31- İslâm Medeniyetinin, Eski Medeniyetlerin Sâhibi Mîlletlerle Karşılaşması:
Şafiî Abbasîler devrinde doğdu. Onların devrinde yaşadı. Şafiî´nin ömür sürdüğü yıllar, Abbasî Devletinin idareye hâkim olup istikrar bulduğu, îslâm hayatının parlak devrini yaşadığı bir devirdir. Bu devri di-ğerlerinden\ayıran birtakım hususiyetler vardır ki, bunların, ilmin gelişip serpilmesinde, İslâm´da fikir hareketlerinin uyanmasında, ulemânın Yunan felsefesini, İran edebiyatını, Hind ilmini almasında büyük tesiri olmuştur. Bu çağın fikir ve ictimâiyyat sahasında göze çarpan özelliklerinden kısaca bahsedelim[1]
32- Bağdad, Eski Medeniyetlerin Ve Milletlerin Karıştığı Bîr Merkezdi:
Bu çağda İslâm şehirleri îranlı, Rum, Hindli, Nabat vs. gibi muhtelif unsurlarla dolup taşardı. Bağdad hükümet merkezi idi. İblâm Hükümetinin başkenti çeşitli ırklara mensup, meram ve gayeleri muhtelif, çeşitli yapıda ve çapta milletlerle kaynaşırdı. İslâm dünyasımn her tarafından oraya hey´etler, temsilciler gelirdi. Bunların her biri, kalblerinin içinde, duygularının altında kendi milletinin kültürünü taşırdı. Bağdad çe-gitli kültürlerin kaynaştığı bir yerdi. Bu tarzda olan bir cemiyette içtimaî olaylar çoğalır. Zîrâ bu kabîl millî özellikler türlü sahalarda kendim gösterir, belirtiler meydana çıkar. Her hâdisenin şeriatta bir hükmü vardır. İslam Dîni umûmî bir dindir. Küçük büyük, önemli önemsiz her hâdise hakkında mubah veya yasak tarzında hükmünü verir. Bu hâdiseleri incelemek fakîhin aklını genişletir, onun zihnini mes´elelerin hükmünü çıkarmağa hazırlar. Böylece mes´eleleri tasvîr eyleme, farz ve takdir etme alanı genişler. Biribirine uymayan fer´î mes´eleler için umûmî kaideler kurma imkânı sağlamr. [2]
33- Terceme Hareketinin Canlanması:
Bu çağda tereeme hareketi de camandı. Abbasî Halîfeleri bunu des-tekieyerek teşvik ediyorlardı. Arap dili, muhtelif yollardan gelen Yunaı düşüncesinden geçme şeylerle zenginleşti. Bunlar Yunanlıların tesirinde kalmış olan İran yoliyle geldi. O çağda Yunan felsefesinin en büyük nâkili olan Süryânîler yoliyle geçti. Bizzat Yunanlılardan doğrudan geldi. Çünkü Mevâliden bir kısmı Yunancayı ve Arapçayı mükemmel biliyordu. Bunlar Yunan düşüncesinden seçtiklerini Arapçaya aktardılar. Demek oluyor ki. Yunan felsefesi bâzan Öz hâlinde, bâzan İran elbisesi giyerek, bâzan da Yahudilik ve Hıristiys.iıûk kisvesine bürünerek Süryânîler yo-liyie Araplara geçti.
Bunun İslâm düşüncesinde tesiri oldu. Bu felsefeyi elde edenlerin aklının ve dîninin kuvvet derecesine göre, bunun tesiri de çok değişik ve türlü oldu. İnsanlardan kinlinin aklı sağlam ve dürüsttür, îmanı sâdıktır. Akıllarının ve îmanlarının kuvvetine göre kendilerine gelen, arzolunan düşüncelere hâkim oluyorlar. Onları hazmediyorlar, düşüncelerini, kavrayışlarını besleme ve geliştirme, akıllarını olgunlaştırma hususunda bundan faydalanıyorlar. Bu kabiliyette olmiyanlar, buna dayanamazlar; bu düşünceler kargısında kalınca eski ile yeni arasında akılları sarsılır, bîr düşünce anarşisine düşerler, istikrar bulamazlar. Bakarsın kimisi §âir, kinlisi muharrir, kimisi kendini ilme vermiş zatlar, böyle düşünce karşısında kalınca onları, akılları hazmedemedi, eski yararlı düşüncelerinden ayrıldılar, fakat yeniyi iyi kullanamayıp sarsıldılar, şaşırıp kaldılar. Bunlann yanıbaşmda zındıklar da türedi. İslâm cemâatini karıştırmak için bozguncu fikirler saçarlardı, İslâmı yıkmak için çalışır, Müslümanlara tuzak kurup, onun şanını düşürmeğe uğraşırlardı, islâm hâkimiyetini kaldırıp eski Iran hâkimiyetini diriltmek isteyenler de vardı, Mehdi devrinde Abbasî Devletine karşı ayaklanan Horasanlı Mukanna´ gibi. [3]
34- Zındıklara Karşı Mücadele İçin Halîfelerin Mu´tezileyî Harekete Geçirmesi, Fukahânın Ve Muhaddislerın Onlara Karşı Tutumu:
Abbasî halîfeleri, devlete karşı gelen zındıklara karşı kılıç çektiler, İslâm cemaatında fesat çıkarıp Müslümanlar arasında ibahacılığı yaymak, gerîat emirleri, din hududu dışına çıkmak isteyenlere karşı da kırbaç kullandılar. Yaldızlı delillerle bozuk akideleri Müslümanlar arasına yaymak isteyenlere karşı ulemayı ileri sürdüler. İslâm fikir târihinde Mu´tezile[4] nâmı verilen ulemâ, üstün gelen cemiyetleri, kuvvetli delilleri ile bozguncuların karşısına dikildiler. Onları mağlûp ettiler. Halîfeler
Mu´tezileyi kendilerine yakın tuttular, meclislerine aldılar. Mansur ve Mehdî halifelikleri sırasında saraylarının kapılarını onlara açtılar. Sonra Me´nıun, Mu´tasım ve Vâsik zamanlarında hep böyle devam etti. Bu son üç Halîfe zamanında Mu´tezileden vezirler, mâbeyn memurları, saray kâtipleri vardı. Hattâ Me´nıun kendisini Mu´tezileden sayardı.
