160- Kıyasa Zaruret Vardır:
İmam Mâlik (Allah ondan razı olsun) elli yıldan fazla fetva verdi, dünyanın dört bucağından, doğudan, batıdan ona mesele sorup fetva almak için geliyorlardı. Meseleler bitip tükenmek bilmez. Hergün yeni yeni olaylar olur. Bunları çözmek´ için nassları dikkatle süzüp anlamak, uzak, yakın maksatlarını biimek, işaret ve imalarını, şer´1 sebeplerini kavramak gereklidir. Böylece onların geniş şümullü anlaşılmış olur. Bu yolla, hakkında nass olmıyan, sahabe fetvalarında bulunmayan, nassın zahiri kapsamına girmeyen, ancak nassın,hükmüne ve illetine işaret bulunan meselelerin hükmü çözülebilir.
İşte bundan dolayı İmam Mâlik gibi bir fakih için kıyas mutlaka gerekliydi, en ince mânasıyle fıkıh, hükümlere delâlet eden nassların mânasını, illetlerini bilmek ve gayelerini kavramak hususunda fakihin >asiretli olması ve murada nüfuz etmesidir. Kıyas da bu türden bir akıl işlemidir. Öyleyse fakihin kıyas yapması lâzımdır. Zira dinin muradını lam olarak anlayabilmek için, hükmün illetini bilmesi gerekir, illet bili-ıince, hüküm sabit olur. Hüküm illetle beraber bulunur, deveran eder. îünkü benzer mes´elelerin hükmü de benzer olmalıdır. Ayni hususiyetleri hâiz olan şeyler arasındaki eşitlik, hükümlerde de eşitliği ister.
İslâm fıkhında kıyasın tarifi şöyledir: Aralarındaki müşterek illet iolayısıyla, hakkında nass bulunan birşeyin hükmünü, hakkında nass Spimıyan bir şeye geçirmektir, Demek kıyas, benzerlerin aynı hükmü jalması kaidesine uymak demektir. Zira illetler birbirine benzeyip eşit solunca- hükümlerde de benzerlik doğar ve eşitlik kendini gösterir.
161- Kıyas Eşitlik Kanununa Dayanır:
Bu yolda kıyas zaruri ve fıtrî birşey olup akıl onu pekiştirmektedir. Zira aslında o şartlar ve sebepler uygun olunca, birbirinin benzeri olanları, aradaki bağlayıcı sıfat dolayısıyla, birbirine bağlamaktır. Arada benzerlik tam olarak bulununca, benzerliğin gereği kadar hükümde de eşitlik sağlamak lâzımdır. Birbirine mümasil olan şeyleri bir tutmak mantık kaidesinin gereği olan aklı istidlal yolu, aynı mukeddimeier, ayni neticeyi doğurur hükmüne götürür. Bedihî olan bu sabit ve mukarrer hükme göre, birbirine benzeyen şeyler de ayni hükmü alması gerekir. Hakikatte aradaki benzerlik, mümâselet hükümde de eşitliği icab eder. Bakıyoruz, Kur´an-ı Kerim, aradaki sıfat ve ef´al benzerliği dolayısiyle, irşad ve tenbih için, bu eşittik kanununu kollamaktadır. Allah Teâlaâ şöyle buyurur: «O nankörler, yeryüzünde dolaşıpbakmtyorlar mı Kendilerinden öncekilerin âkibeti nasıl olmuş görmüyorlar mı Allah onları alt-üst etti, kâfirler için de onun misli var.» Vasıflar eşit olmayınca hükümlerin de farklı olacağını da şöyle beyan buyurur: «Kötülük işleyen kimseler kendilerini, inanan ve iyi işler yapanlarla bir tutacağımızı mf sanıyorlar Yaşamaları ve ölümleri onlarla bir mi olacak Ne kötü hüküm veriyorlar» (Casiye: 21).
