41- Hadîs Fıkhı, Ehl-i Re´y Fıkhı:
Hz. Peygamber Efendimiz´in (Ona saJât ve selâm olsun) irtihâllerinden itibaren Şafiî´nin yaşadığı devre gelinceye kadar geçen müddet zarfında iki türlü fukahâ vardı: Bir kısmı re´yle şöhret bulmuştu, bir kısmı da rivayet ile meşhurdu. Ashâb fukahâsı arasında re´yiyle tanınanlar bulunduğu gibi hadîs rivâyetiyle meşhur olanlar da vardı. Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn fukahâsı da böyle ehl-i re´y ve ehl-i Hadîs fukahâsı diye ikiye bölünmüştü. Sonra büyük müctehid imamlar devri geldi. Ebû Hanîfe, Mâlik ve diğer büyük şehirlerin müctehidleri, hep böyledir. İçlerinden re´y ile tanınanlar olduğu gibi Hadîs ile tanınanlar da oldu. Kısa bir surette de olsa bunu, biraz açıklamağa çalışalım:
Şehristânî, El-Milel Ve´n-Nihal´de der ki: “îbâdât ve muamelâtta vukua gelen olaylar, hâdiseler sayılmayacak kadar çoktur. Kesin olarak biliyoruz ki, her hâdise hakkında nass gelmemiştir. Bu, tasavvur dahi olunmaz. Mademki naslar mahduttur, olaylar ise sonsuzdur, ardı arası kesilmez. Sonu bulunan ve mahdut olan bir şey, sonsuz olan bir şeyi ihata edemez. Öyle ise ictihad ve kıyasın muteber tutulması gerektiği kesin olarak anlaşılıyor. Her hâdise hakkında ictihad lâzımdır.”[1]. îşte bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber Efendimiz´in irtihâllerinden sonra Ashâb-ı Kiram, sonu gelmeyen ve sayılamayacak kadar çok olan olaylar önünde kalınca, ellerindeki Allah´ın Kitabına, Hz. Peygamberin mâruf olan sünnetlerine başvururlar, yeni olayı Kitaba arzederlerdi. Eğer hâdise hakkında sarih bir hüküm bulurlarsa onunla hüküm verirlerdi. Eğer Kitâbul-lah´ta açık bir hüküm bulmazlarsa, o zaman Hz. Peyganıber´den rivayet olunan Hadîslere bakarlardı. Ashâb-ı Kirâm´m hafızalarına başvururlardı. Bu gibi hâdiseler hakkında Hz. Peygamber´in nasıl hüküm ve kaza ettiğini öğrenmek isterlerdi. Eğer bu konuda hükme medar olacak bir Hadis bellemiş olan bir kimse çıkmazsa, o zaman reyleriyle ictihad ederlerdi.
Bu durum içinde onlar, önündeki dâva hakkında kanunla mukayyet olup fakat kanunun metninde hüküm edebilecek bir madde bulamıyan hâkime benzerler. Hâkim kanunun ruhune göre adalet ve hakkaniyete uygun gördüğü hükmünü verir.
Onlar böylece yollarında yürüyerek mes´eleleri Kitaba, sonra Sünnete arz ederek onlara göre hallederlerdi, yoksa re´y ve ictihad yolunu tutarlardı. Hz. Ömer´in, Ebû Musa El-Eş´arî´ye yazdığı mektupta şöyle denilmektedir:
“Sana Kitap ve Sünnette bulunmayau bir mes´ele getirilirse her şeyden evvel İdrâkine müracaat et. Birbirinin benzeri olan şeylere; emsal bulunanlara dikkat et. Ondan sonra kıyas yap; re´y ve fikrinle hükmet,”[2].
42- Ashab Zamanında Rey
Ashâb-ı Kîrâm re´y ile hükmü kabul ettiler. Ancak bunu ne kadar* alacaklarında ihtilâf ettiler. Bir kısmı re´yi çok kullandı, bir kısmı daha az aldı. Kitapta veya tabi´ olunan Sünnette bir nass bulamayınca tevakkuf edenler de vardı. Onların gerçek durumu şöyledir: Onlar Allah´ın Kitabına ve mâruf olan Sünnete itimadda birleşmektedirler. Kitapta ve mâruf olan Sünnette bulamadıkları takdirde, meşhur olan fukahâ re´ye başvururlardı. Bâzıları Hz. Peygamber´in hadîsini veya bu iş hakkındaki fetvasını güzelce hıfz ettiğinde şüphelenir, o zaman o hadîsi alıp rivayet etmemeği tercih ederdi ve Hz. Peygamber´e yalandan isnâdda bulunmuş olmaktan korkarak kendi re´yiyle fetva verirdi. Rivayet olunur ki, Umrân b. Husayn şöyle derdi: ´´Allah´a kasem olsun ki, eğer istemiş olsam, Hz. Peygamber´den iki gün hiç ara vermeden hadîs rivayet edebilirdim. Fakat beni bundan alıkoyan şey şudur: Ashâb-ı Kirâm´dan bir kısmı Resûlullâh´tan Hadîs dinledikleri gibi ben de dinledim. Onların müşahede ettikleri gibi ben de müşahede ettim. Şimdi bâzı Hadîsler rivayet ediyorlar ki, hiç de onların dedikleri gibi değil. Onların karıştırdıkları gibi ben de zanna kapılmaktan korkuyorum.”
Ebû Amr Şeybânî de şöyle diyor: tbn-i Mes´ûd´un meclisinde bir yıl kadar bulunduğum esnada öyle sık sık: Resûlullah dedi, demezdi. Re-sûlullah dedi, dediği zaman ise onu bir titreme alırdı ve bunun gibi, buna benzer, buna yakın buyururdu, derdi. İşte böyle olan Abdullah b. Mes´ûd, yamlarak Hz. Peygamber adına yalan söylemek hatâsına düşerek mes´uliyet yüklenmekten ise, kendi re´yiyle fetva vermeği tercih ederdi. Kendi görüşüyle bir mes´ele hakkında fetva verdikten sonra şöyle derdi: “Ben bunu kendi re´yimle.söylüyorum, eğer doğru ise Allah´tandır, eğer yanlış ise benim kusurumdur, şeytandandır.” Eğer re´yiyle verdiği hüküm bâzı Ashabın naklettikleri bir Hadise uygun düşerse o zaman sevincinden uçardı. Nasıl ki, mufavvaza mes´elesinde böyle olduğu meşhurdur. O mufavvaza hakkında mehr-i misil ile hükmetmişti. Ashâb-dan bâzıları bu mes´elede Resûlullâh´m da onun verdiği hüküm gibi hükmettiğine şahitlik edince ne kadar sevinmişti.
ikinci bölük, re´yleriyle fetva verenleri muâhaze ediyorlar, Kitap ve Sünnetten hüccetleri olmadığı halde Allah´ın Dîninde fetva veriyorlar, derlerdi. Gerçekte Ashâb iki müşkil, darlık arasında idiler. Bu, vicdanlarının kuvvetli din duygusundan ileri geliyordu:
1- Yeni yeni ortaya gıkan olayların hükümlerini bulabilmek için Hz. Peygamber´den çok hadîs rivayet etmek durumunda idiler. Bunda Hz. Resûl´e yalan isnâd etmek korkusu vardı. Hoca Dihlevî, Huccetü´llâh El-Bâliga´da diyor ki: “Hz. Ömer, Ensârdan bir cemâati Kûfe´ye gönderirken onlara şöyle dedi: Siz Kûfe´ye gidiyorsunuz, onlar Kur´ân okurken sesleri arı kovanı uğultusu gibi etrafı tutar. Onlar size gelip Hadîs sorarlar, siz az rivayet edin.”
