.) Hazretleri daha çok küçük bir yaşta olmasına rağmen onu övmüş,ondaki yeteneklere,üstün değer ve özelliklere dikkat çekmiş ve ´Bu zat bizim şanımızı yükseltecektir.´ buyurarak konumunun önemine dikkat çekmişlerdir. Gerek Şeyh Masum(k.s) ve gerek de Şeyh Alaaddin(k.s.) onun üzerine çok titremişler;iman,ihlas,muhabbet,hizmet, fedakarlık,yüce ahlak ve daha pek çok yüce meziyetler sahibi yeğenlerinin en iyi şekilde yetişmesi için çalışmışlardır. Onun üzerine o kadar titriyorlardı ki onunla ilgilenip,oyun oynadıkları zamanlarda herhangi bir şekilde incinmesi durumunda çok üzülüyor ve bu duruma sebep oldukları için birbirlerini suçluyorlardı.Bu o kamil zatların ferasetleri ile hissettikleri ve gerçekleşecek olan hakikatın bir tecellisiydi.

Gençlik yıllarında kendilerine ders vermiş,hocalık yapmış olan büyük ve fazilet sahibi,değerli alim Şeyh Mustafa Buga onun ile geçirdiği yılları hayatının en güzel anları olarak nitelendirmekte ve bundan dolayı gurur duyduğunu bildirmektedir. Şeyh Muhammed Hazretlerindeki üstün ve eşşiz vasıfları her konuşmasında dile getiren Şeyh Mustafa Buga,onun kendisini kat be kat geçtiğini pekçok kereler dile getirmişlerdir. Haznevi ailesini,özellikle Şeyh İzzeddin Hazretlerini ve Şeyh Muhammed Hazretlerini çok yakından tanıyan bu zat,İslam alemi içersindeki alimler arasında gerek kişiliği ve gerekse de eserleri ile önemli bir yere sahiptir.Telmaruf´ta Şeyh İzzeddin(k.s.)´i anma merasiminde yaptıkları bir konuşmalarında Şeyh Muhammed Hazretlerini müslüman alimleri toplamaya ve ümmetin sorunlarına çözümler bulacak çalışmalar başlatmaya çağırmış ve onun üstün vasıflarını böylelikle açıkça teyit etmişlerdi.

Şeyh Arabi Kabbani,Lübnan müftüsü ve Lübnan´ ı n ileri gelen değerli alimleri, Suriye Diyanet İşleri Başkanı, Türkiye, Mısır, Kuveyt,Arap Emirlikleri ve Sudan´dan gelen alimler ve yazarlar Telmaruf´a yaptıkları ziyaretlerinde ve katıldıkları münasebetlerde Şeyh Muhammed Hazretlerinden ve Haznevi mürşitlerinden her zaman büyük üstatlar,saygı değer alimler,muttaki önderler olarak övgüyle bahsetmişlerdir.Bu sadece onlarla sınırlı bir olay değildir.Kuveyt´in ve diğer beldelerin selefi alimleri de tasavvufa karşı olmalarına rağmen Şeyh Muhammed Hazretlerini tanıdıkları zaman onun değerini hemen anlamakta,ona ve fikirlerine büyük bir saygı göstermekte, tasavvufi anlayışına ve izledikleri yola büyük değer vermekteydiler.

Fıkıh alanında İslam dünyası içersinde çok ileri bir yerde olan,belki de ilk sırada yer almakta olan alim zat Vehbi Zuhayli´de Telmaruf´a davetli olarak gelmişlerdi. Tasavvufa ve tarikat ehline o kadar da sıcak bakmıyorlardı.Fakat Şeyh Hazretleriyle tanıştıktan,onun ilminin büyüklüğünü,tevazu ve takvadaki bensersizliğini,halim ve sevecen tavırlarını,o üstün ahlaki meziyetlerini,inceliklerini ve sünnete bağlılıklarını gördüklerinde nasıl bir zat ile karşı karşıya olduklarını anlamışlardı.Bu sıradan bir zat değildi ve bu karşılaşma da sıradan bir karşılaşma değildi.Kalpler yumuşadı ve fikirler değişti.