Görüyorusun ki, akli müsavat kanununu gayet güzel tatbik etmektedir. Benzerlik halinde aynı hükmü veriyor, ayrılık halinde başka başka hüküm veriyor, Hz. Peygamber AleyhisselârrTın da bu kanunu alıp sahabeyi irşad hususunda kullanıldığına dair haberler çoktur, rivayete göre Hz. Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) Hz. Peygamber Aleyhisselâm´a gelip: «Yâ Resûlullah, ben büyük birşey yaptım, oruç-, iuyken karımı öptüm, dedi. Hz. Peygamber ona: Ne dersin, oruçluyken ağzına su alıp çalkasan ne olur diye sordu. O da: Bunda bir beis ve zarar yoktur deyince, Hz. Peygamber ona: Orucuna devam et, buyurdu.» Görüyorsun ki, Hz. Peygamber Ateyhisselâm oruçluyken ağıza su almakla öpmeyi birbirine nasıl bağladı, arada bağlantı kurdu. Bunlar arasında benzerlik var, ikisi de orucu bozucu da olur, bozmaz da. Orucu bozmada benzerlik bunların aslında değil, götürdükleri sonuca bağlı.
Eşitlik hükmü de ona göre. Su yutmadıkça, ağıza almakla bozmazsa ki, Ömer bunu biliyor, öpmede yaklaşmaya gitmedikçe, bozmaz. H2. Peygamber bunu eşitük kanununu tatbik yoluyla gösterdi,, irşad etti. .
Hz. Peygamber´in Ashab-ı Kiramı da çok defa hakkında açık bir nass bulamadıkları şeyier hakkında bu âdil eşitlik prensibini tatbik ederler..Birbirine mürnâsii olan şeyier arasında, nasslardan alarak bu müsavat kanununa göre hüküm verirlerdi. İmam Şafii´nin talebesi Müze-ni´ye (Allah rahmet eylesin), kıyas hakkındaki düşünceyi ve Ashab-ı KiranYın onu nasıl kullandıklarını çok güzel özetlemiştir.
«Hz, Peygamberin asr-ı Saadetlerinden günümüze kadar fukaha, din işlerini hükümlerinde kıyas kullanmışlardır. Ve şunda icma´ etmişlerdir ki: Hakkın benzen ve nazlrî haktır. Batılın benzeri de batıldır. Kimsenin, kıyası inkâr etmesi caiz değildir. Çünkü o umuru birbirine benzetmek, mümasil olanlara aynı hükmü vermektir.»
162- Mefkudun Karısını. Boşanan Kadına Kıyas Etmesi
Fakih İmam Mâlik, bu yolu tuttu. Benzer şeyler arasında aynı illet bulununca, eşit hüküm verdi. Onun için bütün Mâlikller onun kıyası aldığında İttifak etmişlerdir. Gördün ki, o bazı meseleleri, ashabın vef-diği yargı hükümlerine kıyas yapmıştır. Meselâ mefkudun ölümüne” hüküm olunur, karısı vefat iddetini bekler, başkasıyla evlenirse, sonra da adam çıkagelirse, bu kadının halini şuna kıyas eder: Gurbetteki adam karisini boşasa ve bunu karısına bildirse, sonra da rücu´ etse, fakat kadın rücu´dan haberi olmadığından iddettşn sonra başka kocaya varsa, adam da gelse, durum ne olur Bu mesele de Hz. Ömer´in fetvası şöyledir: Buluşma olsun, olmasın kadın ikinci kocanındır. İmam Mâlik Mefkudun karisini da buna kıyas etti. Buluşma olsun olmasin, kadın ikinci kocanın karışıdır, dedi.[1] Şüphesiz ki bu, bir kıyastır. Bunun temeli iki durum arasındaki benzerliktir. Her ne kadar o, bunda Medine ehlinin icma´ını da zikrederse de iki benzer arasında kıyas açıktır. Ve bu da bu icma´ın esası bu kıyas olduğunu gösterir. Benzerlik şurada: Her ikisi de iyi niyetle evlenmişlerdir. Bu dini bir esas üzerine yapılmış bir evlenmedir. Fakat sonradan hatalı olduğu meydana çıkmış-! tır. Önceden bunu bilmeğe imkân yok. Mefkudun karısı dini bir hükme! dayanarak ikinci kocaya vardı, boşanan kadını da, boşanmış olmasına; göre ıddeîi tamam olunca evlendi… Mefkudun karısı, onun sağ oldu-! ğunu bilemezdi, boşanan kadın da kocasının rücu1 edip boşamadan döndüğünü bilmiyordu. Öyleyse bu iki hal birbirine mümasildir, çok benzer, böyle olunca hükümleri de bir olmak gerekir. Bu benzerlik neticesi, hükümler de eşit olmalıdır.