2- Hz.. Peygamber´den Hadîs duyulup bilinmeyen hususlarda kendi re´yleriyle hükmederlerdi. Bunda, görüşle bir şeyi helâl veya haram etmek cihetine kaymak vardı. İçlerinden bâzıları Hz. Peygamber´in Hadîsini tercih eder, eser rivayet olunan hususlarda duruyordu. Bâzıları da Hadîs şöhret bulmayan hususlarda re´yi seçer, kendi re´yi ile fetva verirdi. Eğer sonradan bu hususta bir Hadîs olduğunu Öğrenirse, re´yinden Hadîse dönerdi. Hz. Ömer´den ve Ashâbm çoğundan böyle haller rivayet olunmuştur. [3]
43- Tabiîn Devrinde Re´y Ve Hadîs:
Ashâbdan sonra onların şâkirdleri olan Tabiîn geldi. Onların devrinde de iki iş ortaya çıktı:
1- Müslümanlar birçok bölüklere ve fırkalara ayrıldılar. İhtilâf fırtınası çok sert ve sarsıcı bir şiddetle esiyordu. Aralarında gösterdiği tesir çok sertti. Birbirlerine küfr, fısk. isyan kelimeleri yapıştırmak çok kolay bir şey olmuştu. Âdeta ölüme susamışcasma birbirlerine kılıç çekmekten bile çekinmiyorlardı. Ümmet fırkalara bölünmüştü: Haricîler, Şîa ve Emevîler. Bir de millet üzerine çöken bu felâketlere karışmaktan kaçınıp fitnelere dalmaktan uzak kalan zümre vardı. Haricîler de aralarında birçok fırkalara ayrılmıştı: Azârika, tbâzıye, Necdât ve diğer birçok adları vardı. Şîs. da birbirine zıd fırkalara ayrılmıştı. Bâzıları o kadar ayrı bir görüşe saplandılar ki, îslâm dairesinden bile çıktılar, şayet girmiş sayıhrlarsa! Hattâ islâm´da bozgunculuk yapmak maksadiyle kendilerini Müslüman olmuş göstererek zahiren Müslüman olanlar bile bulundu, islâm Dîni onların umurunda bile değildi. Onların vazifesi bu dîni temelinden yıkmaktı. Böylelikle eski milletlerinin hâkimiyetini tekrar sağlamağa çalışıyorlardı. Hiç olmazsa, en azından o hâkimiyete son verenlerden (Müslümanlardan) intikam almış olacaklardı. Veyâhud da Müslümanlar coşkun fitne karanlıklarında yaşasınlar, Allah´ın nuru da sönmeğe yüz tutsun; onlar bunu istiyorlardı.
Bunun bir neticesi olarak bâzı kimselerde dînî sorumluluk azaldı. Hz. Peygamber´den yalan Hadîs rivayet edenler çoğaldı. O derece ki, bu iş mü´minleri endişeye düşürdü. Bu mevzu Hadîsleri meydana çıkarıp onların önünü almak için harekete geçtiler. Ömer b. Abdulâziz sahîh Hadîsleri, Sünnetleri toplayıp yazdırmağı, Hadîsleri inceleyip rivayet olunanlar içinde doğru olanları araştırmağı düşündü.
2- Medine´nin ilmî hâkimiyeti ye üstünlüğü azaldı. Ashâb-ı Kiram zamanında, bilhassa fıkhî içtihadın altın devri sayılan Hz. Ömer devrinde Medine Ashabın ulemâsı ve fukahâsı yuvası idi. Bunlar Medine´den çıkmazlardı. Ayrılan oİursa bile ilmî bağlantısı devam ederdi. Ortaya çi-kan yeni meseleler hakkında yazışmalar olurdu. Hz. Ömer´in tutumu, Kureyş´ten olan Ashabın büyüklerini Hicaz dâhilinde tutmaktı, Muhacirlerin ve Ensânn büyükleri onun müsâadesi olmaksızın Medine´den ayrılıp taşraya gidemezlerdi. Onları adetâ murakabe altında bulundururdu. Hz. Ömer´in vefatından sonra, Ashabın uluları muhtelif memleketlere dağıldılar. Bunların her birinin bir fıkıh ekolü oldu. Onu rivayet edenler, ona uyanlar oldu. Medine´de kalan veya Medine´den başka yere giden Ashabın fukahâsmm şâkirdleri olan Tabiîn devri gelince, her büyük îs-lâm şehrinde birçok fukalıâ yetişti. Şehirlerin uzaklığı nisbetinde görüşler de birbirinden ayrılmağa başladı. Çünkü her biri bulunduğu yerin Örf ve âdetini alıyordu. O beldede çıkan meseleleri gözönünde tutuyordu. Bundan başka her biri, o beldeye gelmiş olan Sahâbînin yoluna tabi´ idi, o Sahâbînin rivayet ettiği ve aralarında yayılmış bulunan Hadîslerin nâkili idi. Bu gibi sebeplerle muhtelif eğilimli fıkıh görüşleri ortaya çıktı. Bunların her biri Kur´ân-ı Kerîm´den ve Hadîs-i Şeriften faydalanarak, vermiş olduğu hüküm ve fetvanın, dîne uygun olması için gerçeği araştırıyordu. [4]
44- Re´y Ve Hadis Ekollerinin Tutumu:
Sahabe devrinde gördük ki, onlar iki yol üzere yürümekte idiler.
Birinci grup: Re´ye çok önem verir, rivayet azdır. Re´yle hüküm verdikten sonra Hadîs bulunursa ona döner, yâni Hadîsi alır.
îkinci grup: Rivayeti çok alır, ondan şaşmaz. Rivayet olmıyan hususta re´yiyle Allah´ın Dînine karışmamak için fetva vermemeği tercih eder. Tabiîn devrinde bu iki yol arasındaki açıklık gok genişledi. Her iki yolu tutanlar, kendilerinden öncekilerden çok daha geniş surette birbirlerinden uzaklaştılar. Rivayeti tercih edenlerin kendi usûllerine daha çok sarıldıklarını görüyoruz. Ortalığı karıp katan ve şiddetlenen fitnelerden kurtuluşu da bunda buluyorlar. Çünkü onlarca bu fitnelerden uzak kala-ra,k kurtuluş, ancak Sünnete uymakladır. Diğerleri Hz. Peygamber´den yalan Hadîs rivayetinin çoğaldığım ve bunun sebeplerini görüyorlar. Sonra yeni ortaya çıkan olaylar hakkında hüküm verme zaruretini de görüyorlar. Müslümanların fethettikleri yerlerdeki milletlerle temas, yeni yeni fikir cereyanları doğuruyor. Bundan başkaca Tabiînin çoğu Mevâlî-dendir[5]. Mevâlî ise eski medeniyetlerin sahiplerinin vârislerindendir. Bu gibi sebeplerle iki yol arasındaki mesafe çok genişledi ve birbirlerine yaklaşmadılar. Halbuki önce birbirine çok yakındılar, hattâ ikisinin arasındaki çizgiyi ayırmak güçtü.
ihtilâfın esası, Sünneti delil olarak alıp almama meselesi değildir. Belki re´yi alıp almama meselesiyle birlikte her ikisidir. Re´ye göre meselelerin çözümü meselesidir. Ehl-i Hadîs, re´yi kabul etmez. Ancak muz-tar kalınca alır; bu darda kalan Müslümana domuz eti yemenin mubah olması gibi bir şey. Bunlar muztar kalmayınca re´yle mesele halletmezler. Vukubulmamış meseleler için hüküm çıkarmazlar, ancak vukubulmuş bir hâdisenin hükmünü verirler. Vukubulmuş olayların ötesine geçmezler, birtakım meseleler farzederek onlarla meşgul olmazlar, takdirî fıkha bakmazlar. Ehl-i re´y ise, ictihad ettikleri mevzu hakkında kendilerince sıhhati sabit olmuş bir Hadîs bulamayınca re´y ile hüküm ve fetva verirler. Pıkhî incelemelerde yalnız vukubulmuş meselelerin hükmünü çıkarmakla kalmazlar, vukubulmamış meseleleri de farz ve takdir ederelt kendi görüşleriyle onlar için´ hükümler koyarlar. Ehl-i Hadîsin çoğu Hicaz´dan idi. Vakıa orada ehl-i re´y fıkhı da pek az değildi. Hicaz ilk Sahabelerin yurdu, vahy mahalli idi. Orada yaşayan bâzı Tabiîn re´yi çok kullanmayan Ashâbdan ders alıp yetiştiler. Çok re´y kullanan bir Sahâbînin şakirdi olan Tabiî, üstadının re´ylerini rivayet etmekle iktifa ederdi.
