FASIL: 3
49- Yüksek Meziyetleri:Ağır Başlılığı,Ve Karı, İstiklâl Fikri, Şahsiyeti, Hakkı Aramadaki İhlâli
Ebû Hanîfe Hazretleri, öyle vasıflan hâizdir ki, bunlar onu ulema arasında en yüksek mertebeye çıkarmaktadır. O her şeyden evvel hak ve hakikati arayan bir âlimdir. Doğruyu bulmak için uğrayan mevsuk bir ilim adamıdır. Gayet uzağı gören düşünce sahibidir. Hakikati arar bulur her şeye sür´atle cevap verir fıtrî mantıki sayesinde mes´elenin derhal cevabını bulur.
a) Ebû Hanîfe nefsine hâkim, hislerini dizginlemesini bilen, iradesi kuvvetli bir şahsiyettir. Boş kelimelere aldanmaz, münasebetsiz ibareler onu haktan ayıramaz. Kabalılka mukabele etmez, nezaketi elden bırakmaz. Bir defa Irak vaizi ve halk arasında pek itibarlı olan Hasan-ı Basrî´nin fetva vermiş olduğu bir mes´eleyi münakaşa yaparken:
Hasan-ı Basrî bu mes´elede yanılmış, dedi. Adamın biri küstahça söze karışarak:
Ey İbn-i zaniye, sen mi Hasan hata etti diyorsun dedi.
Ebû Hanîfe´nin ne rengi bozuldu, ne yüzü değişti, çünkü aciz ler kızar.
Evet, vallah Hasan hata etti ve Abdullah b. Mes´ud doğr söyledi. Allah ondan razı olsun, şöyle derdi: «Yâ Rab kimin, on gönlü darsa, bizim kalbimizde ona geniş geniş yer var.»[1]
Onun bu sükûneti ve böyle geniş gönüllülük göstermesi; di nuk his ve zayıf duygudan ileri değildir. O hassas bir yürek, du; gulu bir kalb taşıyordu. Nezaketi bir an elden bırakmıyordu. M nazara yaptığı kimselerden biri ona: «Ey bid´atçı yâ zındık!» dedi.
Allah seni affetsin, benim böyle olmadığımı Allah bilir. Çü kü ben Allah´ımı tanıyalıberi ondan bir lâhza bile ayrılmadım. Yalnız Allah´ın affını dilerim, ancak O´nun ıkabmdan korkarım, dedi. Ve ıkab kelimesini söylerken gözlerinden yaşlar boşandı.
Adam ha tasını anladı ve :
Beni bu dediğim sözden dolayı bağışla, diye yalvardı. O da:
Cahillerden benim hakkımda bilmiyerek bir şey söyleyenlerin hepsini bağışladım, ilim erbabamdan her kim bende olmıyan bir şeyi beni mhakkımda söylerse işte onun başı dara gelsin. Zira ulemanın gıybeti,, arkalarından bir iz bırakır.[2]
Onun bu ağırbaşlılığı ve sükûneti duygusuzluktan doğma değildi. Bu takva ile kanatlanan yüksek ruhların sükûnetidir, olgunluk eseridir. Onlar ancak Allah´la alâkalı olan şeyleri hissederler, insanların attıkları çirkefler onlara bulaşmaz. Onlar parlak cilâlı bir düz satıh gibidirler. İnsanların fırlattığı kaba lâflar orada bir iz bırakmazlar, yalabık satıhtan kayar gibi kayar düşer. Onlar, atılan taşların erişemiyeceği yüksek bir makamdadıilar. işte Ebû Hanîfe´nin sükûneti bu nevi´dendir. Nefsine hâkim, sabırlı bir insanın sükûneti; düşüncesi karşısında kopan yaygara fırtınalarının tesiriyle yolunu şaşırmaz. O sebatlı, azimli, metanetli ve kararlı hareke tederdi. Telâş ve korku nedir bilmezdi. Bir defa mescidde ders okuturken tavandan bir yılan önüne düşüverdi. Yamndakile-rin hepsi dağılıp kaçıştılar. O ise yılanı bir tarafa fırlattıktan son-ia yerine oturup dersine devam etti.[3]
b) O düşüncesinde istiklâl sahibi idi. Başkasına kendini verip uymazdı. Üstadı Hammâd b. Süleyman bunun farkında olmuştu. Zira her mes´eleyi onunla münakaşa eder, inceden inceye sorar, kendi aklı yatışmadan hiçbir fikri kabul etmezdi, işte bu fikir istiklâli sebebiyledir ki, o kitap ve sünnetin naslari ile Ashab-ı Ki-ram´m fetvalarından başka akval hususunda kendini serbest görüyor, tabiînin kavline bakıp incelemeğe kendini selâhiyetli buluyor, hatalı savabını araştınyor, ona göre kabul ediyordu. Çünkü tabiînin re´yini talkit etmek, ona uymak vacip değildir. Ve bu taklit takvadan sayılmaz.