163- Nassla, Sahabe Fetvasıyla, İcma´la Sabit Olanlara Kıyas Yapardı:
İmam Mâlik, Kur´an-ı Kerirn´de nassla bildirilen ve hadis-i şeriflerle sabit olan hükümlere kıyas yapardı. Muvatta´da bunun misalleri çoktur. Her babın başında, ona göre sabit olan hadisleri veriyor, arkasından fer´l mes´eleleri sıralıyor. Benzerleri birbirine ilhak ediyor, emsalleri karşılaştırıyor. Medine ehli indinde icma1 olanlarla mukayese yapıyor. Çünkü ona göre bunlar da sünnetten sayılır. Muvatta´da icma´ olanları zikrettikten sonra, birbirine benzer meselelerini hükümlerin, eşitlik prensibine göre kıyas ediyordu. Ayni tarzda, sahabe fetvalarına da kıyas yapardı, nasıl ki, mefkudun karısını, kocasının boşadığı kadın hakkındaki Hz. Ömer´in fetvasına göre, onun haline kıyas yapmıştır. Bununla Medine ehlinin icma´ını doğrulamıştır. Hulasa olarak diyebiliriz ki, Mâlik, nakil olan nasslara veya ona göre nakil hükmünde bulunanlara kıyas yapardı ki, onlar da: Kitap, sünnet, sahabe fetvaları ve Medine ehlinin icma´ıdır. Bazı kıyaslar onun indinde daha kuvvetliydi. Çünkü onlar, İslâm dininin ana kaynaklarının takviye ettiği umumi fıkıh usulüne dayanmaktadır. Böylece İslâm dininde zururi surette malum olanlar hükmüne girmiştir. Bu türlü kıyaslar kuvvetçe o derecede dir ki, zarını yolla hüküm sabit kılan bazı nasslara tearuz.edecek mertebede sayılır, bunlar ya umumi lafızlar gibi delâleti zanrrt olanlardır, çünkü Mâlik´e göre bunların delâleti ihtimal kabul eden zahir kabilinde olup zanrtidir. Veyahut da sübuti zannl olanlardır ki, bunlar da haber-i vâhid-ler olup Hz. Peygamber Aleyhisseiâm´a nisbeti zannl birşeydir. Yukarıda geçen bahislerde söylediğimiz gibi o, bu nevi´ kıyaslarla, Kur´an-ı Kerim´in aâmlartnı tahsis ederdi, onları haber-i vahide tercih ederdi, buna tearuz halinde haber-i vahidi zayıf sayardı.