Ehl-i re´yin çoğu ise Irak´ta idi. Çünkü onlar Abdullah îbn-i Mes´ûd´-dan ders alarak yetişmişlerdi. O, yanılırım endişesiyle Hz. Peygamber´den Hadîs rivayetinden çekinen bir zâttı, fakat kendi re´yiyle ictihâd ederdi. Eğer ictihâd ettiği konuda sahîh bir Hadîs bulursa re´yinden Hadîse dönerdi; Hadîs râvîlerinin çoğu zâten Hicaz´da bulunurdu. Irak´ta ise ilim ve felsefe vardı, orada eski mektepler (okullar) bulunurdu. Bu yolun te´siri altında kalanlara re´y ile ictihâd uygun gelir. Bilhassa rivayet sebepleri onlarca tam değildi. [6]
45 – Hadîs Ve Re´y Fukahası Arasındaki Mesafenin Genişlemesi:
Tabiîn devrinde re´y fukahâsı ile Hadîs fukahâsı arasında ihtilâf çukuru, görüldüğü veçhile, genişledi. Tebei Tabiîn devri ve mezheb sahibi büyük müctehidler devri geldiği zaman, bu açıklık daha da genişledi. Sonraları mezheb sahibi müctehidler çağının basında bu ihtilâf daha şiddetli İdi. Daha sonra bu iki taraf birbiriyle buluşmağa başlayınca biri diğerinden almağa başladı. Hadîs ehli tevakkuf çenberinden çıktılar, bu çıkışlar onları bâzı ahvalde re´yi kabul etmek zorunda bıraktı. E2ıl-i re´y de Sünnetin bir kısmının tedvîn olunduğunu, toplanıp yazıldığım, asarın tetkik edilmeğe başlandığını görünce re´ylerini Hadîsle te´yîd etmeğe başladılar. Kendi re´yteriyle fetva verirken bilmedikleri bir Hadîsin sıhhati sabit olunca re´ylerinden dönüp Hadîsle amel ettiler.
Bunu kısaca da olsa biraz îzâh edelim. Zîrâ Şafiî´nin yaşadığı devir budur. O bu devirde üstadlarından ders aldı, onların kitaplarını okuyarak yetişti. Bu devirde Resûl-i Ekrem adına Hadîs uydurma, yalan dalgası kesilmiş değildi. Çeşitli fırkaların kendi görüşlerini müdafaa etmek için lisanla veya kalemle söylenen sözleri, yalan Hadîslerin yayılmasına sebep oldu. Çünkü bunlar kendi çıkarlarına Hadîs uyduruyorlardı, bunları Müslümanlar arasında yapıyorlardı. Kadı îyâz, bu yalancıların Peygamber adına Hadîs uydurmalarının sebeplerini şöyle anlatıyor: “Onlar birkaç türlüdür. Bir kısmı Peygamberin hiç söylemediği bir şey uydurup söyler, bunu dîni küçük düşürmek için yapar. Zındıklar ve benzerleri böyledir. Bir kısmı bunu dîne hizmet sayar ve sevab umar, fezâil ve rağbet arttırmak için Hadîs uyduran câhil sofiler gibi.. Bir kısmj bunu nam kazanmak için yapar, fâsık Hadîsciler gibi. Bir kısmı bunu taassubundan yapar ve kendine delil bulmak için uydurur. Bid´atçılar ve mezheb muttassıbları gibi. Bir kısmı dünyaya tapanların emellerine âlet olarak onların heveslerine uyarak işlediklerine bir mazeret bulmak için yaparlar. Bu sıfatların her biri Hadîs ve ilim ricali erbabınca bellidir, onları tanırlar. Bir kısmı da vardır ki, Hadîs uydurmaz, fakat zayıf olan bîr metin için sahîh ve meşhur bir sened uydurur, bâzıları senedleri çevirip değiştirir, ona ilâve yapar. Bunu ya başkasını garîb göstermek veya kendisinden cehaleti kaldırmak amaciyle yapar. Bâzıları yalan söyler, dinlemediği bir Hadîsi dinledim, der, görmediği bir kimseyi gördüm der ve onlardan sahîh Hadîs diye Hadîsler rivayet eder. Bir kısmı Ashabın veya başkasının sözlerini, Arapların hikmetli sözlerim, hükemânın dediklerini Peygamber´e nisbet eder, Hadîs diye ortaya sürer[7].
Mezheblerin teessüs ettiği zamanda ve ictihâd devrinde bu yalan dalgasının böyle esmesi iki şeye sebep oldu:
1- Muhaddisler rivayetlerin doğruluğunu incelemeğe koyuldular. Temizini bozuğundan ayırdetmek için sahîh olanı, olmıyam araştırmağa başladılar. Hadîslerin râvilerini incelediler; durumlarını tanıdılar; doğru olanı, olmıyanı öğrendiler. Râvüeri, doğruluk derecelerine göre sınıflandırdılar. Sonra Hadîslerin metinlerini incelediler. Onları doğruluğuna hiç şüphe edilmeyen meşhur Hadîslerle, Rur´ân-ı Kerîm´le ve dinde zarurî olarak maruf olanlarla ölçtüler. Uymayanları kabul etmediler. Sonra büyük imamlar, sahîh olan Hadîsleri tedvîne başladılar. îmanı Mâlik Mu-vatta´ını yazdı[8]. Süfyân îbn-i Uyeyne El-Cevami´ Fi´s-Sunen Vel-Âdâb kitabını yazdı. Süfyân Sevrî fıkıh ve Hadîste El-Câmi´El-Kebîr´ini yazdı.
2- Fukahâ ve ehl-i re´y, bilmeyerek Peygamber adına yalan söylemek günahına düşmekten korkarak re´y ile fetva vermeği çoğalttılar. [9]
46 – Irak Fukahalsının Re´ye Kaymasının Sebepleri:
Irak, geçen yüzyılda olduğu gibi, yine re´y fıkhının çoğunlukta olduğu yerdir; ehl-i re´y yatağıdır. Zîrâ burada çıkan fukahâ, re´y ile şöhret bulup re´yle çok fetva veren Tabiîn ve Tebei Tabiînden ders alarak yetiştiler. Hoca Dehlevî, Hüccetü´Uâhi´l-Bâliga adlı kitabında ehl-i Hadîsi zikrettikten sonra diyor ki: “Mâlik ve Süfyân zamanında ve onlardan sonra bunların yambaşmda diğer bir cemâat vardı ki, onlar meselelerle karşılaşmaktan ürkmezlerdi, fetva vermekten çekinmezlerdi; din binası fıkıh üzerine kurulmuştur, onu yaymak lâzımdır, derlerdi. Hz. Peygamber´den Hadîs rivayetinden çekinirler, Hadîsi ona vardırmaktan korkarlardı. Hattâ Şa´bî şöyle demiştir: Peygamber1 den başkasının dediğini demek bana daha sevimli gelir., ibrahim (Nahâî) şöyle der: Abdullah dedi, Al-kame dedi demek, bize daha sevimli gelir.” Sonra bunlarda ehl-i Hadîsin beğendikleri usûl üzere fıkıh meselelerini çıkaracak kadar çok Hadîs ve eser yoktu. Gönülleri diğer beldeler ulemâsının kavillerine bakmağa ahş-mamıgtı, onları toplayıp incelemeğe tahammülleri yoktu. Ancak kendilerine Önem verdiler. Kendi imamları, tahkikin en yüksek derecesindedir, kanaatında idiler. Kalbleri kendi adamlarına bağlanmıştı. Alkame şöyle demişti: “Onlardan hangisi Abdullah İbn-i Mes´ûd kadar mudakkıktır ” Bbû Hanîfe de Evzâî ile münakaşasında şöyle demişti: “ibrahim Nahâî Sâlira´den daha fakîhtir. Eğer Sahâbîîik üstünlüğü olmasa Alkame, ibn-i Ömer´den daha fakîhtir derdim.”[10].