Zındıklara, Mecûsîlere ve bozgunculara cevap vererek İslâm´ı müdafaa işine bu ulemânın kendilerini vermesi, akideleri isbat ve onları korumak için delil getirme hususunda yeni bir yol tutmalarına sebep oldu. Bu yol, daha önce ashâb ve tabiîn devirlerinde selef-i sâlih nezdinde alışılmış değildi. Mu´tezile bu yoîda felsefeden silâhlarını bilemeğe yarayacak olanı, delillerini kuvvetlendirecek şeyleri aldılar. Bundan başka hücum ve müdafaada düşmanlarının taktiğini, usûlünü aldılar. Bu yüzden, karşılarındaki düşmanların, içine daldıkları meseleler onlara da sirayet etti. Bundan dolayı, ashâb ve tabiîn zamanında Müslüman ulemâsının düşünmedikleri felsefî meseleleri kurcalamağa başladılar: İnsan iradesinden ve fiillerinden, Allah´ın bunlar üzerinde hâkimiyetinden söz açtılar, Allâhu Teâlâ´nın vasıflarından bahsederek, sıfatlar ile zât aynı şey midir, sıfat zâtının aynı mıdır, yoksa gayrı mıdır, diye konuştular. Fukahâ onların bu yaptıklarını hoş karşılamadılar. Çünkü bunu akideye, istidlal hususunda selef-i sâlihin yoluna, muhaddislerin ve fukahânın yoluna aykırı buldular. Pek tabiî ki, İslâm Dîni´ne hizmette bulunan bu her iki grubun, akliyeti ve düşünce mantığı birbirinden farklı olduğundan bunlar birleşemezdi. Fukahâ ve muhaddisler dîni, Kitap ve Sünnetten öğreniyorlardı. Onların akıllarının işi Allah´ın Kitabı´nm ve Peygamber´in Sünnetinin naslarım anlamaktı. Onların ibarelerinden ve işaretlerinden hüküm çıkarmağa çalışıyorlar, nass olnııyan yerlerde re´y ile ictihâd yapıyorlardı. En çok yayabildikleri bu idi. Mu´tezile ise akaidi isbat hususunda aklî kıyâsı lüzumlu görüyordu. Onun için mantık kullanıyorlar ve felsefî bahislere başvuruyorlardı.
İşlerin akışı, herkesin ihtisası dâhilinde yürümesini icâb ederdi. Bunların vazifesi Kur´ân-ı Kerîm´in ve Hz. Peygamber´in hadîslerinin nassla-nnı anlayıp onlardan İslâm kanunlarını çıkarmak, onların ise karşılarındaki hasımlarını ilzam ederek İslâm akidesini beyân ve müdâfaa etmeğe Çalışmak ve bu savaşta zafere götüren her vasıtadan faydalanmak. îş böyle iken Abbasî Halîfelerinden bâzıları, ulemâyı bir ana meselede Mu´-tezilenin görüşünü kabule zorlamaya kalkıştılar. Buna İslâm târihinde Halk-ı Kur´ân meselesi denir[5]. Me´mun, Mu´tasım, Vâsık fukahâyı ve muhaddisleri bu meselede .Mu´tezilenin dediğini kabule zorladılar. Bu uğurda yumuşaklık değil, şiddet gösterdiler, işkence yaptılar. Böylelikle Mu´tezile, fukahâ ve muhaddislere hasım, durumunda oldular.
Kelâm ilmi, Şafiî zamanında Mu´tezilenin Öğretilerine ve üslûbuna dayanırdı. O yüzden Şafiî bu ilimden nefret etti ve onunla meşgul olmağı hoş görmedi. Çünkü o, bu ilmi ancak Mu´tezüede gördüğü şekilde anlamıştı. Diyebiliriz ki, Mu´tezilenin, Şafiî üzerindeki tesiri umumiyetle menfî olmuştur. Ancak bir bakımdan müsbet oldu. O da onların cedel ve münazara usûlünü benimseyerek fıkıh meselelerinde bunu kullandı. Delilleri kuvvetli oldu. Mu´tezile saflarına katılmış olan Bişr Merîsi gibi bâzı re´y fukahâsiyle münakaşa ve münazara yapardı. Bunlar cedel ve münazarada mehâret sahibi idiler. Şafiî de onların1 cedel yolunu tuttu. Hasımla nasıl tartışılır, onun sözlerinden aleyhine delil nasıl çıkarılır, bunu öğrendi. Şafiî bu hususta şöhret kazanmış bir âlimdir. Kitapları bunlarla doludur. Her duruma göre Şafiî´nin çağı her yönden cedel ve münazara çağı idi. [6]
35- Mezhebleri Yaymak İçin Hareketler, Zeydiyye Mezhebi:
Emevîlerden hâkimiyeti almak için kılıca sarılmış olan islâm fırkaları, yâni Şîa ve Haricîlerin artık kılıçları korleşmişti, kuvvetleri zayıflamıştı, fitneleri yatışmıştı. Fakat bu fırkalara mensup kimseler cihâd tarzlarını değiştirmişlerdi. Ok yerine kalem kullanıyorlardı. Görüşlerini nazma çekiyorlar, hüccetlerini yazıyorlar, fırsat düştükçe delil ve burhanla dâvalarını müdafaa ediyorlardı. Şîa nıezhebleri meydana gelmişti. Bunlardan biri On îki İmam fırkası idi. Onların ayrı fıkıhları vardı. îmâ-miyyenin îsmailiye kolu teşekkül etmişti. Onların felsefesi, ictimâiyyâtı vardı, propagandaları vardı. Zeydiyye mezhebi kurulmuştu. Bu çağda onların büyük bir fıkhı vardı. Milano´da bâzı islâm eserleri bulundu. Bunlar arasında 122 senesinde vefat eden îmanı Zeyd´e mensup bir fıkıh yazması mevcuttur. Bu yazma eserin İmam Zeyd´e nisbeti ister sahih olsun, ister olmasın, şüphe götürmeyen bir cihet vardır ki, o da Şafiî zamanında Şîa fıkhının okunur ve yazılır bir halde olmasıdır. Yukarıda arzetti-ğîmiz gibi Şafiî, Mukâtü b. Süleyman´ın eserlerine muttali´ idi. O ise Şîa-nın Zeydiyye mezhebındendir. Şüphesiz ki, Şafiî, bu fırka hakkında bilgi sahibi idi. Kitaplarında her ne kadar onların adını zikretmemişse de onların fıkhını bilirdi. O, birçok münakaşalar nakleder, fakat sahiplerinin ismini açıklamaz. [7]
36- İlimlerin Tedvîni, Eser Yazma Yarışı:
İnsanlardan birtakım kimselerin muhtelif ilimleri Öğrenmeğe yönelmelerinin tabiî neticesi olarak, ilimleri tedvine başladılar. İşte Abbasîler devri bununla temayüz etmiştir. Emevîler devrinde ilim şifahî idi, dinleme suretiyle alınırdı. Bilhassa dînî ilimler semâen telâkkî edilirdi. Abbasîler devrinde ilimler tedvin olunmağa başladı, şubelere ayrıldı. Her ilimle ayrı ayrı meşgul olan âlimler vardı. Bunlar bir ilimde derinleşiyor, kaideler kuruyorlardı. Halil îbn-i Ahmed aruz vezinlerini vaz´ede-rek nâzını şekillerini, şiir tarzını tesbit etti. Lisan ulemâsı sarf ve nahiv ilminin kaidelerini vaz´ettiler. Her ilimde böyle yapıldı.