164- fibnî Rüşd´ün Kıyas Görüşü:
Mâliki fıkhı, doğrudan nasst üzerine hamlolsun diye sadece hakkında nas bulunan hükümlere kıyas etmez, Şafii´nin Usulünde bahsettiği gibi, kıyas yoluyla istinbat olunan mes´elelere de kıyas yapar. Her-langi bir fer´i mes´elede kıyas tamam olunca, başka birfer´i mes´ele de na kıyas yapılabilir. İbni Rüşd bunu Mukaddimat-ı Mümehhidat´ta ,öyle anlatır. «Fer´ide hüküm bilinince o artık asıl olmuş olur, ondan istinbai olunan diğer bir illetle ona kıyas yapmak caiz olur. Ona feri´ enir. Çünkü iki ası! arasında tereddüt eder, henüz hüküm sabit olmamıştır. Bu fer´a, müşterek illet dolayısiyle başka birfer´i kıyas olunarak hüküm isbat edildikten sonra o, artık ası! olmuş sayılır. Artık ona boyuna kıyas yapmak caiz olur.
Bazı bilmez kimselerin: Mes´eleler fer´idir, onları birbirine kıyas jetmek caiz olmaz, kıyas ancak kitap, sünnet ve icma´a yapılır demeleri doğru değildir, bu yanlıştır. Evet kitap, sünnet ve icma1 bunlar şer´in usulüdür. Kıyas önce onlara yapılır, fakat onlara kıyas güç olursa ne jyaparız. Bir oiay meydana gelir, ne kitapta, ne sünnette, ne de icma´da buna dair birşey yoksa bunların hepsiyle olay arasında bir müşterek illet de yoksa ve ancak kıyasdan istinbat olunanda varsa, o zaman ona kıyas etmek gerekir.»[2]
Bundan sonra bu mâna üzerinde Mâlik ve arkadaşlarının ittifak ettiklerini söyleyerek şöyle der: «Bil ki, bu mânada Mâlik ve arkadaşları jbirleşiktirler. Aralarında ayarılık yoktur. Kitaplarında meseleleri birbirine kıyas etmişlerdir. Bazı muhalifler bulunmuşsa da bu umumiyetler jdoğrudur. Zira Kitap, sünnet ve icma´ şer´î hükümlerde asıldır, nasıl ki iakli ilimlerde zaruri ilim asıldır. Ve akli ilim, zaruri ilim üzerine kurulmuştur. Onun zararı iîim üzerine kurulması bir tertip ve nizam üzeredir. Birbirine bağlantı, yakın yakın olanla sırasıyledir. Yakın olan uzak olana jbağlanamaz. Sem´i ilimler, nakle dayananlar da böyledir. Onlar da Kitaba, sünnete ve icma´i ümmete dayanır veya sahih bir surette bunların üzerine kurulana dayanır, bu ilanihaye yakın yakınla yani mümasil olan nizamına göredir. Yakın olan uzak olana bağlanamaz.»[3]
165- Aklî ve Nakli Meselelerde Benzerlik:
İbni Rüşd´ün bu sözlerinden görülüyor ki, İmam Mâiik´e ve arkadaşlarına göre kıyas, sadece kitap, sünnet ve icma´la yani bu üç asıla sabit olan ahkâma yapımaz, istinbat yoluyla sabit olan fer´ilere de kıyas yapılır. Hükme sebep olan illet ve vasıflarda birbirine mümasil ve benzer olanlar. Onlara kıyas yapılır, ayni hükmü alır. İbni Rüşd bunu, aklî ilimlerle nakli ilimler arasında bir bağlantı kurarak güzel bir surette anlatıyor, ikisini birbiriyle tartıyor. Aklî meseleler, aklın kavrama ve. idrâkinde ihtilaf etmedikleri bedihl ve zaruri ilimlere dayanır ve sonra da onların üzerine bir takım nazariyeler kurulur, akıl onları düşünerek halleder. Nasıl ki matematik ve hendese bedihi mes´eleler üzerine kurulur, bir takım problemler ve nazariyelerden oluşur. Fıkıh ilmi de böyledir. Kitap, sünnet ve icma´ zaruri asıllar olup bunların fıkhın esası olduğundan fukaha arasında ihtilâf yoktur. Sonra onlarla sabit olan hükümlere, onlara yakın ve benzer olanlar kıyas edilir. Sonra onlara yakın olanlar kıyas yapılır. Böylece benzerler aynı hükmü alır ve fıkıh mes´eleleri birbirine bağlantılı devam eder. Her benzeyen diğer benzeyene ilhak olunur ve kıyas budur.