Şeyh Hazretlerinin dergahı ilim üzeredir.Haznevi mürşitleri hepsi zamanlarının en büyük alimleri arasındadırlar.Bu kol alimden alime devredile gelmiş bir yoldur.Şeyh(k.s.) şer-i ilimler medresesinde iki bine yakın talebe okutup ve bunların yeme,içme,barınma gibi tüm ihtiyaçlarını kendi öz malından karşılamakta ydı .Fakir olan,durumu olmayan ama İslami ilimleri öğrenme aşkı içinde olanlara kapılarını ve tüm imkanlarını açmakta,onları İslam ümmeti için faydalı bir hale getirmeye çalışmakta ydı .Bu destek sadece okul yılları ile sınırlı kalmamakta,mezun olanlardan durumu iyi olmayanları da kendi imkanları ile münasip bir şekilde evlendirmektedirler.Bu talebelerden istediği;gittikleri beldelerde İslam´ı öğretmeleri,emr-i bilmaruf ve nehy-i anil münker farizasını yerine getirip,bu yüce adapları hem yaşamaları ve hem de yaygınlaşması için gayret göstermeleridir.

Şeyh Hazretleri çıktıkları irşat amaçlı seyahatlerinde toplumun her tabakasından insan ile ilgilenir ve dini şuur ve bilincin oluşması ya da daha da kuvvetlenmesi için gayret gösterirlerdi.Resmi yetkililerin ve medeniyetin uğramadığı ücra yerlere dahi tebliğ için gitmekteydiler.Bu duruma oranın ahalisi bile şaşırmaktaydılar.Onlar bu yüce zatı tanıyınca,onun sohbetini dinleyince ona öylesine bağlanmakta ydı lar ki bu tariflere sığmaz bir haldi.Şeyh Hazretleri onlara dinlerini öğretecek bir alim göndermeyi teklif ettiğinde onlar bunu hemen kabul etmekte böylece hem Nakşi-Haznevi yoluna girmekte ve hem de dünya ve ahiret saadetini elde etmekteydiler.

Şeyh Muhammed (k.s.) hazretleri mübarek topraklarda 2005 yılında ramazan ayında geçirmiş olduğu elim kazadan sonra açıklanan yüce vasiyetnameleri ile kendilerinden sonra yerlerine alim ve mutasavvıf bir zat olan, yüce ahlaki meziyetlerle bezenmiş,engin ve yüce görüşlü,eşşiz insan Şeyh Muhammed Muta El-Haznevi´yi halife olarak bıraktılar. Böylece tüm tarikat ve ir şad işlerini,müridlerin idare edilip, eğitilmeleri vazifelerini,müslümanların hallerinin ve ahlaklarının iyileştirilmesi görevini,ilmi yayma ve birleştirici olma gibi çok geniş vazifeleri bu yüce şahsiyetin omuzlarına yüklemiş oldular.

Şeyh Muhammed Muta(k.s.) bu eşşiz ve yüce ailenin İslam ümmetine sunduğu yeni bir hediyedir.O ilim ve hikmet pınarları ile dolu,irfanın menbağı olan Haznevi Medresesinde yetişmiş,Şeyh Muhammed Haznevi (k.s.) gibi bulunmaz bir alim ve irfan ehli zatın yanında icazet almış bir şahsiyettir.Şeyh Muhammed Haznevi (k.s.) hazretleri, diğer evlatları arasında sadece ona icazet vermiş ve kendi mübarek elleriyle,gözyaşları ile ıslattığı sarıklarını sarmışlardır.

Şahı Hazna lakabıyla ünlü Şeyh Ahmed Haznevi (k.s.) bir sohbetlerinde ´Büyüklük kıyamete kadar bu kapıdan asla ayrılmayacaktır.´buyurmuşlardır.Allah(c.c.) kendi emanetini koruyan ve ona ihanet etmeyene ihanet edecek değildir. Kuran ve sünneti yaşayarak ve bu yüce adaplara uyarak büyüklük elbisesini giyenlere,onlar bu elbiseyi çıkarmadıkları sürece rahmet etmekten geri duracak değildir.

Kendi dinin yükselten,bu uğurda her türlü meşakkete katlanan,asla yılmayan,korku duymayan ve gevşemeyen zatları,yüzüstü bırakacak değildir.Onları herkesten üstün ve kimseye yüzsuyu dökmeyen bir hale getirecek ve kendi rahmetini ve hidayetini onlar eliyle dünyaya yayacaktır.Kendi önünde tam bir teslimiyetle eğilen bu zatların önüne,tüm dünyadan insanları toplayıp,önlerinde boyun eğdirecek ve onlar eliyle hidayet dağıttıracaktır.Kendisini bir an dahi unutmayan,ondan asla gafil olmayan bu zatların,şanlarını,ahlaklarını ve suretlerini insanların hafızalarından çıkarmayacak,onları hep düşünmelerini sağlayacaktır.Bu hatırlayışa feyiz ve bereket koyarak,onların makamlarını daha da arttıracaktır.

Share.
Leave A Reply