O, bir Şîa olan Kûfe´de yaşadı. Zamanında Şîa imamlarından Zeyd b. Ali Zeyne´i-Abidm, Muhammed Bakır, Ca´fer Sâdık Abdullah b. Hasan gibi zatlarla görüştü. Al-i Beyt´e büyük sevgisine ve meyline rağmen kibar sahabe hakkındaki kanaatini muhafaza etti. Ehl-i Beyte büyük sevgisi vardı. Onların uğrunda işkencelere bile katlandı. Fakat hiçbir tesirle fikrini değiştirmedi. Büyük Ashabı da sevdi.
îbn-i Abdulber, El-întika´da diyor ki:
«Sâid İbn-i Ebî Urûbe derdi ki : Küfe´ye geldim, Ebû Hanî-fe´nin meclisinde bulundum. Birgün Hz. Osman b. Affan´ı andı ona çok acıyarak bol bol rahmet okudu. Ben de :
Bunu burada senden duyuyorum, bu diyarda Hz. Osman´a senden başka rahmet okuyan kimseye tesadüf etmedim, dedim.[4]
îşte fikir istikllâi böyle olur. Ne avama boyun eğer, ne de ha-vâsda eriyip yok olur. Ne sevgi ne de nefret tesiri aklında kalır. Kendi bildiğinden şaşmaz.
c) O gayet derin fikir sahibi idi. Derin düşüncesiyle mes´ele-lerin içine nüfuz ederdi. Nasların ve diğer umurun yalnız zahirine bakmakla iktifa etmezdi, ibarenin zahirine saplanıp kalmazdı. Uzak
veya yakın kastolunan mânâların arkasını bırakmazdı. Bir meseleyi araştrırken onun zahirine bakıp aklmaz, yorulmadan bahsine devamla onun illet ve sebeplerini, gayesini araştırırdı. Belki de işte bu derin felsefî akıl, hayatının başlangıcında onu kelâm ilmine sevektmiş olacak! Derin bahisleri incelemek suretiyle, ilim tecessüsü olan aklının iştihâsını biraz tatmin etmek, araştırıcı ve sorucu fikrinin arzularım doyurmak istemiştir. Yine bu derinleşme arzusu onu hadîsleri derinden incelemeğe sevketmiş olacak ki lâfızların işaretinden, ibarelerin maksatlarından, benzerlik ahvalinden, münasip vasıflardan yardımlanarak hükümlerin illetlerini araştırıp meydana çıkarmıştır. Birçok hâdiseleri süzdükten sonra illeti bulunca onu kıyasa ölçü yapar, faraziye yürütür, mes´elenin muhtelif şekillerini tasvir eder ve bu esas üzerinden ileri doğru gider de giderdi.
ç) O, cevaplarını gayet kolaylıkla bulurdu. İcabında sanki mânâlar onun kafasının içine yıldınm sür´atiyle akardı. Bir sual karşısında donup kalmazdı. Görüşü kapalı değildi. Münakaşada tutulduğu olmazdı. Hak kendi tarafında oldukça asla susmaz, onu takviye eden delilleri bol bol bulup getirirdi.[5]
(i) {2) 74 100 BÜYÜK ESER
Her şeyin usulünü, yolunu bulurdu. Karşısındakini susturmak için en kısa yoldan gitmesini bilirdi. Menakıb eserleri, tercüme-i hal ve tarih kitapları bu hususta akıllara dehşet ve hayret verici şeylerle doludur. Biz burada onlardan üç tanesini nakledeceğiz. Bunlar her ne kadar en hayret vericilerinden değilse de onun güzel buluşlarını ve zekâ işleyişini gösterme bakımından mühimdir.
1- Bir adam ölürken Ebû Hanîfe´yi vasi tâyin etmiş, Ebû Hanîfe vasiyet yapılırken orada yoktur. Mes´eleyi tbn-i Şubrüme´-ye arzedip filân adam ölürken kendisini tâyin ettiğini söylüyor ve şahit getiriyor.