Onlarda, aynca, keskin bir anlayış ve seziş, hads, bir şeyden diğer şeye zihnin sür´atle intikal kudreti vardı. Kendi ashabının sözlerine göre meselelerin cevabını bulmağa kaadir oluyorlardı. Herkes kendi kabiliyetine göre iş görür. Her fırka kendinde olanla sevinir. Onlar fıkhı tahric kaidesine göre işleyip hazırladılar.”[11].
Bunlardan görülüyor ki, Irak fukahâsinm re´yi çok almalarının sebebi şunlardır;
Meselenin halledilmesi lüzumuna kaildirler, yeni meselelerle karşılaşmaktan ve cevap vermekten korkmuyorlar, onların kanaatınca fıkıh dînin yapısıdır, yalana düşeriz endişesiyle Hadîs rivayetinden çekiniyorlar, diğer beldeler ulemâsının sözlerini pek almazlar, kendi üstadlanna taassubla bağlıdırlar, meseleleri onların kavillerine göre hallederler. [12]
47- Irak Ve Hîcâz Fukahasının Hadîsi Kabulleri:
Irak fukahâsının re´yi çok kullanmalarının, Hicaz ve Şam fukahâsının az almalarının sebebi ne olursa olsun, yukarıda belirttiğimiz bir noktaya burada da işaret etmek gerekiyor: EhH re´y ile ehl-i Hadis, Kitap ve sahih Sünneti almanın vücûbunda ittifak etmişlerdir. Bundan sonra ayrıldıkları nokta şudur: Ehl-i Hadîs, re´yden kaçınırlar, Resûlullâh´dan rivayetten çekinmezler; Hadîs bilmedikleri bir konuda muztar olarak re´y ile hükmü kabul ederler. Ehl-i re´y ise Hadîs rivayetinden çekinirler, meşguliyetini yüklenerek re´yle fetva ve hüküm vermekten çekinmezler, fetva verdikten sonra bu konuda sahîh bir Hadîs bulurlarsa re´ylerinden Hadîse dönerler. Bu husustaki haberler gayet meşhurdur.
Bundan çıkan netice şudur: Ehl-i re´y zayıf Hadîsleri almağı kabul etmiyorlar. Ehl-i Hadîse gelince bir kısmı mevzu´ olduğuna delil bulunmadıkça zayıf hadîsleri alıyor. Devrinde Medine halkının imâmı olan İmam Mâlik munkatı´ miirsel, mevkuf Hadîsleri alıyor, ehl-i Medine´nin amelini kabul ediyordu[13]. Îbnü´l-Kayyım,Îlâmü´l-Muvakkrîn´mde diyor ki: İmam Mâlik ise mürsel, munkati´, bana böyle geldi tarzında rivayet olunan Hadîsleri ve Sahâbî kavillerini kıyasa tercih eder.”[14].
48 – Şafiî Zamanında Hadîsi Delil Almak Îstemiyenler:
Cedel, münazara ve ihtilaflarla dolu olan bu asırda Hadîsleri ve Peygamber´e nisbet olunan eserleri delil olarak almağı reddeden bir taife vardı. Şafiî bunları (El-Üm)´de zikretmekte ve onlarla yaptığı münâzaraîanndan bahsetmektedir. Onların ileri sürdükleri delilleri, onlardan birinin ağzından bize El-Um´de şöyle naklediyor:
“Arkadaşlarının mezhebince ilme mensup olanlardan biri bana dedi ki: Sen Arapsın, Kur´ân senin milletin olan Arapların diliyle indi. Sen onun hıfzını en iyi bilirsin. Allah´ın inzal ettiği farzlar Kur´ân´dadır. Eğer birisi Kur´ân´da şüpheye düşer de bir harfi inkâr ederse tevbe ettirilir, tevbe ederse ne âlâ, etmezse katlolunur. AUâhu Teâlâ Kur´ân hakkında: Her şeyi beyân için inzal olundu, buyurur. Allah´ın farz ettiği bir şey hakkında, bir defa: Bundaki emir delâlettir; başka bir defa: Bundaki emir ibaha içindir, demek sana veya diğer birine göre nasıl caiz olur Böyle aralarında yapılan farklar çoktur. Senin indinde bir veya iki veyahut üç Hadîs var. Onları bir adamdan rivayet edersin, o da başkasından rivayet eder; tâ ki Reaûlullâh´a ulaşır. Sana ve senin mezhebini tutanlara bakıyorum, karşılaştığınız ve sıdk ve hıfzda ileri tuttuğunuz kimselerden hiçbirini her şeyden tebrie etmiyorsunuz. Görüşüp karşılaştıklarınızdan hiçbirinin Hadîsinde yanlışlıktan, unutmadan ve hatâ etmekten uzak olduğunu ileri sürmüyorsunuz. Bunun aksine bakıyorum, onlardan bir kısmı hakkında filân şu Hadîste, falan bu Hadîste hatâ etti diyorsunuz. Görüyoruz ki, sizler şöyle diyorsunuz: Helâl etme veya haram kılma hususunda delil tuttuğunuz Hadîs hakk^da bir adam çıkıp da: Bunu Resûl-i Ekrem söylemedi, siz veya size bunu rivayet eden hatâ ettiniz, sîz veyahut size bunu söyleyen yalan söylüyorsunuz, dese, onu tevbe etmeğe zorlamıyor sunuz. Ona: Ne kötü şeyler söylüyorsunuz, demekten başka bir şey yapmıyorsunuz. Zahirî bir şey olan Kur´ân´ın hükümlerinden biri arasında, hâlini vasfettiğiniz gibi olanın haberi ile fark yapmak caiz olur mu Onların haberlerini Allah´ın Kitabı makamında mı tutuyorsunuz-ve siz onlara göre hüküm verip onlarla mensediyorsunuz.” Şafiî´nin o muhalif kimsenin ağzından naklettiği budur. Şafiî ona cevap da veriyor, fakat burada Şafiî´nin reddi bizi ilgilendirmez. Buna, onun fıkhından söz açtığımız zaman temas edeceğiz. Bizi burada ilgilendiren cihet, bu sözlerin gaye ve maksadını anlatmaktır. Bundan anlaşıldığına göre Kur´ân´ın hükümleri bizzat Kur´ân´ın ibarelerinden anlaşılması lâzımdır. Yayılmış bulunan haberler, Hadîsler Kur´ân´ı tahsis için yeterli olamaz. Çünkü râvîlerin doğruluğunda, hıfzlarında, nasıl bellendiklerinde şüpheler vardır. Hadîsler Kur´ân derecesine ulaşamaz. Bunun delili şudur: Kur´ân´da olan bir şeyde şüphe eden kâfir olur ve bundan dönmesi için tevbe teklif olunur. Tevbe ederse kabul olunur, yoksa katledilir. Ahbâr-ı hassadan yâni haber-i vâhid rivayetlerini tekzip edenler, onları alarak hatâ edenler, onlara dayanarak helâl ve haram hükmünü verenler tevbe etmeğe zorlanmazlar.