Fıkıh, Hadîs ilimlerinde de aynı oldu. Fukahâ ve muhaddisler Eme-vî devrinin sonlarında eserlerim yazmağa başladılar. Medine fukahâst Abdullah İbn-i Ömer, İbn-i Abbas ve Hz. Âişe´nin fetvalarım ve onlardan sonra Medine´deki tâbiîn´in büyüklerinin fetvalarını topluyorlar, onları gözden geçiriyorlar, hüküm çıkarıyorlar, onlara göre meseleleri hallediyorlardı. Irak fukahâsı da Abdullah îbn-i Mes´ud´un fetvalarım, Hz, Ali´nin verdiği hüküm ve fetvaları, Kadı Şüreyh´in ve diğer Küfe ka-dılanmn hükümlerini topluyorlar, onlardan hüküm çıkarıyorlar, kendi hükümlerini onlara göre veriyorlardı[8]. Abbasîler devri gelince, Hadis tedvîninin ufku genişledi, fıkıh babları tertibine göre Hadîs tertibi çoğaldı. Bu iş, yalmz muhaddislere münhasır değildi. Yukarıda beyan etmiştik ki, Şîa fukahâsı da eserler yazmağa başlamıştı, bütün fukahâ görüşlerini tesbit ediyorlardı. İmam Ebû Yûsuf Kitabü´l-Harâcî, El-Hilâf beyne Ebî Hânife ve İbn-i Ebî Leylâ kitabını yazdı. Muhammed b. Hasan Ebû Hanîfe´nin ve ashâbimn fıkhım tedvin etti. İş böylece devam ediyordu, tbn-i Nedim, El-Fihrist´inde Ebû Hanîfe´ye ve ashabına nisbet olunan birçok kitaplar saymaktadır.
Şafiî çağında fıkıh tedvîn olunurken, eskilerin tedvin olunmuş fıkhı mevcuttu. Şafiî ´onları ve çağdaşlarının tedvîn olunmuş mukarrer fıkhını gördü. Onlardan bir kısmım, yazanların kendisinden dinledi. Sahibinden bizzat işitmek mümkün olmıyan diğer kısmını ise okudu. Şafiî´nin önünde ham değil, olgunlaşmış bir fıkıh malzemesi vardı. Elbette bunlar kolayca boğazdan geçecek, hazmı kolay olacaktır ve öyle de oldu. Şafiî kendi kabiliyeti ve görüşüyle mütenâsip, yeni bir şeyler vermiş, böylece mezhebi doğmuş, usûlü teessüs etmiştir. [9]
37- İslâm Devletinin Genişlemesi, Îlîm Merkezlerinde Canlılık:
Bu çağda İslâm Devleti´nİn sahası çok genişlemiş, batıda tâ Endülüs´ten başlayarak doğuda Çin´e kadar uzanan ülkelere yayılmıştı. Bu genig ülkelerde birçok mühim İslâm merkezi ve büyük şehir kurulmuştur. Bunların ilim târihinde büyük, şöhretli mevkii vardır. Eskiden Resû-hıllâh´ın ashabı bu büyük şehirlere yayılmışlardı. Her sahâbinin şâkirdleri olduğu gibi onların bulundukları hâle uygun fıkıh görüşleri vardı. Sonra her şehirde kendine göre içtimaî, ticarî ve ilmî bir durumu vardı. Her biri ulemâsının ve fukahâsmın çokluğuyla üstün bir mevki kazanmak isterdi.