İbn-i Şubrüme Ebû Hanîfe´ye soruyor:
Bu şahitlerin doğru şahitlik ettiklerine yemin eder misin
Bana yemin düşmez, ben orada yoktum.
Öyleyse senin mikyasların şaştı.
îş buraya gelince Ebû Hanîfe îbn-i Şubrüme´ye şunu sordu:
Ne buyurulur, bir körün başım yarsalar, iki şahit kimin yardığına şahitlik etseler, âmâ, onların doğru şahitlik yaptıklarına yemin ettirilir mi Benden ne grömediğim bir şey hakkında yemin istiyorsunuz!
İbn-i Şubrüme vasiyetin kabulüne hüküm vererek onu tenfiz etti.
2- Emevîler zamanında ayaklanan Hâricilerden Dahhak b. tfays Küfe mescidine baskın yaptı. Onlara göre, Hâricilerden başka Müslümanların kanı helâldi. Ebû Hanîfe´nin karşısına geçip :
Tevbe et, dedi. O da:
Neden tevbe edeyim dedi.
Neden olacak, Hz. Ali ve Muâviye ihtilâfından hakemleri caiz görmeden tevbe edeceksin!
Beni öldürecek misin, yoksa münazara mı yapacaksın
Münazara yapalım.
Münazara yaptığımızda birşey hakkında ihtilâf edersek seninle benim aramda hakem, arabulucu kim olacak
İstediğin birini göster.
Ebû Hanîfe Dahhâk´m adamlarından birine:
Şuraya otur bakalım, ihtilâf edersek ihtilâf ettiğimiz şey hakkında bizim aramızda hakemlik yapacaksın, dedi. Sonra Dah-hâk´a dönerek:
Aramızda bunun hükmüne razı mısın diye sordu. O da
Evet deyince :
işte hakemliği sen de caiz gördün, kabul ettin, dedi.
Dahhâk buna diyecek bir şey bulamıyarak sustu.
3- Kûfe´de bir adam varmış. Osman b. Affan Yahudi idi, dermiş. Ulema onu bir türlü ikna edip bu bâtıl sözünden vaz geçi-remezmiş. Ebû Hanîfe ona gelmiş ve :
Sana dünürlüğe geldim, kızını istiyorum, demiş.
Kime
Asîl ve şerefli bir adam, gayet zengin, Kur´ân-ı Kerîm´i hafız, son derece cömert. Geceleri ibadetle geçiriyor. Allah korkusundan göz yaşı döküyor.
Yeter, aranan meziyetler için bunların bir kısmı bile kâfi.
Yalnız bir kusuru var.
Neymiş o
Adam Yahudi!
– Fesuphanallah, buldun buldun da benim kızımı bir Yahudiye vermemi mi istiyorsun
Vermez misin
Hayır!
Sen bir kızını Yahudiye vermezsin de, Hz. Peygamber Efendimiz iki tane kızını Yahudiye nasıl olur da verir
Adam işi anladı. Hz. Osman hakkındaki sözlerine pişman oldu. Tevbe ve istiğfar etti.
Münazaralarda ve mübahaselerde onun gayet ince zekâ oyun-lariyle çıkar yollan bulmadaki mahareti dillere destandır. En dar ve güç yerlerde en İâtif sözleri bulup işin içinden çıkmasını bilirdi. Ve bunu fıtrî mantık kuvvetiyle yapardı. Hattâ Ebû Ca´fer Mansur ona:
Sen çare ve çıkar yol bulmakta kurnazsın, demişti.
Kuvvetli feraseti, keskin görüşü, insanların içinde nüfuz eden bakışı, ona mubahase ve münazara yollarını kolaylaştırıyordu. O da bunlarla insanların kalblerini açıyor, gönüllerinin en gizli kö-şelerrie giriyor, hakkı en kolay kavrayacakları taraftan onlara gösteriyor, karşısındakiler de kolayca onu kabul ediyorlardı.
d) Ebû Hanîfe hakkı aramakta son derece ihlâs ve samimi yet sahibi idi. tşte bu kemâl sıfatı, bu olgunluk derecesi onun kalbini nurlandırmış, gönlünü ma´rifet nuruyla aydınlatmıştır. Zira eğer bir kalb; hakikat mes´delerini araştırmak ve anlamak hususunda nefsinin sefîl arzularından, pis kirlerinden ve hasîs garezlerinden hâli olursa işte o zaman Allah onu ma´rifet nuruyla doldurur, onun anlayışı temiz olur, düşüncesi doğru yolu bulur. Çünkü, hakikatleri aramakta istikamet sahibi olmak, doğruluk, akim anlayışım kolaylaştırır. Akıl, eğer şehvet pisliğine dalarsa şaşırır kalır, dellâetten kurtulamaz.