Bu sözlerin zahirinden anlaşılıyor ki, eğer Sünnet sahih ise ve Peygamber´e nisbeti doğru olduğuna kesin delil bulunursa onlar da Hadîsi alıyorlar ve onunla istidlali reddetmiyorlar. Onlar, Resûlullâh´a haberin nisbetinde şüphe olmasından dolayı reddediyorlar. Eğer bu şüphe kalkarsa, onu almağa mâni olan sebep de ortadan kalkmış bulunur ve Hadîsi almak vâcib olur.
Fakat Hadîslerin bu nev´ini almağı reddedenleri Şâfü iki kısma ayırıyor ve şöyle diyor: “Haber-i Resul hususunda bâzı insanlar iki yol tuttular. İki fırkadan biri hiçbir haberi kabul etmezler ve Allah´ın Kitabında her şey beyân olunmuştur, derler. Mâdeni Allah´ın Kitabında yoktur, hiçbir kimse onu farz edemez. Diğer bir kısmı ise: Hakkında Kur´ân´da bir hüküm bulunan hususlarda Hadîs kabul olunur, diyor. Bu iki mezhebin de sapıklığı açıktır. Ben bunlardan hiçbirini kabul etmem. [15].
49- Şafiî´den ÖnceEhl-i Re´y Île Ehl-i Hadîs Arasındaki Durum:
Bunlar türlü düşüncelerle yüklü olan bu çağda Hadîs ve âsâr etrafında koparılan gürültüler, uyandırılan şüphelerdir. Bu geniş çalkantı alanında birbiriyle çatışan gürültüler yükselmektedir. Bir kısım insanlar, haberin Peygamber´e nisbetinde şüpheye düştüklerinden onu delil olarak almağı reddettiler. Bir kısım cemâat Kur´ân´ı anlama hususunda Hadîsten faydalanmağı kabul ettiler, onunla Kur´ân´da olan hükümlere ziyade yapmayı kabul etmediler. Bu iki fırka da tarihin derin sahifelerine gömüldü. Re´yi alıp kullanan diğer iki taife devam etti ki, onlardaki birincisi re´yi çok kullanır, ancak metni zayıf olmayan ve senedinde şüphe bulunmayan Hadîsleri kabul ederler. Yalan olduğuna delil bulunmasa da zayıf olan bir Hadîsi kabul etmezler. Diğerleri ise rivayeti çok kullanırlar, re´yi daha az alırlar. Şafiî´nin asrından evvel bunların arasındaki uçurum çok genişti. [16]
50- Şâfîl Devrinde Ehl-i Hadîs İle Ehl-i Re´yin Birbirine Yaklaşması Ve Bunun Sebepleri:
Şafiî´nin devrinde ise, bu iki fırka, yâni ehl-i re´y ile ehl-i Hadîs birbirine yaklaşmağa başladı. Bu da şundan ileri geliyordu: Her iki taraf ders, müzâkere, cedel ve münazara için birbirleriyle görüşüp buluşuyor, bir arada toplanıyorlardı. Bunların çoğu şeriatın meş´alesini yükseltmek istiyorlar, onun vekar ve şerefinin artmasını diliyorlardı. Kendi çağlarında ilimler yazılmağa başlayınca her fırka diğerinin yazdıklarım okumağa başladı, böylece onlarda olan ilmi öğrendi. Diğer taraftan Hadîslerin çokluğu ve sonu gelmeyen olayların bulunması, Hadîs ehlini de re´yi kabule mecbur etti. Sahih Hadîs kitaplarının yazılması, Hadîslerin nevi´-lere ayrılması, Hadîslerin kolayca öğrenilip tanınması, ehl-i re´yîn, Ashâb-ı Kirâm´dan ve Hz. Peygamber´den rivayet olunanların çoğuna muttali´ olması, muhtelif beldelerdeki ulemânın rivayet ettikleri Hadîsleri ve âsârı görmeleri, ehl-i re´yin elinde çok miktarda Hadîs toplanmasını sağladı ve bütün bunlar onları ehl-i Hadîse yaklaştırdı.
Ebû Hanîfe´nin ashabından imam Ebû Yûsuf ve re´y fukahâsı, Hadîsleri öğrenmeğe ve ezberlemeğe koyuldular, vâsıl oldukları görüşlerine onlardan delil getirmeğe başladılar. Biri, önce ileri sürdüğü bir görüşünü Sünnete muhalif bulursa, hemen ondan döner ve Hadîse uygun olan bir re´ye kail olurdu. îbn-i Cerîr Taberî, Ebû Yûsuf hakkında der ki: “O Hadîs bellemekle tanınmıştı. Muhaddislerin dersinde bulunurdu, elli-altmış Hadîs ezberler, somu oradan kalkar, onları insanlara yazdırırdı.”
Yine Ebû Hanîfe´nin talebesi Muhammed b. Hasan Hadîs öğrenirdi. Sevrî´den Hadîs okudu. Sonra üç sene îmam Mâlik´e devam ederek ondan Hadîs ilmi aldı. Görülüyor ki, böylece ehl-i Irak ile ehl-i Hicaz arasındaki açıklık yavaş yavaş daralmağa başladı, nihayet birbirlerine yaklaştılar,
Bütün bunlar Şafiî´nin gençlik çağında oldu. Şafiî´nin devri gelince ehl-i re´y fıkhı ile ehl-i Hadîs fıkhının karşılaştığı ortam kendisi oldu. O, ehl-i Hadîs mesleğini tamâmiyle benimsemedi, yalan olduğuna delil bulunmadıkça her haberi almalarını kabul etmedi. Re´y dairesini gayet geniş tutmaları sebebiyle ehl-i re´yin yolunu da tamârıiyle tutmadı. Belki re´y usûlünün kaidelerini tesbit etti, çığırını biraz daralttı, yolunu hazırladı, kolaylaştırdı, boğazdan kolayca geçer hale getirdi. Bu ciheti onun fıkhından bahsederken beyan edeceğiz, Dehlevî, Hüccetü´llâhi´1-Bâ-liğa´da onun hakkında şöyle diyor: “İmam Şafiî; Ebû Hanîfe ve Mâlik mezheblerinin doğuşlarının, usûl ve füruunun tertip ve tesbit edilişlerinin başlarında yetişti. Kendinden öncekilerin yaptıklarına baktı. Onlarda öyle şeyler gördü ki, bu yüzden dizginlerini çekerek onların yolunda yürümekten vazgeçti.” Kendini mukayyet kıldığı fikirlerin beyanı yeri ise onun fıkhından bahsederken gelecektir. [17]
51- Münakaşa Konusu Olan Re´yden Murad Nedir :
Re´y fukahâsı. ile Hadîs fukahâsının ihtilâflarını kısaca beyan ettik. Etrafında söz edilen re´y acaba nedir Aralarında müşterek illet dolayı-siyle hakkında nass bulunan bir şeyin hükmünü, hakkında nass bulunmayan bir şeye de vermek demek olan kıyas-ı fıkhı midir, yoksa bundan daha geniş umumî bir mânada mıdır Sahabe ve Tabiîn devrinde kullanılan re´y kelimesinin mânasını aragtiran kimse, onu umumî olarak bulur, yalnız kıyasa mahsus olmadığını görür. Kıyasa ve ondan başkalarına^ da şâmildir. Sonra daha beriye doğru gelerek mezheblerin kurulduğu çağa inersek yine aynı şekilde umumî mânada buluyoruz. Sonra mezhebler çağının ortalarına geldiğimiz vakit, alınması caiz görülen re´yîn tefsirinde her mezhebin diğerinden ayrılmış olduğunu görürüz.