Merhum üstadımız Muhammed Hudarî Bey (Allah makamım nur-landırsm), Abbâsîlerin ilk devrinde bu şehirlerin, durumunu, Târihü´l-Teşri´ Bl-Islâmî adlı eserinde şöyle anlatıyor:
“Batıya doğru giderek İslâm ülkelerinin en sonuna uzanırsan, Endülüs´te Kurtuba şehrini bulursun. Bu şehir, Endülüs´te Emevî Devleti´-nin kurucusu olan büyük Emîr Abduı^rahman b. Muâviye´nin idaresi altında gelişmekte ve Bağdat´la karşılıklı öğünmeğe hazırlanmaktadır. Kuzey Afrika´da Kayrevân şehrini bulursun ki, Afrika´daki Roma şehirlerinin azametine vâris olmuş, onların güzelliği kendine geçmiş, orada yaşıyor. Daha beri gelirsen Mısır´ın başkenti olan Fustât şehrini görürsün. En ulu camii olan Amr Camiini ulemânın ders halkaları doldurmuş. O ulemâ ki, ictihâd ve istinbatta en büyük eserleri meydana getirdiler. Bütün insanla.r için, muhtelif mezheblerin müctehid imamlarının fıkhım meydana çıkarıp gözonüne serdiler. Bu diyarın tarihçilerinin yazdıklarına göz gezdiren kimse burasının ilim, medeniyet, ticaret, sanat hususunda Bağdat´tan hiç de geri olmadığını görür. Sonra Dima.sk (Şam) şehrini bulursun. O, her ne kadar hilâfet merkezi olmak süsünden mahrum kalmış ise de, Enıevî oğullarından kendine mîras kalan o haşmeti hâlâ muhafaza etmektedir. Küfe ve Basra ulemâ ve hükemâ ile dolup taşmaktadır. Hilâfet merkezi Bağdat, bu iki şehre en yakın olduğu halde, o haşmetiyle bunların güneşini asla gÖIgeleyemedi. Çünkü Basra Hind´Ie yapılan ticaretin en büyük limanı idi. Küfe ise Arap unsurunun yaşadığı bir yerdi. Buradan doğuya doğru gittik mi Merv, Nişâbur ve diğer büyük şehirleri görürsün. Medeniyetin ilerlemesi; ticaret, ziraat ve sanayi dairesinin genişlemesini icabeder. Bunların hepsi bu devrede en üstün noktasına ulaştılar, O derece ki, İslâm diyarı, kendinden önceki medeniyetlerin hepsinden parlak bir medeniyete sahip idi. Çünkü o, muhtelif medeni-1 yetlerin hulâsası demektir.
Şüphe taşımaz bir gerçektir ki, bunun fıkıhta da büyük tesiri oldu. Çünkü fıkıhla meşgul olan kimse, bu meselelerin cevabım bulmak için muhtelif konuların kaidelerini koymak imkânını arar ve bulurdu.”[10].
Hiç şüphe yoktur ki, bütün bunların Şafiî´nin kültürü üzerinde büyük tesiri oldu. Özellikle bu şehirlerin fıkhı tedvin olunup yazılıyor ve muhtelif ülkelere yayılıyor, ulemâ onları tenkîd ediyor, münazaralarda inceleme konusu yapıyorlardı. Sâfiî bu ülkelerin çoğunda gezip dolaştı. Arabistan Yarımadasının her tarafını gezdi. Çölleri dolaştı. Yemen´in bâzı vilâyetlerine memur olarak gitti. Kûfe´ye, Basra´ya gitti. Vardığı yerde ulemâ ile münakaşalar yaptı, onlardan ilim aldı, onlara cevap verdi. Ki-tâb-ı El-Üm, hadîsin hüccet olduğunu inkâr eden Basra ulemâsiyle, omın münakaşalarda bulunduğunu bize haber veriyor. Böylece onun Mekke ile Bağdat arasında bir araştırıcı, öğrenici, inceleyici sifatiyle gidip geldiğini görüyoruz. Vardığı her şehirde ve yerde, ulemânın yazdıklarını okur. öğrenirdi. En sonunda seyahat asasını Mısır´da elinden yere attı ve orada, bütün bu araştırıp incelemelerin meyvecim verdi, bütün öğrendiklerinin neticesini ortaya döktü. [11]
38- Abbasî Halifelerinin Îlme Saygısı:
Abbasî Devleti Halîfelerinde dînî bir meyil ve tutum, vardı. Her ne kadar, zaman zaman, lüks hayata dalmışlar, zevke ve lehviyata sapmışlar, bâzı yasak işleri yapmışlar veya ithamların en uzak ihtimallisine bakarsak, yasak korunım yakınında dolaşmışlar ve helâl ile haram arasında şüpheli olan şeyleri işlemişlerse de, dînî eğilimleri vardı. Bu devlet acaba neden bu tutumu tuttu Bunun cevabı şudur: Bu. devlet, Hz. Pey-gamber´e nisbet olunan bir aile tarafından kurulmuştu. Yâni Hz. Pey-gamber´in sülâlesinden idiler. Demek bu dînin sahibine nesebce bağlılık kuvvetine dayanıyordu… Halbuki Emevî Devleti böyle bir iddiada bulunamazdı. Çünkü o, devletin kurucusu, bu hâkimiyeti, nesebce Peygam-ber´e en yakın olan ve bu dîne en çok bağlı bulunan kimselerin elinden almıştı. Onlar da, Hz. Ali ve ondan sonra evlâdıdır. İşte Abbasî Halîfeleri bu dînî meyil sebebiyle ulemâyı kendilerine yaklaştırdılar. Onların mevkilerini yükselttiler. Onlara bol bol atiyye ve ihsanda bulundular. Onlara ilim yollarım kolaylaşürdılar. Mehdî, Hâdî, Me´mım, Mu´tasira, Vâsık hilâfetleri zamanlarında, zındıklarla ve îsîâm prensiplerine .saldıran gayrimüslimlerle savaşabilmek için, Mu´tezile ulemâsını ileride tutuyorlardı. Harun Reşid zamanında fukahâ, muhaddisler, vaizler en ileri tutulan ulemâ oldular. Hattâ rivayete göre Reşid, Mu´tezileyi hapsetti*, onları Kelâm ilmiyle iştigalden meneyledi. Belki de bu yüzden Şafiî, Harun Reşid zamanında Bağdat´ta kalmağı arzu etti. Sonra Me´mun gelince, yukarıda hayâtından bahsederken açıkladığımız gibi, Bağdat onu sıktı, oradan ayrıldı. Harun Reşid´in fukahâyı kendisine yaklaştırmasının açık eseri görüldü: Onların öğütlerini dinliyor, onu sıkıştırsalar da onları istiyor; kelimeleri sert, İbareleri şiddetli de olsa onları dinliyordu, ö, İmam Mâlik´in öğüt verici, irşat edici risalelerini okuyor, herkesin irşadına kulak veryordu.
Rivayet olunduğuna göre, Şafiî, Ali taraftarlığı ile itham olununca Harun Reşid´in huzurunda kendini müdafaa ederek bu işten beri olduğunu isbat ettiği zaman, Reşid ondan kendisine nasihatte bulunması isteğinde bulunmuştur.