166- Kıyasla İstinbat Olunanın Asıl Olması Ne Sağlan
Biri çıkarda bu sözlerin faydası ne diyebilir. Çünkü kıyas yoluyla istinbat olunan bir mes´eleye kıyas yapan kimse, önce nassdaki illeti düşünür. Sonra ilk kıyasa esas olana bakar. Madem ki nassdaki illete bakılıyor, öyleyse bu kıyasda ilk nassın hükmü asıl oluyor, demektir, yoksa kıyas suretiyle istinbat olunan fer´in hükmü değil.
Buna cevap şudur: Bunun faydası açıktır ve bunun semeresi üç yönde görülmektedir:
1 – İmam Mâlik, ashabın istinbat ettiği ve kıyasla aldıkları mes´elelere kıyas yapardı. Demek o bunu bir asıl itibar etti ve ona benzeri mes´eleleri kıyas yaptı, bunda sahabe fetvalarına dayandı. Böylece o hakkında nass olmıyan bir hükmü kıyas yapıyor, belki kıyas ve istinbat yoluyla alındığını bildiği bir hükme kıyas yapıyor. Şüphesiz ki bu, önündeki fer´a hami olunacak bir nass bulunmadığı zaman yapılan bir şeydir.
2- Kıyas yoluyla bilinen bir asıla bir fer´i kıyas yapmakta, kıyas kapısını geniş tutmak vardır. Zira bunda birinci kıyasla sabit olan illet unutulur, asıl itibar olunan fer´ile bu yeni fer´i arasında yeni bir muvâzene kurulur, illet belki olur, ayni vasıfta müşterek olmaları dolayısıyla bu fer´ide de hüküm sabit olur. Evet, kaziyye yeni illetin eski illetle birleşmesiyle neticelenir ve kıyas yine bir olur. Fakat müctehid birinci kıyasın aslını araştırma zahmetinden kurtulur. Onunla sabit olan fer´i asıl itibar eder ve ona kıyas yapar.
3- Yine böylece bu yol müctehidin mezhebde tahric yolunu genişletir. Çünkü istinbat yoluyla hüküm olan fer´ileri, kendisine kıyas yapılan bir asıl itibar eder. Böylece fıkıh çenberi genişler, ictihad gelişir, tahric büyür. Fetvada darlık çekilmez, güçlük kalmaz. Tahric kapısı açılır, yol işlek olur.
Kıyasın bu nev´inin yani fer´i kıyasa asıl itibar etmenin faydalan olmakla beraber, bunun Mâliki fıkhında çokluğu, cüz´1 olan ferileri onda kıyas yapılır hâle koymuştur ve illeti külli bir kaide yapmamıştır. Halbuki Hanefi fıkhında illet küllidir. Hanefi fıkhı, illetleri külli bir kaide haiinde gayet şümullü, başkasına geçer saymıştır. İlletin bulunduğu her fer´ide aynı hüküm sabit olur. Sonra onlarda farazi ve takdiri meselelerin çokluğu, illetin birçok meselelere tatbikine yol açtı. Her fer´i, kendinden önceki bir asıla mülhak oldu. Onlarca, fer´i, fer´e kıyas edilmediğinden, her biri doğrudan bir asıldan yardım beklerdi. Böylece Hanefllerin kıyaslan külli, Malikîlerin ise cüz´1 sayıldı.