Îbnü´l-Kayyim, Ashâbdan ve Tabiînden naklolunan re´yi şöyle tarif ederek açıklıyor: “îşaret ve emarelerin taaruz ettiği yerde doğruyu bulmak için derin düşünüp teemmülden sonra kalbin gördüğü, gönlün yatıştığı şeydir.” Gerçekten Sahabe ve Tabiînin fetvalarına ve onların mesleğini tutanların eserlerine bakan kimse anlar ki, re´yden murad: Nass bulunmayan hususta fakîhin vermiş olduğu fetvadır. Bu fetvasında dînin ruhuna uygun bir surette bildiklerine itimat eder veyahut da fetvayı verenin nazarında umumiyet itibariyle dînin hükümleriyle bağdaşır bir surette olur. Yahut da hakkında nass bulunan bir emre müşabih olur, böylece benzeyen bir şey benzerine katılmış sayılır. Buna göre re´y kıyasa da şâmil olur, istihsana”[18], mesâlih-i mürseleye, örfe de şâmil olur. İmanı Ebû Hanîfe ve Ashabı kıyası, istihsanı ve örfü kabul edip alıyorlardı. İmam Mâlik istihsanı, mesâlih-i mürseleyi ve örfü alıyordu. Mâliki mezhebi mesâlih-i mürseleyi almakla meşhurdur. Bu sebeptendir ki, bu mez-heb muhtelif devirlerde insanların ahvâline uygun olarak onların meselelerini çözmeğe kabiliyetli ve elverişli bir hal arzetmiştir. Halbuki bu nıez-heb, Hanefiyye mezhebi gibi, kıyası çok almaz. Mâliki mezhebi istihsa-na da çok geniş yer verir. Hattâ îmam Mâlik istihsan için, “O ilmin onda dokuzudur” demiştir. Fakat bütün bunların hepsi nass, sahabe fetvası ve Medine halkının ameli bulunmayan hususlardadır.
îmam Şafiî´ye gelince: İtimat olunur bir .,ass bulunmaksızın hükümlere delil bulma hususunu, ucu bırakılıvermiş, serbest salınmış bir halde buldu. O, hüküm çıkarma hususunda böyle kayıtsız bir yol tutmadı. Ona göre şerîatte esası kıyasa dayanmayan bir re´y muteber olamaz. Aralarındaki benzerlik dolayısiyle hakkında nass bulunmayan bir şey, hakkında nass bulunan bir şeyin hükmünü alır. Bu halde re´yi yine nassa hamletmek demektir. Şerîatte bir bid´at çıkarmak değildir. Fakat mutlak olarak istidlal yaparak mensûs olan hükümlerin illetine bakmaksızın ahkâmı mutlak surette ta´lîl etmek şerîatte bid´attir. Onun için Şafiî, istihsan yapan kimse şerîat vaz´ediyor demek olur, demiştir. Kıyas için kaideler, Ölçüler kurmuştur. Kıyası takviye etmiş ve müdafaasını yapmıştır. Hattâ kıyasın usûlünü yazıp isbat etme hususunda Hanefiyyeden daha üstündür. Onun için Fahred^in Râzî şöyle demiştir: “Şâyan-ı hayrettir ki, Ebû Hanîfe´nin istinadı kiyasa olduğu ve çok kıyas yaptığından dolayı düşmanları onu zemmettiği halde, ne ondan, ne de talebesinden kıyası isbat için bir şey yazdıkları naklolunmamış tır. Ders takrirlerinde bu konuda hüccet olacak bir şey şöyle dursun, en ufak bir îmâ dahi zikret-memigtir. Kıyası inkâr eden hasımlarının delillerine cevap verdiği duyulmamıştır. Belki bu mesele hakkında ilk konuşan ve deliller getiren İmam Şafiî olmuştur.”[19]
——————————————————————————–
[1] Şehristânî, El-Milel Ve´n-Nihal.
[2] Fıkıh kitaplarının Sİyaset-i Kaza, Tedbir-i Hükm-ü Kitap nâmını verdikleri bu mektubu ehemmiyetine binaen buraya alıyoruz:
“Emîrü´l-Mü´minin Ömer bin Hattab´dan Abdullah bin Kays´a:
Umur-u kaza, bir muhkem fariza ve uyulması gereken bir sünnettir. Sana bir dâva arzedilince çok dikkat et. Davacıların maksatlarını iyi anla. Zîrâ tenfiz edilmeyen hakkı mücerret söylemek bir faide vermez. Birinden diğerinin hakkını ikrara delâlet edecek bir söz sâdır olursa onu ikrariyle ilzam et. Kıymeti olmayan beyanlara iltifat etme; herkesi karşında, mahkemede müsavi tut, tâ ki kaviler senden tarafgirlik beklemesin, zailler de adaletinden me´yus olarak haksızlar ümide düşmesin.
Davacı beyyine göstermekle mükelleftir, înkâr edene yemin verilir, Müslümanlar arasında haram olan bir şeyi helâl veya helâl olan bir şeyi haram kılmamak şartiyle sulh caizdir.
Davacı müddeasım, dâvah da defi´ dâvasını isbat için mühlet isterse, beyyine ikamesi mümkün olacak kadar bir zaman için müsaade et. Bu müddet zarfında beyyine ikame ederse hakkını ver. Aksi halde aleyhine hükmet. Bu suretle hareket şüpheyi izalede daha kesin, mazereti ifadede daha beliğdir.
Sakın halkın İğlerini uzatma, dâvalarım sürüncemede bırakma. Doğru görülmesi sevabı mucip ve âhirette mükâfata sebep olan bir dâvada tarafların haklarını iddia olunan şekillerden başka bir suretle müdafaa ederek zayi etme.
Bir mes´ele hakkında hüküm verildikten sonra hükmünün yanlış olduğu taayyün ederse hakka rücu et. Çünkü hakka rücu etmek, bâtılda ısrardan çok hayırlıdır.
Müslümanlar âdildirler. Onların yekdiğeri aleyhinde vâki şahadetleri makbuldür, Meğer ki yalan şahadetle mâruf olmuş veya kendisine haddi kazif cezası verilmiş olmak veyahut velâ´ ve karabet sebebiyle mazarrat: def, menfaati celp daiyesi bulunmak gibi şahitliğe mani bir hali oîsun. Kullarının serairine Cenâb-ı Hak vâkıftır. Bu hususlar mücerret sözle değil, beyyine ve yeminle bilinir.
Sana Kitap ve Sünnette bulunmayan bir mes´ele getirilirse her şeyden evvel idrâkine müracaat et. Birbirinin benzeri olan şeylere, emsal bulunanlara dikkat et. Ondan sonra kıyas yap, re´y ve fikrinle hükmet.
Muhakeme esnasında gadap ve hiddetten, bağırıp çağırmaktan ve işlerin çokluğundan, sıkıntı getirmekten, ekşi yüzü olmaktan sakın. Çünkü mahkemede hüküm vererek icrayı kaza etmek ahlâkî fazilettir. Allah nezdinde sevabı, halk yanında iyilikle yâd olunmağı muciptir. Bir kadı ki, hükmü hulûsi niyyete makrun ola, Allah onu halk ile kendi arasında vukuu melhuz tehlikelerden korur. Nefsinde olmayan şeyleri izharla sureti hakdan görünerek hüsnüniyeti ihlâl edenleri Allah halk arasında rüsvây ederek utandırır. Allah kullarından ancak hâlis olan ameli kabul eder.”
Hazret-i Ömer, Kadı Şureyh´a da bunlara benzer sözler yazmıştır Mütercim
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 62-63.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 64-65.
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 65-66.