Ebû Hanîfe nefsini her türlü süflî arzulardan kurtarmıştır. Onun tek emeli ve arzusu vardır: Hakikati doğru anlamak.
O biliyordu ki, fıkıh dindir, dîni anlamaktır. Başka düşünce-lerin altında kalan kimse bunu elde edemez. Yalnız hakkın ardı sıra koşan kimse ona yol bulur, hakikat öyle nazlı bir mahbubedir ki, kendini ona tam vermeyene râm olmaz. Hakikat âşığı bu yolda kendisi galip gelmiş, mağlûp düşmüş onun için hep birdir. Yeter ki hakikat meydana çıksın. Mademki hakikat meydana çıkmıştır, öyle ise o galip demektir. Çünkü aradığı budur. Münazara ve mu-bahasede hasmı onu ikna ederse hakikat meydana çıktı diye yine sevinir, mağlûp da olsa hakikati anladı diye kendini galip sayar. Hakkı aramaktaki ihlâstan dolayıdır ki, kendi görüşünün mutlaka hak olduğunu ileri sürüp iddia etmiyor, şöyle diyordu: «Bizim görüşümüz budur. Bu, kadir olabildiğimiz en güzel kavildir. Kim ki bizim bu kavlimizden daha iyisini bulursa doğru olan odur.»[6]
Kendisine :
Ya Ebû Hanîfe, bu verdiğin fetva şüphe götürmez bir hakikat mıdır dediler.
Bilmem vallah, dedi. Belki de şüphe kaldırmaz bir bâtıl olabilir!
İmâm Züfer şöyje diyor: «îmâm Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan ile birlikte Ebû Hanîfe´nin dersine devam ederdik. Onun şöyle söylediklerini yazardık. Bir gün Ebû Yusuf´a dedi.ki:
Ne yapıyorsun öyle Yusuf, benden her işittiğini yazma! Çünkü ben bugün bir re´y görürüm, yarın onu bırakırım, yarın bir re´y görürüm, Öbürgün ondan vazgeçerim.»[7]
Hakkı aramakta son derece samimî ve ihlâs sahibi olduğundan kendisine sahih ve sağlam bir Hadîs veya Sahabe fetvası söylenince hemen onu kabul eder, kendi re´y ve görüşünden dönerdi. Çünkü aradığı hakti.
Züheyr b. Muâviye diyor ki: Ebû Hanîfe´ye harpte kölenin verdiği eman muteber mi diye sordum.
Eğer harbe iştirak etmediyse verdiği eman mu´teber değildir, dedi. Ona dedim ki:
Âsim Ahvel, Füzeyi b. Yezid Rakkâşî´den bana şunu rivayet etti: Düşmanı muhasara etmiştik. Düşmana üzerinde (Eman) yazılı bir ok atılmış. Karşı taraf: Bize eman verdiniz, dediler. Biz de bunu atan bir köledir, dedik.
Biz sizin hanginiz hür, hanginiz köle ne bilelim, dediler. Bu mes´eleyi Ömer b. HattâVa yazıp sorduk, o da:
Kölenin verdiği emanı yerine-getirin, diye cevap verdi. Ebû Hanîfe bunu işitince sustu. Bir şey demedi.
Sonra ben on sene kadar Kûfe´den ayrıldım. Sonra dönüp geldim. Ebû Hanîfe´ye gittim ve ona yine kölenin verdiği .emanı sordum. Bu defa bana Asım´m rivayet ettiği hadisle cevap verdi. Eski sözünden dönmüştü. Anladım ki, o, işittiği hadislere tâbi oluyor.
Bir defa kendisine : Sünnete muhalefet mi ediyorsun dediler.
Estağfurullah Allah´ın Peygamberine muhalefet yapana Allah lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti. Onun sayesinde bizi kurtardı, cevabını verdi.[8]
Ebû Hanîfe fıkhına ve dînine işte böyle ihlâsla bağlıydı, o içten gelen bir samimiyetle hakka tâbiydi. Kendi görüşlerine kör bir taassupla saplananlardan değildi. Hakka olan ihlâsi, o geniş akliyle beraber başkalarının görüşlerine de kalbinde yer açmağa onu sevk etmişti. Diğerlerinin kanaatlerine de hürmet ederdi. Zira taassup, hissiyatı fikirlerine galebe çalan kimselerin kârıdır. Veyahut asabı zayıf, fikir çevresi dar olanların işidir. Ebû Hanîfe´de bunlardan hiçbiri yoktu. Onun aklı kuvvetli idi. Nefsine ve asabına hâkimdi. Hakkı aramakta ihlâs sahibiydi. Allah´tan korkardı. Kendisinin hata edebileceğini kabul ederdi.