Bunun için Harun Reşid zamanında fıkhın ve fukahânın yüksek mevkii vardı. îlmin şerefiyle şereflenirler, onun yüceliğiyîe yükseliyorlar-di. Bu, fıkha teşvik edici bir şey oluyordu. Zekâ ve asalet sahibi kimselere fıkhı Öğrenmeği sevdiriyordu. Emin´in hilâfeti devrinde de fukahâ bu itibarı görüp faydalandılar, babası gibi onları kendine yakın tutmadı ise ve babası gibi onları dâima dinlemediyse de, onları ihmal de etmedi. Me´mun devri gelince ilk zamanlarda fukahâya bir zararı dokunmadı. Fakat devrinin sonuna doğru ortaya attığı Halk-i Kur´ân sınaması yüzünden fukahânın basma birçok belâlar geldi. Olan onlara oîdu.
Demek oluyor ki, Şafiî, fıkıh ve Hadîse Önemli yer verilen bir çağda yaşadı. Şafiî´nin gençliği ve adamlık çağı, fukahânın ve muhaddislerin Halîfe nezdinde yüksek derecelere nail oldukları bir çağa rastlar. [12]
39- Ulemâ Arasındaki Cedel Ve Münazaralar, Leys´în Mâlîk´e Bîr Mektubu:
Abbasîler devrinin ilk zamanlarında cedei ve münazara arttı, aldı yürüdü; hattâ âlimler, edibler, yazarlar arasında yarış ve müsabaka konusu hâline gelmişti. Bu, her derin âlimin değer ölçüsü idi. îlmi ve araştırmayı şerefe doğru yükselme yolu tutan her temiz soylu araştırıcının basamağı olmuştu. Halîfelerin teşviki sayesinde münazara ve mübahase hareketi daha çok canlandı. Halîfelerin ve emirlerin saraylarında ilim meclisleri kurulur, münazaralar yapılırdı. Halîfelerin arasından bu münazaralara karışıp onun derinliklerinde kulaç atanlar olurdu. Bu hususta en büyük ün kazanan Halîfe Me´mun olmuştur. O, ilim ve felsefe sahibi bir kişi idi.
Yarışta kazanma ve üstün gelme arzusundan ileri gelen bu münazaraların yanıbaşmda, dînî hamiyet ve mezheb gayretinden doğan dînî münazaralar da vardı. Bunlar, muhaddislerle fukahâ arasında olduğu gibi bunlarla Mu´tezile arasında da cereyan ederdi. Fukahâyı bu mübahase ve münakaşalara sevkeden şey dîne olan ihlâsları idi, Mu´tezile tarafında bâzılarında da böyle bir ihlâs vardı. Bundan başka, fukahâ kendi aralarında da birbirleriyle münazaralar yaparlardı. Hacda, Kabe´nin hareminde, Medine´de, Mescid´in hareminde fukahâ arasında münazaralar olurdu. Büyük İslâm merkezlerinde, Bağdat´ta, Basra´da, Kûfe´de, Şam´da, Mısır´da, Füstât´ta türlü fıkıh yönelişlerine sahip fukahâ arasında böyle münazaralar cereyan ederdi. Bir fakîh, nereye gitse, orada kendisiyle münazara yapacak birini bulurdu.
Bu münazaralar, aralarında yalnız şifahî olarak cereyan etmeğe münhasır kalmazdı. Mektuplaşma ve risaleler yazma suretiyle de münazara yapılırdı, tmam Mâlik, Mısır´da Leys b. Sad´m Peygamber´in hicret yurdu ve Kur´ân-ı Kerîm´in indiği yer olan Medîne halkının hilâfına olarak fetva verdiğini duyunca, ona tenkîdlerini yazıyor, Leys b. Sa´d da ona cevap veriyor. Bu cevap, ihlâs ile birlikte fıkıh anlayışının derin ve keskin bir görüş, âsârı araştırmada ciddiyet dolu bir cevaptır.
Leys b. Sa´d´m risalesinin özetini burada veriyoruz[13]. Çünkü bu saha o çağdaki fıkhı yönelişi açıkladığı gibi ehl-i re´y fıkhı üe ehl-i Hadîs fıkhı arasını çok uygun bir tarzda birleştirmektedir. Risale İbn-i Kayyim Cevziyye´nin δlâmü´l-Muvakkıîn´inden alınmıştır[14].
“Sana seldin olsun. Kendisinden başka hiçbir Tanrı bulunmayan Allah´a hamd ederim. Allah bana ve sana sıhhat ve afiyet versin. Dünyada ve âhirette akıbetimizi iyi ve hayırlı kılsın.
“Mektubunuzu aldım. Hâlinizin iyi olduğunu söylüyorsunuz, buna sevindim. Allah iyilikte berdevam kılsın. Şükrünü edâye yardım etmekle, ihsanını arttırmakla nimetini tamamlasın. Sana gönderdiğim yazılarım hakkındaki görüşünü, onları doğrulttuğunu, üzerlerine mührünü bastığını söylüyorsun. Bu yaptığın hayırların Allah mükâfatını versin. Sizin bâzı yazılarınız bize ulaştı, ben de onların hakikatini sizin nazarınıza arz-etmek istemiştim… Benim, sizin katmızdaki cemâate muhalif olarak bâzı hususlarda halka fetva verdiğimi size ulaştırmışla:-. Bu fetvalara iü-mad hususunda benim kendim hakkımda endişe etmem, gerekir. İnsanlar Medîne ehline tabidirler, Peygamber´in hicreti oraya »ai, Kur´ân orada nazil oldu, diyorsun. Bundan sonra yazdıkların hep yerinde. Bunlar gönlümde sevdiğin yeri aldı. İlim erbabı içinde ben kadar şâz fetvaları kerih gören bir kimse bulunmadığı gibi geçmiş Medîne ulemâsını ben kadar üstün tutan, onların ittifak ettikleri fetvaları ben kadar alan bir kimse de yoktur sanırım. Âlemlerin Rabbı olan Allah´a hamd ve senalar olsun. O´nun hiçbir ortağı yoktur.