[5] Mevâlî kelimesi, Mevlâ´nın cem´idir. Mevlâ Arapçada zıd anlamlı kelime-ierden olup: Kul, köle, azat edilmiş köle mânasına geldiği gibi, mâlik, kulun efendisi, köle âzad eden adam mânasına da kullanılır. Bunlardan bagka bir adamın dost ve yârine, yakın hısımına, komgusuna, mütteflkına, oğluna, amucasma, müsafirine, şerik ve ortağına, kız kardeşi oğluna, yeğene, velisine, mürebbisine, yardımcısına, iyilik ve ihsan edene, sevdiğine tabi´ olup uyana, damada, ulu ve şanlı adama da mevlâ denir. Araplar kendilerinden maada Müslüman olan milletler hakkında bu tâbiri kullanmışlardır. Bu şu mânaya olsa gerek: Fütuhat devrinde Araplar fethettikleri ülkeler halkını harta esirleri gibi kul köle saymışlar, bunların çoğu âzad edilerek yüksek mevki sahibi olmuşlar. İçlerinden pek çok âlim yetişmiştir. İlim hareketinin başına geçmişlerdir. Umumiyetle mevâlî denince bu mâna kasdolunur. Fakat kelimenin lügat mânasına bakarsak, dost ve müttefika, tabi´ olana da mevlâ denildiğine göre mevâlî denince neden mutlaka köle, âzad edilmiş kul mânası hatıra gelsin Arap olmayan milletler Müslüman olunca Arapların dostu ve müttefiki oldular, idare Arapların elinde bulunduğuna göre onlar tabi´ idiler. Bu itibarla onlara mevâlî denildi. Yoksa mevâlî denince behemahal köle mânasına gidilmemelidir. Araptan gayri Müslüman milletler kasdedilmiş olması daha uygundur. Bak: Mütercim Asım Efendi, Kamus tercümesi Okyanus, MevSâ Maddesi (Mütercim).
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 66-67.
[7] Bak: Muhammed Hudarî, Tarih´el-Te§rî Kl-Islâmî, s. 83. 68
[8] İmam Mâlik´in Muvattaı bize kadar gelen eski Hadîs kitaplarının en meghurlaradandır. Ondan önce Hemmâm´m El-Sahîfesi ile Ma´mer´in El-Câmi´i vardır. Hemmâm´ın Sahîfesi basılmıştır. Ma´mer´in el yazması Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde İsmail Saib Sanear kitapları arasında 2164 No.´da, İstanbul´da Feyzullah Efendi Kitaplığında 541 No.´da bulunmaktadır (Mütercim).
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 68-69.
[10] Ebû Hanîfe Mekke´de Dâru´l-Hayyât´ında Evzâî ile görüştüğünde Evzât ´ona soruyor:
Siz niçin rükûa varırken, rükûdan Kalkarken tekbir esnasında ellerinizi kaldırmıyorsunuz
Ebû Hanîfe şu cevabı veriyor:
Çünkü bu hususta Resûlullah´tan sahîh bir eaer yoktur.
Nasıl olur Zühri Sâlim´den, o da babasından rivayet eder ki: Hazret-i Peygamber namaza başlarken iftltah tekbîrinde, rükûa varırken ve rükûdan dogrulur-ken ellerini kaldırırdı.
Hammad İbrahim´den ve AJkame´den, Esved de îbni Mes´ud´dan bize rivayet ettiler ki; Hazret-î Peygamber ancak iftitah tekbîrinde ellerini kaldırırdı, başka yerde bunu yapmazdı.
Ben sana Zühri´den, Salim ve babasından Hadîs rivayet ediyorum, sen İse ba– na tutup Hammad İbrahim´den şunu rivayet etti, diyorsun…
Dinle: Hammad Zührî´den daha fakîhtir; İbrahim Sâlim´den daha fakîhtir, Alkame de îbni Ömer´den aşağı kalmaz. Îbni Ömer´in Sahâbelik fazl ü mezlyyeti varsa Esved´in de birçok meziyyetleri vardır. Abdullah (îbni Mes´ud) ise işte o bildiğin Abdullah. Bu sözler karşısında Evzâî, sükût ediyor ve diyecek bir şey bulamıyor.
[11] Şâh Veliyyullah Dlhlevî, Huccetü´llâhi´l-Bâliga´dan, kisaltüarak.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 69-70.
[13] Burada şu gerçeği belirtelim ki, imam Mâlik ve Hicaz fukahâsi, Irak fukanâsı kadar olmamakla beraber yine de re´yi çokça kullanıyorlardı. Şâtıbî´nin ve başkalarının dediği gibi Kur´ân´a veya başka bir Hadîse veyahut küllî bir kaideye muânz olan Hadîsleri reddediyorlardı. Şâtıbî Muvatta´mda bu hususa kıymetli bir fasıl ayırmıştır. Orada der ki: “Hz. Aişe, İbn-i Abbâs, îbn-i Ömer b. Hattab; güç-lü&Ü kaldırma kaidesi ve şâire gibi bâzı îslâmî asıllara muhalif olan bâzı Hadîsleri reddetmişlerdir. Onlarca Hadîsin böyle muhalif olması, onun Resûlullâh´a nisbetinin yalan olmasından ileri gelir. îmana Mâlik de bu asla itimâd etmektedir. O da Kur´ân´a ve kat´î bir Hadîse veya umumî bir aslî kaideye muhalif olan Hadîsi reddetmiştir.” Şâtıbî bundan soüra devamla diyor ki: “Baksana, köpek yalamasından ötürü kabı yedi defa yıkama Hadîsi hakkında Mâlik ne diyor: ´Hadîs böyle geliyor, fakat hakîkatı nedir bilinmiyor.´ Bu hususta şöyle derdi: ´Köpeğin tuttuğu av yeniyor, salyası neden kerih olsun ´ Hıyâr-ı Meclis hakkındaki sözü de aynı mânaya bakar, onun hakkında da şöyle der: “Bizim nezdimizde bunun maruf bir haddi belli değil, bu hususta ama! olunacak bir emir de yok.” Yâni meclisin müddeti meçhul demek istiyor. Halbuki bir kimse meçhul bir müddet için muhayyerlik şart koşsa, bu icmâan bâtıldır. Şart olması caiz olmayan bir hüküm, şer´an nasıl sabit olur diyor ve burada da icmâî bir asla dönüyor. Diğer taraftan meçhul olmanın şartı bozması kaidesi kat´îdir, bu da bu zannî Hadîsle tearuz etmektedir… Tine bu kabilden olarak Mâlik: “Bir kimse ölür de üzerinde oruç borcu varsa, ondan Ötürü oğla orno tatar.” Hadîsi ile “Ne dersin, babanın borcu olsaydı Ödemez miydin ..” Hadîsini nazar-ı itibara´ almadı. Çünkü bunlar Kur´ân-ı Kerîm´in kat´î ve mukarrer olan aslına aykırıdırlar. “Kimse başkasının günahını yüklenmez.”, “tnsan İçin çalıştığından başka bir şey yoktur.” Yine Mâlik harbde alman ganîmet malı taksim edilmezden önce pişirilen deve ve koyun etlerinin pişirildiği çömleklerin dökülmesi Hadîsini reddetmiştir. Bunda güçlüğü kaldırma aslına dayandı. O buna Masâlih-i Mür-sele namı verir. Ganîmet malları taksim edilmezden önce muhtaç olanların onlardan yemesine cevaz verdi. Bunu îbnü´I-Arâbî söyledi. Şevval ayında altı gün cniç tutmaktan nehyetti; halbuki o Hadîs sabittir, bunda da sedd-i zerâi* aslına dayanırdı. Emzirmede de ne beş, ne on olmasına itibar etmedi, çünkü Kur´ân-ı Kerîm´de şu asıl vardır: “Sizi emzirmiş olan anneleriniz…” Mâlik´in mezhebinde bunun benzerleri çoktur. Görülüyor ki, imam Mâlik umûmî asıllara aykırı gördüğü Hadîsleri kabul etmemektedir. Şâtıbî bunun naklinde şöyle diyor: “Çünkü asıllar kafidir, ha-ber-i vahid.se zannîdir.”