e) Bu vasıfların hepsinin üstünde baş tacı gibi duran bîr vasıf vardır ki, bunların hepsinin başı odur. O da: Allah´ın bâzı insanlara lütfettiği bir inevhibedir. Bunun adı : Kuvvetli şahsiyet sahibi olmaktır. Nüfuz ve mehabet, sempati ve ruh kuvveti sayesinde başkalarına tesir yapabilmek hassasıdır. Onun birçok talebeleri vardı. Kendi görüşlerini kabule onları zorlamış değildi. Onlara ders veriyor, talebelerinin ileri gelenlerinin fikirlerini yoklayıp onları tanıyor, onlaria bir büyük gibi değil emsalmiş gibi arkadaşça münakaşa yapıyordu. O bir görüşte karar kılıp mes´eleyi neticeye bağlıyor diğerlerini delilleriyle ikna ediyordu. Onlar da kendilerine kanaat gelince bunu kabul ediyorlardı. İçlerinden bazıları kendi görüşlerinde kalabilirlerdi. Kimse onları zorlamazdı. îster kabul etsinler, ister kabul etmesinler her iki takdirde de Ebû Ha-nîfe´nin mevki ve şahsiyetine asla bir halel gelmezdi, o daima başta gelirdi. Çağdaşlarında Mis´ar b. Kidam, Ebû Hanîfe´nin talebe-siyle kurduğu ders meclisini şöyle tasvir eder:
«Sabah namazından sonra kendi ihtiyaçlarını görmek için dağılırlardı, sonra yine toplanırlardı. Ebû Hanîfe onlarla oturur, kimisi sorar, kimisi münazara yapardı. Bazı sesler yükselirdi. Bu sesleri sükûnete çeviren bir adamın tslâm nazarında mevkii elbet büyüklü.”[9]
50- Fıtrî Ve Kısbî Meziyetler Mecmuası
İşte Ebû Hanîfe´nin vasıflarından bâzıları. Bunların bir kısmı fıtrîdir, bir kısmı kazanmakla, emekle elde edilmiştir. Kendisini ona göre hazırlamışür. Bunlar onun şahsiyetinin anahtarıdır. Bu meziyetler sayesinde aldığı her ruhî gıdadan faydalanmıştır. Bunlar canlı cisimlere gıdayı hazırlayıp sevkeden cihazlar gibidir. Ruhî gıda olan ilmi böyle işlemiştir. Asrının uleması, üstadîarı ile karşılıklı konuşmaları ve kendi tecrübelerinden edindiği bilgileri işleyip, faydalı bir hale getirmiştir. O bu unsurlardan beslendi. Onlara yeni bir düşünce tarzı, derin.bir görüş ilâve etti. Nesilden ne-sile geçerek bir tesir yolu bıraktı. İşte bu meziyetleri sayesinde Ebû Hanîfe hayranlarının Kalplerini teshir etti. Onların takdirini, kazandı. Bu yüksek meziyetler onu çekemiyenlerin hasedini kabarttı, onun aleyhinde konuşanlar oldu. Fakat onun şerefine bunlar haIer vermez.
——————————————————————————–
[1] Hatib Bağdadî, c. XIII, s. 352
[2] îbn-i Haecr Heysemî, Hayrât´ul-Hisan, s. 40
[3] Mekki, Menakıb-ı Ebî Hani/e, c. I, s. 268
[4] İbn-i Abdulber, El-İntika, s. 130
[5] Leys b. Sa´d diyor ö: «Ebû Hanîfe´yi görmeyi çok arzu ediyordum. Bir defa baktım ki, halk bîr üstadın başına toplanmışlar, boyuna mes´eleler soruyorlar, içlerinden biri: Yâ Ebâ Hanîfe! diye bir mes´ele sordu, vallah ben onun doğru cevap vermesinden ziyade her sorulana çabucak cevap vermesine hayran kaldım.>
[6] Hatib Bağdadî, Tsrüı-i Bağdad, c. xm, s. 332
[7] Hatib Bağdadî, TarÜı-i Bagdad c. XIII, s. 402
[8] İbn-i Abdulber, El-İntika, s. 140, 141.
[9] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanife, c. II, s. 36.