“Peygamber Efendimizin Medine´de ikamet ettiklerini, Kur´ân-ı Kerîm´in orada Ashabı arasında iken nazil olduğunu, Allah´ın onlara öğrettiklerini, halkın böylece onlara tabi olduklarını hatırlatmana gelince, bu cihet böyledir.
“Öne geçerek birinci olan Muhacirler ve Ensâr ile iyilikte onları takip edenlerden Allah hoşnud olmuştur, onlar da AUahMan hoşnuddurlar. Allah onlara içinden ırmaklar akan Cennetler hazırladı; orada ebedî ve dâim olarak kalırlar. İşte en büyük saadet budur.” (Tevbe: 101) âyetini zikretmene gelince, bu sâbikûnun çoğu, Allah´ın rızâsını kazanmak için
Allah yolunda cihâda çıktılar. Ordular toplayıp hazırladılar, insanlar da onların etrafında toplandı. Allah´ın Kitabını ve Peygamberinin Sünnetini dâima meydanda tuttular. Bildikleri hiçbir şeyi saklamadılar. Her orduda Allah´ın Kitabını ve Peygamber´in Sünnetini bilen bir cemâat vardı. Kur´ân´m ve Sünnetin açıklamadığı hususlarda re´yleriyle ictihâd ediyorlardı. Bu hususta onların önderi Müslümanların kendilerine reis seçtikleri Ebû Bekir, Ömer, Osman olmuştur. Bu üç şahıs Müslüman ordularını kayba, zarara sürükleyecekler değildi, gafil de değildiler. Dîni dosdoğru tutmak için en küçük bir şeyde hemen yazışırlardı. Allah´ın Kitabı ve Peygamberinin Sünnetinde ihtilâfa düşmekten sakındırırlardı. Kur´ân´m açıkladığı hiçbir emri, Hz. Peygamber´in işlediği bir işi veyahut Peygam-ber´den sonra aralarında yapıp uydukları hiçbir1 şeyi bırakmaksızın onları Öğrettiler. Mısır´da, Suriye´de, Irak´ta Ebû Bekir, Ömer ve Osman´ın hilâfetleri zamanlarında ResûluHâh´m Ashabının amel ettiği bir iş varsa ve vefatlarına kadar ondan devam ettiler ve onun aksi bir şeyle emir etmedilerse, Ashâbdan ve Tabiînden olan selef-i sâlihînin yapmadıkları bir işi bugün İslâm askerinin ortaya atmasını caiz görmüyoruz. Halbuki Resûlullâh´ın Ashabı sonra birçok şeylerde fetva hususunda ihtilâfa düştüler. Şayet bunları senin bilmediğini bilsem,, sana yazardım. Bunun ardından Resûlullâh´ın Ashabından sonra Tabiîn de bâzı şeylerde ihtilâfa düştüler. Saîd b. Müseyyib ve emsali birbiriyle şiddetle ihtilâf ettiler. Sonra onların ardından gelenler de ihtilâfa düştüler. Bunlar Medine´de ve diğer yerlerde bulunuyorlardı. O gün reisleri îbn-i Şihâb ve Rabîa b. Ab-durrahman idi. Rabîa´nm, kendinden öncekilerden bâzılarına muhalefet ettiğini biliyorsun. Bunlara sen de şahid oldun, bu hususta senin dediklerini, Medîne ehlinden re´y sahiplerinin, Yahya b. Saîd, Ubeydullah b. Önıer; Kesîr b. Ferkad ve daha yaşlı olan birçoklarının dediklerim duydun. Hattâ bunlar hoşuna gitmediğinden o meclisten ayrıldın. Sen, Ab-dülâziz b. Abdullah îbn-i Rabîa hakkında kullandığın bâzı vasıfları müzâkere ettin. Siz de benim reddettiklerime muvafakat etmiştiniz. Benim kerih gördüğümü siz de kerih görmüştünüz. Bütün bunlara rağmen Ra-bîa´da da birçok iyi cihetler vardır. Asıl bir akıl, düzgün bir lisan, açık bir fazilet, Müslümanlıkta tuttuğu güzel bir yol, bütün arkadaşlarına, hassaten bize karşı sadakatli bir sevgi vardır. AUah ona rahmet etsin, onu bağışlasın, amellerine iyi mükâfat versin.
“îbn-i Şihâb ile karşılaştığımız veya onunla yazıştığımız zaman birçok ihtilâflar olurdu. Nice defalar, re´y ve ilminin fazlına rağmen, bir şey hususunda üç sebepten kendisine yazmak lüzumu duyulurdu: Re´y-leri birbirini nakzederdi, bu hususta daha önce geçen re´yinin farkında olmazdı. îşte beni, onu terke sevkeden budur. Benim: Ondan kabul etmeyip reddettiğim bir husus da, yağmurlu gecede akşam ve yatsı, iki namazın bir arada kılınması meselesidir. Suriye´nin yağmuru, Medine´nin
yağmurundan daha boldur. Öyle olduğu halde tek bir imam yağmurlu gecede iki namazı cem´etmiş değildir. Ebû Ubeyd b. Cerrah, Hâlİd b. Ve-lidT Yezid b. Ebî Süfyân, Amr b. Âs, Muaz b. Cebel gibi zevat bunlar arasındadır. Bize rivayet yoliyle gelen hadîs-i şerifte Hz. .Peygamber şöyle buyurmuştur;
“İçinizde helâl ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel´dîr.” Yine:
“Muâz, Kıyamet günü ulemânın bir adım ilerisinde, önde gelir.” denilmiştir.
“Şurahbil b. Hasen´e, Ebû el-Dardâ, Bilâl b. Rabâh da bunlardandır. Mısır´da Ebû Zer, Zübeyr b. el-Avvam, Sa´d b, Ebî Vakkas bulundu. Humus´da, Ehl-i Bedir´den yetmiş zât vardı. Irak´ta îbn-i Mes´ûd, Huzey-fe b. Yemân, Imrân b. Husayn bulundu. Emîrü´l-Mü´minîn Hz. Ali senelerce orada ikamet etti. Onunla birlikte Resûlullâh´ın Ashabından birçokları vardı. Bunlar akşam namazı İle yatsı namazım asla cem etmediler.”