Şâtıbî burada, umûmî asıllara muhalif olan haber-i vâhidleri alma hususunda İmamların ihtilâflarım naklederek şöyle diyor: “İbn-i Arabî der ki, şer´m kaidelerinden bir kaideye´ muarız bir haber-i vâhid bulunursa bununla amel caiz mi, yoksa değil mi Ebû Hanîfe: Bununla amel caiz değildir, dedi, Şafiî caizdir, dedi. Mâlik meselede tereddüt etti, Mâlik´in meşhur ve i´timâda şayan olan kavline göre, eğer haber-i vâhid olan Hadîsi diğer bir kaide takviye ederse onu ahr, eğer yalnız kalırsa onu terk eder. Sonra köpeğin yalamasından dolayı kabı yıkama meselesinde Mâlik´in sözünü nakil ederek der ki: Çiinkü bu Hadîs iki büyük asla tearuz etmektedir. Biri Cenâb-ı Hakk´m su âyeti: “Onların tuttukları avlan yeyin.” Diğeri de şudur: “Temizliğin iller ve sebebi diri olmaktır. Bu köpekte de vardır.” Arâyâ Hadîsine Ribâ kaidesi çarpmakta ise de bunu örf ve iyilik yapma kaidesi desteklemektedir. Irak fukahâsı Müsarrât Hadîsinin muktazasmı takdir ettiler. Mâlik ise bunu ağla aykırı buldu. Zîrâ bu haraç, zamanladır, aslına muhaliftir. Zîrâ bir şeyi İtlaf eden kimse ya onun mislini veya onun kıymetini Öder, fakat başka bir cinsten yenen bir geyle borçlandırmak, bu olmaz. Mâlik bu konuda Muvatta´mda bulunmayan ve sabit olmiyan bir şey söyledi.” (Şâtıbî, Muvafıkât, c. III, s, 10, DImişkî tâb´i).
Arâyâ Hadîsinden murad, Zeyd b. Sâbit´ten rivayet olunan Hadîsdir. Hadîse göre Hz. Peygamber yaş hurmalar dallarında iken ölçülerek satılmasına izin vermig-lerdir. Bu esas i´tibâriyle hurma ağacı üzerindeki hurmaları hibedir. Sonra hibe olunan hurmalara denilmiştir. Bunların misli misline olmak üzere kuru hurmayla satılması yâni mübadelesi caizdir. Ağaç üzerindeki hurmanın mUtdarı tahmin ve hads yoluyla tâyin olunur. Bu alışverişte riba şüphesi vardır, çünkü ağaç tizerindekini tam bir surette ölçmeğe imkân olmadığından satılan malların biribirinden eksik veya fazla olmak İhtimali vardır. Bu takdirde fazlalık ribâsı olur. Fakat Hz. Peygamber zorluğu kaldırma esasına binâen buna müsâade buyurmuşlardır, zîrâ bir ailede kuru hurma vardır, fakat yaş ve taze hurmaları yoktur. Bu suretle taze hurmaya kavuşurlar. Sonra örf ve âdet böyle gelmiştir. Bunda müsamaha câridir.. Aslında bu bir nevi bağış ve hibedir, iyilik yapmadır, ribâ sayılmaz. Müsarrât Hadîsi ise Ebû Hüreyre Hazretlerinin rivayet ettiği Hadîstir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´´Satacağınız deve ve koyunları sütlü görülsün diye sütü sağmadan yelinlerinde biriktirmeyiniz. BÖyîe bir hayvanı satınalan kimse onu sağdıktan sonra muhayyerdir, isterse elinde tutar, isterse hayvanı reddeder, sağdığı süt için bir sag hurma verir.” Sütü yelininde toplansın diye ve çoğalsın diye satacağınız hayvanı birkaç gün sağmayarak müşteriye sütlü göstermeye çalışmaktan men olunmuştur. Bu Hadîsin muk-tezasını fukahâdan birçoğu reddetmişler, Muvafıkât sahibi Şâtıbî´nin yukarıda zikrettiği gibi, bunu zayıf saymışlardır.
Bu nakilden anlaşılıyor ki, Hicaz fukahâsı da kendilerince doğru buldukları Islâ-mî bir asla muhalif olan bâzı Hadîsleri reddediyorlar ve zayıf sayıyorlardı. İşte îmam MâlUc Mürsel Hadîsleri, Munkatı´ eserleri almakla beraber Kitap ve Sünnetten malûm bir kaideye muhalif olan Hadîsleri almıyordu. Eğer ortada umumî bir kaide yokaa o zaman Hadîsi alırlar ve onu re´ye tercih ederler.
[14] tlâmü´l-Muvakkıîn, c. I, s. 26.
Hadîs-i Mürsel: Tabiînin, kendinden rivayet ettiği Sahâbîyi zikretmeksizin vasıtasız doğrudan Peygamber´den rivayet ettiği Hadîstir. Munkatı´: Senedde Tabiî ve Sahâbî zikrolunmayandır. Bunların hepsi tetkîk ister. Mâlik hakkındaki kitabımıza bak.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 70-72.
[15] Şafiî, EI-Üm, e. VII, s.-250/252.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 72-74.
[16] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 74.
[17] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 74-75.
[18] Hanefiyye fukahâsmrîan olan Ebû Hasan Kerhî, istihsanı şöyle tarif eder: “Emsaline, vermiş olduğu hükmü isbât eden birinci delilden ayrılmasını icâbeden daha kuvvetli bir delil sebebiyle müctehidin o benzerlerine vermiş olduğu hükmü buna da vermekten vazgeçmesidir.” Bâzı fukahânm kısaca, “Istihsan, gizli kıyastır” demeleri de bu tarife girer. Mâliki mezhebinde istihsan şöyle tarif edilir: “Külli . bir delil mukabelesinde cüz´î maslahatı almaktır.” Maksat, mutlak surette maslahat değildir. Belki istidlal tarafını daha kuvvetli kılan maslahattır. Bu tarif Ibnü´l-Arâbî´nm Ahkâmü´l-Kur´ân´daki, “îstihsan iki delilden en kuvvetli olanlyle ameldir” tarzındaki sözüne de uygundur. Mâlikİyyenin bu tarifi, Hanefiyyenin tarifine yaklaşmaktadır. Şâtıbî, Muvâfıkât´mda diyor ki: “istinganın iktizası, mürsel istidlali kıyasa takdim etmektir. Çünkü istihsan yapan kimse mücerred zevkine ve arzusuna müracaat etmiyor, bu gibi meselelerin emsalinde şârün maksadı ne olduğu hakkındaki bilgisine müracaat ediyor, şeriatın ruhuna bakıyor. Meselâ bir meselede kıyas Öyle bir hükmü icabeder ki, bu başka bir cihetten ya bir, maslahatın kuvvetine veyahut da bir fesadın celbine sebep olacak mahiyettedir. Igte böyle olan kıyas istihsanla bırakılır.”
Mesâlih-i mürsele, aklın kabul ile aldığı maslahatlar, fâidelerdlr. Şerîaün asıllarından birisi onun ilgasını veya İtibar edilmesini göstermemiştir. Şeriatın ilgasını gösterdiği şey ittifaken reddolunur. İtibar edilmesini gösterdiği şey ise bu münasip vasfından dolayı ittifaken makbuldür ve bu, kıyas içine girer.
İstihsan İle mesâlih-i mürsele, Mâlikiyye nazarında mânaca birbirine yakındır. Baksana, onlar mesâlih-i mürseleyi külü bir delil mukabelesinde cüz´î maslahatı almaktır, diye tarif ediyorlar. Buna göre istihsan, Mâlikiyyeye göre mesâlih-İ mürseleye çok yaklaşıyor. Aralarında ince bir fark kalıyor. Belki, imam Mâlik´ten naklolunan şu, “îstihsan ilmin onda dokuzudur.” sözünden murad mesâllh-i mürseleye de şâmildir.
Bizce onlar, birini kabul edip diğerlerini reddeden Hanefiyye görüşüne göre başka başka şeylerdir. Fakat Mâlikiyye nazarında birbirine yakındırlar. Aradaki farkı, Inşaallah yerinde beyan edeceğiz.
[19] Fahreddin Razl, Menâkıb-i Şâfil.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 75-77.