167- Mâlikîler Kıyasda Mesâlîhi Gözetir:
Burada biz kıyasın kısımlarını, illetin vasıfların ve kıyasın meslek ve usulünü beyan edecek değiliz. Çünkü bunun yeri usu! ilmidir. Malikîlerin usulünün çoğu, diğer mezheblerin usulüyle birleşir, onlara aykırı ve ayrı yeri yoktur. Usul derslerinde, Mâliki fıkhını diğerlerinden ayıran bir husus yoktur. Biz burada Mâliki fıkhıyla ilgili olanları araştırıyoruz, onu diğerlerinden ayıran hususlara, onu müstakil bir fıkıh yapan özelliğine de işaret ediyoruz. Ancak burada işarete değer bir hususu belirtmek gerekir ki, o Mâliki fıkhının en belirgin bir yönü ve düşüncelerinin seçkin bir örneğidir. Muhtelif fıkıh meslekleri arasında Mâliki fıkhı mesâliha en çok riayet eden ve onu en fazla alan bir mezhebdir. Bu mezheb, dini bir şahidin delilin ilga veya itibar suretiyle tanıdığı Mesalih-i Mürse-leyi, istinbat usulünden müstakil bir asıl olarak kabul eder, maslahata göre olumlu veya olumsuz hüküm verir. Böylece kıyasta maslahatı göz önünde tutar, onu illeti beyan ve tanıma yolu olarak alır, çünkü o illete delâlet eden bir yoldur, ona (münasip) adını verir.
Karâfi bunu şöyle anlatır: «Münasip dediğimiz, maslahatı temin veya fesadı defetmeyi sağlar. Zekatın farz olmasının illeti zenginlik olması, maslahata, şarabın haram olmasının illeti sarhoşluk olması fesada misaldir. Münasip nev´ilere ayrılır. Biri zaruriyatta olur, diğeri hâcatta, bir diğeri de kemâlat nev´inden olur. Tearuz halinde birinci ikinciye, ikinci de üçüncüye takdim olunur. Birincinin misâlleri: Külliyat-ı Humse: Beş temel olan şeylerdir ki: Can emniyeti, mal emniyeti, dinin muhafazası, aklın muhafazası, neslin muhafazasıdır. Bazıları ırz ve namusu da ilâve eder.[4] Bunları muhafaza zaruridir. Din bunları korur. İhtiyaç nev´inden olan ikinciye misal: Velisinin, yaşı küçük olanı evlendirmesi gibidir. Çünkü onun evlenmesi zaruri değildir, fakat dengi ve münasibi varken onu kaçırmamak için küçükken nikâh kıymak ihtiyacı doğar. Üçüncü nev´i kemâlat, tahsiniyyât kabilinden olan güzel ahlâk ve güzel şeylere teşviktir. Akrabaya nafaka vermek, kölelerden sahidlik ehliyetini kaldırmak, zararlı ve mekruh olan şeyleri yemenin haram olması bu kabildendir. Bir de bu neviler arasında tereddüt edenler vardır…
«Bunların hepsinin bir sıfatta toplandığına misâl: İnsanın kendi nafakası zaruridir, zevcelerin hâciyât yani ihtiyaç, akrabasının nafakası ise kemâlat nev´indendir. Keza adalet şartı şahidlikte zaruridir, çünkü canı, malı korumak adalete bağlıdır. İmamlıkda adalet ihtiyaç nev´indendir. Çünkü o şefaat sayılır, şefaatçinin halinin salah üzere, adalet üzere olmasına ihtiyaç vardır. Nikahta ise adalet kemâlat nev´indendir. Çünkü veli, o küçüğün akrabasıdır, tabiat bakımından onu âr ayıba düşmekten korur, ona zarar vermekten sakınır, adalet zaruri değil. Tabii koruyucu varken o şart koşulmaz…[5]
168- Velî Ve Vâside Adalet Şartı:
Uzun olsa da bu sözleri naklettik, ki kıyasın illetine delâlet eden münasip denen şeyi, İmam Mâlik´in nasıl itibar ettiğini görelim. Mâliki usul kitaplarını yazanların bunu nasıl ele aldıklarını, bir delili nasıl genişlettiklerini, buna göre bir çok fıkıh meselelerini nasıl işlediklerini bilip anlayalım. Asıllardaki, fer´ilerdeki ihtilâflar zikrolunmuştur. Nikahtaki velide adalet şart olup olmadığı Mâliki fıkhında ihtilaflıdır. Eğer veli fasık ise, velinin vazifesi düşer mi, düşmez mi Mâliki Mezhebinde iki kavil vardır. Meşhur olan, akrabalık tabiî gayreti yeterli görüldüğünden velilik sakıt olmaz.[6]
Böylece velide nikâhta adalet şartı tahsiniyattan olur, hattâ râcih kavle göre alelitlak şart sayılmaz. Fakat vasilerde bu şart hâciyattandır, şarttır. Bunu Karâfl şöyle açıklar: «Çünkü insanlar, bazen âdil olmıyan kişileri vasiy yapmak ihtiyacında kalırlar. Bunda Mâliki Mezhebinde ihtilâf vardır. Ancak vasinin hâli mestur olması, yani fasiklığı aşikar olmaması şarttır. Vasilik de bir nev´i velilik sayıldığından onda adalet aranması lâzımken, kaidelere muhalif olarak bunun şart olmaması, güçlüğü kaldırmak içindir. Yani insanın dilediği kimseyi vasiy tayin etmesine zorluk çıkarmamak amacıyladır.
Görülüyor ki, onlar kıyası, mesâlihi bizatihi kaim bir asıl sayan Mâlikî Mezhebi esasına göre anlamaktadırlar. Ve açık olan şudur ki, onlara göre bir fikhî kıyasa, bir maslahat tearuz ederse, maslahat alınır. Meselâ kıyasın gereği adaletin şart olması lâzımken, bir memlekette adalet şartı uyan kimse yoksa, orada o gibilerin de şehâdetinin kabulüne ruhsat vardır. Anlaşıldığına göre, olaya adaiet şartı uymayanlar şahid olunca bu yot tutulur…
Veliyyül-emr yani hâkim olan için de bu gibi şartlar aranır. Esasda âdil olması lâzımken âdil olmıyan veliyyül -emr´de gerektiğinde ruhsat verilmiştir. Çünkü hiçbir veliyyül- emr bulunmadan doğacak zararlardan kurtulunca veya ondan daha âdili bulunmazsa, bu ruhsatı vermek gereklidir.
169- Kıyasdan İstîhsana Doğru:
Bütün bu anlattıklarımızdan görülüyor ki, Mâliki Mezhebi fukahası, kıyası delil olarak almaktadırlar. Fakat onlar kıyasın illetlerini, kendi fıkıh mantıklarına uydurmakta, yani maslahatı celb, mazarratı def kaidesine uymaktadırlar. Sonra kıyasın kaideleri doğru ve muttarid olup da bu ıdtırad bir maslahata mâni veya mazarratı celbedici bir hal alırsa, yani ana kaide ters dönerse, o zaman umumî kaide feda edilir. Buna ruhsat veriljr. Cüz´i maslahat için kaide dışına çıkılır ki, bu istinsân olur.
——————————————————————————–
[1] Muvatta´, C. III, S. 57. Müdevvene ise M&tik´in kavlini başka gösterir ve meşhur dan ö dur: Yani İkinci kocayla buluşmak olmadıysa veya kadın kocasının sağ olduğunu bile bile evlendiy-se, kan birinci kocanındır.
[2] İbni Rüşd, Mukaddimat, C. 1, S. 22.
[3] Adı Geçen Eser, S. 23.
[4] Bazıları din yerine ırzın muhafazasını söyler. Gazali, bunu itibar etmekte bütün mîlletlerin icma´ını nakleder. Çünkİ hiç bir millet ırz ve namusu rnübah saymamıştır.
[5] Karâfi,Tenkh, S. 169.
[6] Aynı Eser, S. 170.