“Kabul etmediğim mes´elelerden biri de, bir şâhid ve davacının ye-.mini ile hükmetmedir. Bilindiği Üzere Medine´de hâlâ bununla hüküm verilmektedir. Halbuki Şam´da, Humus´da, Mısır´da, Irakla Resûlullâh´ın Ashabı bununla hükmetmediler. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz, Osman ve Hz. Ali yâni Hulefâ-i Râşidînden hiçbiri onlara bunu yazmadılar. Daha sonraları Ömer b. Abdulâziz Halîfe oldu. Malûm olduğu üzere o, Sünneti ihya etmek, dîni hakkiyle yerine getirmekte ciddî olmak, re´yde isabet göstermek, halkın geçmişte yaptıklarına vâkıf olmak vasıflarım hâizdi. Halîfe olunca Züreyk b. Hakem kendisine yazarak: Sen Medine´de iken hani bir şahit ve davacının yeminiyle hüküm veriyordun, ne oldu diye sordu. Ömer b. Abdulâziz ona şu cevabı yazdı: ´Biz Medine´de iken bununla hüküm veriyorduk. Fakat Şam halkını bunun aksine bulduk. Onlar ancak iki âdil adamın veya bir erkek iki kadının şahitliğiyle hüküm veriyorlar. O Hanâsir´daki evinde yağmur bardaktan boşanırcasına yağdığı halde böyle yağmurlu bir gecede akşam namaziyle yatsı namazını cem etmedi.”
“Burada talâk, îlâ´ mes´elelerine temastan sonra devamla diyor ki: ´Sizin hoşumuza gitmeyen bâzı fetvalarınız bize ulaşmıştı. Bâzıları hakkında size yazdım, fakat cevap vermediniz. Korkarım ki, bunu ağır buldunuz. Ben de red ettiğim şeyleri tekrar yazmağı bıraktım. Duydum ki, sen, Züferâ b. Âsim Hilâl´i, yağmur duası için namaz kılacağı zaman, namazın hutbeden önce kılınmasını emir etmişsin. Bu yersiz bir şeydir. Çünkü yağmur duasında hutbe, Cum´a günü hutbesi tarzındadır. Şu kadar var ki, imam Hutbeyi bitireceği zaman duâ ederken cübbesini ters çevirir, sonra iner, namazı kıldırır. Ömer b. Abdulâziz, Ebû Bekir Muhanı-nıed b. Ömer b. Hazm ve başkaları yağmur duası yaptılar; bunların hepsi hutbeyi ve duayı namazdan önce yaptılar. Züfer b. Âsım´m yaptığım bütün halk istihfafla karşıladı, hoş görmedi.”
“Yine bana ulaştığına göre sen: İki cins karışık olan bir malda, her cinsi ayrı ayrı nisab miktarını tutma2sa, zekât farz olmadığım söylüyor-muşsun. Ömer b. Hattab´m mektubuna göre ise bunlarda zekât farzdır ve bu müsavi surette cereyan eder. Sizden Önce Ömer b. Abdulâziz´in valiliği sırasında bununla amel olunurdu. Bize Yahya b. Saîd böyle anlattı. O, çağındaki ulemânın en faziletlilerinden hiç de geri değildi. Allah ona rahmet etsin, onu bağışlasın, makamını Cennet eylesin.”
Yine duydum ki, şöyle diyormuşsun: “Bir kimse, bir adama mal satsa ve paranın bir kısmım kabzetse veya alan kimse malın bir kısmını sarf ederek malda tasarruf etse, bu adam iflâs ettiğinde, malı satan kimse müfliste bulduğu malı alır.” Halbuki halkın teamülü böyle değildir. Malı satan kimse paranın bir kısmını alırsa, yahud da müşteri maldan sarf ederek tasarruf etmiş olursa, artık o mal bâyiin malının aynı olmaktan çıkar.
“Yine bu kabildendir ki, sen Hz. Peygamber, Zübeyr b. Avvâm´a harb ganimetinden ancak bir at hissesi verdi, diyormuşsun. Halbuki insanların hepsi, ona iki at için dört hisse verdiğini söylüyorlar. Ancak üçüncü hisseden mahrum etmiştir. Bütün ümmet bu hadîsle amel etmektedir. Şam halkı, Mısır halkı, Irak halkı, Afrika halkı hep bunun üzerindedir. Bunda iki kişi ihtilâf etmiş değildir. Bu hadîsi bir hoş adam-; dan bile duymuş olsak bütün ümmete muhalefet etmek sana yakışır bir şey değildir.”
Buna benzer birçok mesele var ki ben onları bir yana bıraktım. Size Allah´tan tevfîk ve uzun Ömürler dilerim. Bunda halka fayda görürüm, senin gibi bir zâtın aramızdan gitmesi büyük bir kayıptır. Ülkelerimiz uzak olsa da sizin makamınızla ünsiyetimiz var. Sizin benim katımda dereceniz böyledir, hakkınızdaki görüşüm budur. Bunu iyi bilmelisiniz, Ba* na mektup yazarak hâlinizi, oğlunuzun ve ailenizin iyi haberlerini bildirmenizi rica ederim. Sizin veya başka birinin bir haceti olursa onu görmeğe memnuniyetle hazırım.
“îste size yazdıklarım bu kadar. Biz sıhhat ve afiyet üzereyiz. Allah´a hamd olsun. Allah´dan size ve bize bahşettiği nimetlerin şükrünü edada hepimize kolaylık göstermesini´ bize nimetlerini tamamlamasını dileriz. Selâm ve Allah´ın rahmeti üzerinizde dâim olsun.”
Bu mektuptan iki şey meydana çıkıyor:
1- Fukahâ arasında fıkhın her koluna âit mesele üzerinde münazaralar ve münâkaşalar oluyordu. Bu münazaraların özünü hakikati aramak arzusu teşkil ederdi, yoksa kendi re´yine taassup göstermek değil. Onun için bunlarda söz nezaheti hâkimdi, hitablar yumuşaktı, gönüller sakin ve rahattı. Çünkü kalbe, gayenin şerefi dolmuştu. Hevâ ve hevesten, Öfkeden, kazmaktan, kaba ve seri; sözden uzaktı. ´Çünkü bunlar hırs ve kötü niyet olan yerde bulunur. O zaman gerçek ortaya çıkmaz; hakîkatler, çarpışan hissiyat ve gelişen heves fırtınalarının ortasında kaybolur gider. Kendini beğenmek, hakikatle bir arada bulunamaz.
2- Leys b, Sa´d, İmam Mâlik´e muhalefet ettiği mes´eleleri arz ederken bu mes´ele hakkında muhtelif Ashabın ve Tabiînin görüşlerini açıfc-ıiyor, sonra bunların arasından çoğunluğun görüşü olarak gördüğünü; alınması şâz sayılmayacak olanı seçiyor. Bu da gösteriyor ki, o vakitler-deki incelemeler Ashabın, Tabiînin ve diğer beldeler ulemâsının görüşlerini araştırmağı içine alıyordu. İnceleyici, o görüşleri birbiriyle mukayese yapıp ölçüyor, içlerinden insanlar için en yarayışlı olanı ve çoğunluğun
kabul ettiğini seçiyordu.
Şafiî (Allah ondan razı olsun), gerek çağındaki ve gerekse Önceki fukahânın görüşlerini incelemeğe son derece îtinâ ederdi. Gerek rivayet ve gerekse dirayet bakımından onları tenkîd ediyor, sonra içlerinden kendi tutumuna uygun olup Hz. Peygamber´den gelen sahih rivayetlere aykırı olmayanı seçerdi. [15]
40- Îlmı Münazaraların Fıkıhta Önemî Ve Yerî:
istersen Şafiî´nin yaşadığı devre, verimli fıkıh münazaraları çağı adım verebüirsin. Bil ki, istinbat olunan İslâm fıkhı, gayesi şerefli ve temiz olan bu münazaralara borçludur. Burada ortaya birçok mes´eleler çıktı M, bunlar inceleme ve araştırma konusu oldu. Bunlar, muhtelif fıkıh eğilimlerinin etrafında döndüğü bir merkez, bir kutub gibi idi. Soi> ra bu münazaralar fıkhî delillerin, füru´da muhtelif görüşlerin yardım-1 andığı usûlün bir sicilli mahiyetinde idi. Zîrâ fukahâ kitaplarını tedvîn ederken, pek azı müstesna, füru* mes´eleleri ve hükümleri, delillerini ve istinat ettikleri usûlü zikretmeksizin kaydederlerdi. Cüz´î hâdiseyi ve ona verdikleri hükmü zikrederler, bundan başka bir şey beyan etmezlerdi. Fakat fıkhî münazaralarda görüşler birbiriyle çarpışınca herkes delilini ortaya koyardı, mesleğini açıklardı. Öyleyse münazaralar mez-heblerin usûlüne kaynak vazifesi gördüler.
Şafiî, mezhebini-tedvîn veya imlâ edince veyahud mezhebi ondan rivayet olunurken münazara kisvesine bürünmüş bir hâl aldı. Çünkü birçok münazaraların eseri idi, Mezheb hükümleri delillerle birlikte zikrolu-nurdu. Belki de Şafiî bu münazaralarda cilalanmış bir âlim olduğundan usûl-ü fıkhın vaz´mda bunlardan mümkün olan âzami derecede faydalanmıştır. Muhtelif münazaralar, çeşitli görüşler arasında mukayeseler yapma, Şafiî´nin fikrini olgunlaşırdı. Birbirine karışık bu çapraşık şeylerden hüküm çıkarma hususunda umumî kaideler topladı.
Birçok mes´eîeler etrafında münakaşalar cereyan ederdi. Bunlar İslâm fıkhının kaynaklan ve esasları addolunurdu. Bu mes´elelerin bâzısını, Şafiî´nin devrinde bunlar etrafında cereyan eden münakaşaları zikredelim, tâ ki, Şafiî´nin ne dereceye kadar kendisinden öncekilerin tesiri altında kaldığını ve bu ictihadlarının semeresini kendinden sonra gelenlere nasıl verdiğini bilmiş olalım.
——————————————————————————–
[1] Tarihü´l-Cedel adlı kitabımızda Abbâsîlerin ilk devrindeki içtimaî ve fikrî özelliklere dair bir kısım yazdık. îsteyen oraya baksın, s. 241-249.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 49.
[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 49.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 50.
[4] Şafiî´nin çağiyle ilgili olduğundan bu bahiste Mu´tezileden biraz söz açacağız.
[5] Bu mesele Me´mun, Mu´tasım ve Vâsık olmak üzere üç Abbasî Halîfesi zamanında zihinleri meşgul etti. Meselenin esası şudur: Kur´ân mahlûk mudur, değil midir Mu´tezile mahluktur diyor. Allah halk etti, Resulüne indirdi. Muhaddis-Jerin, ve fukahânın bir kısmı, mahlûk değildir, çünkü Allah kelâmıdır, Allah kelâmı mahlûk değildir, dedi. Muhaddislerin ve fukahânın bir kısmı ise meselede tevakkuf ettiler.
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 50-52.
[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 52.
[8] Ahmed Emin, Duha´l-Ialâm, c. 11, s. 171.
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 52-53.
[10] Muhammed Hudarî, Tarihü´J-Teşri´ Bl-îslâmî, Kahire.
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 53-55.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 55-56.
[13] Leys b. Sa´d, müstakil ictihad sahibi bir imamdır. 175 yılında Mısır´da öldü. ölümü Şafiî´nin Mısır´a gelişinden yıllarca öncedir. Şafiî onunla îmam Mâlik´in meclisinde görüşmüş, olsa gerek,
[14] Bak: îbn-i el-Kayyim, î´lâmü´I-Muvakkıîn, c. III, s. 72, Münir Dımagkî tab´ı.
Bu risaledeki fıkıh hükümlerini İmam Mâlik hakkındaki eserimizde şerh ettik. Orada Mâlik´in Leys´e yazdığı Risâle´yi de koyduk, isteyen oraya baksın.
[15] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 56-61.